Bu satır, bizlere de doktorluk yapan Şebnem Korur Fincancı’nın hapishane günlüklerinden.

Ve hangi dünya gerçekliğinde yüzümüze çarpıyor hep, mahpus mektupları. Hapishaneler! Şairlerin ve şiirlerin en iyi muhafaza edildiği mekân.

Her gün bakan demeçleriyle dönen koca bir tiyatro sahnesindeyiz. “O bunu dedi, şu şunu dedi, ne demek istedi...” yorumları. Açıkça söyleseler ne demek istediklerini bari! Artık o asır bile geride kaldı!

Denizde bulunan mayınlar, Çin’in attığı roketin nereye düşeceği haberi –sonra Pasifik’e düştü dediler-, savaş rehini takasları, Taksim’de patlayan bomba, ardından okuduğumuz kriminal filmlere kök söktüren senaryolar, 70 savaş uçağıyla 80 bölgenin bombalanması.

Koca bir Militarizm Literatürü var artık, hem de hayatımızın tam göbeğinde.

Ölenler, yakınları... koca bir kan, can deryası...

Hepsi bu koca filmin arkasında saklı bırakıldı.

Ne kadar uzaklaştırıldık acıları dahi gerçekten paylaşabilmekten.

***

Elimde aylarca geciktirilip yeni gönderilmiş olan tutsak mektupları. Açınca bambaşka bir dünyayla karşılaştığım. Aslında tam da bu dünyanın en yalın aynası.

Bu dünya gerçekliğinin en yalın aynası mahpuslar ve gece gündüz üzerlerine bombalar atılıp göç yollarına düşenler olsa gerek.

Nasıl dayanıyor yüreğimiz, zorlanıyorum anlatmakta, tarifsiz!

Uluslararası savaş yasaları açısından, yahu yeryüzünün her yanı bombalanırken, “kimyasal silah kullanılıyor mu?” sorusunun yöneltilmesi dahi “Neşe’nin kepek sorunu” kadar ciddiye alınmakta artık. “Sivil halk kıyılıyor her gün” dense, zaten duyan yok.

***

Savaş! Bize yokmuşçasına kanıksatılan koca bir savaş gerçekliği!

Biz mahpustayken, üzerimize bombalar atılırken canhıraş koşturan doktorlar ve avukatlar artık hapiste! Büyük bir kinle suçlanarak hem de. Şebnem Korur Fincancı gibi.

Evrensel’de hapishane günlükleri yayınlanmaya başlamış Fincancı’nın. Tıpkı diğer mahpus mektupları gibi, dayanabileceğim bir anda okumak istedim. Okudum şimdi:

Yine masa ve sandalye dahi yok henüz. Sıcak su yok. Henüz zarf dahi yok, yazdığı mektupları gönderebilmesi için. Avukatının alelacele eline sıkıştırabildiği ilk 400 TL. ile çay dahi alamamış henüz.

Ve binlerce mahpusun, “disiplin cezası” aldıkları günlerde hâlâ ve hâlâ mahsur bırakıldıkları tüm haller!

Susmak! Sadece politik arenada değil yaşamın her alanında susmak hâkim artık. Susarak, idare ederek, çıkar yolunda yürümek. Hırpalanmadan, helak olmadan, bir esnaf kurnazlığıyla hayatı sürdürmek.

Şu diyarların parlamentolarında dahi susmayanlar olunca “yuppiii” diye coşar hâle geldik. Böyle bir girdabın içerisindeyiz.

Bu dünya gerçekliğinin en yalın aynası mahpuslar ve gece gündüz üzerlerine bombalar atılıp göç yollarına düşenler olsa gerek.

Bir gül gönderiyorum herkese. Mahpuslara “insan fotosu dışında çiçek-böcek fotolarını almıyoruz artık” denilerek verilmeyen bu gülü.

Acıları gerçekten paylaşabildiğinde birlikte yürüyebilecek bu insanlık. Acılar gerçekten paylaşılamadığında umutlar da yeşeremez çünkü.