Meselenin özü, “Onlar buralı, biz oralıydık,”[2] cümlesi veya “İsmet Paşa, Venizelos geldiler/ trampa yapmaya karar verdiler/ acep bunu bir ferde mi sordular?/ dünya kurulalı görülmemiştir!”[3] dizeleri ya da Euripides’in “Dünyada kişi için doğup büyüdüğü yeri kaybetmekten daha büyük bir acı olamaz,” deyişiyle özetlenebilir…

“Bilmek,

bilineni değişime

uğratan bir eylemdir.”[1]

“Bedel” kelimesinden türe(til)miş “Mübadele” sözcüğü, “değiş tokuş” etmek anlamındadır. Değiş tokuş yapan anlamındaki Arapça sıfattır ve de nüfus mübadelesi, insan değiş tokuşudur.

Ama yalnızca o kadar değil: Büyük acıların yaşandığı zorunlu göç, sürgündür. Lozan sonrası gerçekleştirilen insan takasıdır. Bir barış anlaşması sonrasında imzalanmış, insanlık suçu teşkil eden ve büyük dramlara yol açan olgudur. 3-5 “kelli felli adam”ın 2 milyondan fazla insanı yerinden yurdundan etmesiyle sonuçlanan cürümdür.

Nüfus mübadelesi kayıp bir kuşağın hikâyesidir: Selânik türküsü “Bir Fırtına Tuttu Bizi” de mübadelenin türküsüdür. Rebetiko da bu yaşananların sonucunda doğmuştur. Şirince, Cunda, Kayaköy vd’leri onlardan kalandır. (Güneybatı Anadolu’daki hayalet kasaba Kayaköy (Livisi). Bir zamanlar bir Rum köyü iken 1923 nüfus mübadelesi sırasında metruk kaldı. Yerel geleneğe göre Müslümanlar, “1915’te katledilen Livislilerin hayaletleriyle dolu” olduğu için buraya yeniden yerleştirilmeyi reddettiler.)

Coğrafyamızda pek çok bölgenin ruhunu kaybetmesine neden olan nüfus mübadelesi, yani zorunlu göç, başlı başına bir dramdır; bir kaybet-kaybet anlaşmasıdır; ardında özlem, acı ve kendi vatanına yabancılık gibi kavramlar bırakmıştır.

Lausanne Antlaşması sonucunda yapılan nüfus mübadelesiyle Türkiye’den 1.300.000 kadar Rum Yunanistan’a gitti, 500.000 kadar Türk de Türkiye’ye gönderildi. Giden Rumların birçoğunun anadili Türkçeydi. Gelen Türklerin de birçoğunun anadili Rumca idi.[4]

30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ile Yunanistan arasında “Ahali Mübadelesi” anlaşması yapıldı... 500 bin Türk mübadil 1923-1924 kesitinde evlerini, bahçelerini, sokaklarını, komşularını, sevgililerini, mezarlarını, kısacası hayatlarını bırakıp, apar topar sandallara, gemilere binip, hiç tanımadıkları yerlere yerleştirilmişler: Türkî orijinli (Türkmen/ etnik Türk) olan ve Rumca değil; Türkçe konuşan Hıristiyan Karamanlılar, Rum diye gönderilmiş. Etnik Türk ama Rumca’yı, Türkçe’den daha iyi konuşan insanlar ise Yunanistan’dan, Türkiye’ye gönderilmiş, sırf Müslüman diye…

Özetin özeti, “Ermeni tehcirinde yaşananlardan çok daha fazlasını muhacirler de yaşamış!”[5] mukayesesinde ele alınması mümkün olmayan “Vatansız kalanların”[6] öyküsü olarak mübadele, etnik temizlik kapsamında değerlendirilebilecek olaylardandır. Malum üzere daha sonrasında da 6-7 Eylül, Varlık Vergisi, vd’leriyle Türkiye’deki azınlıkların neredeyse kökü kazınır…

* * * * *

Türk-Yunan nüfus mübadelesi, “homojen bir nüfus” elde etmek için devreye sokulan zorunlu göç anlaşmasıyken; tek kelime Yunanca bilmeyen Rumlar, Yunan toplumu tarafından “Türk piçi” diye adlandırılıp dışlanmışlardır; bizimkiler de “muhacir” damgasını yiyeceklerdir…

Aslı sorulursa “Göçlerle oluşmuş ve tarihinde sayısız göçler yaşamış bir milletiz. Osmanlı kuruluş döneminde, bir yandan ‘kolonizatör dervişler’ (Ö. Lütfi Barkan) barışçı yerleşimlere öncülük ederken, öte yandan da savaşta ölenlerin ya da korkup kaçanların yerini almak üzere başka yerlerden ‘sürülüp getirilenler’ nüfusu azalmış şehirleri ve boşalmış köyleri ‘şenlendiriyordu’

XVI. yüzyıl sonlarında tımar sistemi çökmeye başlayınca, bu kez de Saray, ‘ferman’lar, ‘adaletname’ler ve ‘Men-i Mürûr tezkereleri’ (geçiş yasakları) ile bu göçleri düzene sokmaya çalıştı. Ne var ki bunlar da akıntıya karşı kürek çekme kabilinden önlemler olarak kaldılar.

Batı’da kapitalizmin gelişmesi, bizde 1838 Ticaret Anlaşması, Batı’da tahıl ticaretinin serbestleşmesi (1846) ile Osmanlı-Avrupa ilişkilerinde yeni bir dönem başlattı. Balkanlar potansiyel bir tahıl deposu hâline geliyor ve bölge için ‘iskân projeleri’ tasarlanıyordu.

Artık gözler Balkanlara çevrilmişti ve o dönemde Avrupa’nın fakir bir ülkesi olan Almanya’da bölgeye özel bir ilgi vardı. Nitekim 1856’da Islahat Fermanı’nın ilânından hemen sonra, bazı Alman aileler Osmanlı hükümetine başvuruyor ve kendilerine ekip biçecekleri toprak verilmesini istiyorlardı. İlk Osmanlı ‘Muhaceret Nizamnamesi’ de bu dürtüyle hazırlandı.

Şubat 1857’de yürürlüğe giren on dört maddelik Nizamname’ye göre Rumeli’de ve Asya’da sicili temiz Avrupalı göçmenlere toprak verilecek ve onlar da Sultan’a sadakat yemini ederek bu toprağı işleyeceklerdi. İlk yıllarda her türlü vergiden muaf tutuldukları işletmeciliği yirmi yıl boyunca başarıyla yürüttükleri takdirde de işledikleri arazinin sahibi olacaklardı.

Öneriler cazipti. Ali ve Fuat Paşa liberalizminin egemen olduğu yıllarda devlet de bunları hayata geçirmek için elinden geleni yaptı. Ne var ki olmuyor, Nizamname çeşitli nedenlerle beklenen sonucu vermiyordu. Bir yandan Kırım Savaşı’nın tetiklediği kitlesel göçler, öte yandan da bu savaşla nüfuzu artan Fransa İmparatoru III. Napolyon’un ‘milliyetler ilkesi’ bu nedenlerin başında idiler. Balkan halkları arasında ‘ulusal kurtuluş’ düşüncesi dışarıdan körükleniyor, bu da Osmanlı yönetici zümresinin kaygılarını artırıyordu. Üstelik artık sahnede Metternich gibi ‘Herkes olduğu yerde kalsın!’ diyen muhafazakâr aktörler yoktu. Bu koşullarda Osmanlıların çağa uygun bir ‘entegrasyon’ politikası düşünememiş olmaları; dahası, böyle düşünenleri de düşman saymaları, belli ki sonunda kendilerine pahalıya mal olacaktı! Nitekim yirmi yıl sonra Rusya’yla yeni bir savaş (1877-78) başlıyor ve neden olduğu göç dalgalarıyla sığınmacılık tarihimizde yeni bir sayfa açılıyordu.

Gerçekten de ‘93 Harbi’ (1877-1878), başlangıçta İngiltere’nin kışkırtıcı tutumu, sonra da Başbakan Gladston’un ırkçı hezeyanıyla, halk arasında ‘Tanzimatçılığı’ gözden düşürmüş ve Abdülhamit’in sözde ‘İslâmcı’, gerçekte fırsatçı ‘istibdat’ına yol açmıştı. Savaş sonrasında ülke felaket içindeydi; kendini savunmaktan bile acizdi. Irkçı Gladston Türkleri aşağılarken, feci koşullarda göçe sürüklenen Müslümanların durumunu ünlü coğrafyacı Elysée Réclus şöyle anlattı: ‘Türkleri tekrar Asya’ya kovmak sık sık söz konusu oldu. Fakat nasıl yok edildiklerine bakılırsa, bunlardan Boğazları geçecek pek insan kalıp kalmayacağını kendi kendimize sormamız gerekiyor. Kırımlar, açlık, tifüs, hareket hâlindeki orduları izleyen tüm hastalıklar şimdiden Müslüman halkta bir nüfus düşüşüne yol açtı; şimdi devamlı baskı ve sefalet tahrip işlemini tamamlayacak’. (Marseillaise; 3 Nisan 1878).

İşte Sultan Abdülhamit, zulüm idaresini tam da bu durumun halkta yarattığı düş kırıklığı ve husumet üzerine kurdu. Ulusal akımlar Balkanları şiddetle sarsarken, Yıldız Sarayı’nda ulusal uyanışlar lanetleniyor; devletin kurtuluşu, seküler bir yaklaşımla, dinsel ve etnik ayrımcılık yapmayan bir ulus tasarımında değil, çağdışı bir din anlayışında ve ‘cemaatçilik’te aranıyordu. Mithat Paşa ve Yeni Osmanlıların çağdaş bir zihniyetle hazırladıkları Anayasa da bu karanlık anlayışın kurbanı oldu.

Gözler artık Avrupa’ya değil, Şam’a, Bağdat’a, Hicaz’a çevrilmişti ve ‘Kanun-u Esasi’ ile beraber, ‘hangi din ve mezhepten olursa olsunlar’, tüm Osmanlıları eşit vatandaş sayan anlayış da rafa kaldırılıyordu. O yıllarda ‘hafiye ordusu’, Hamidiye alayları ve Zaptiye Nezareti kendilerine düşeni yaptılar ve ‘çağdaş vatandaş’ ülküsü de kısa sürede yerini geleneksel cemaat ve kul politikasına bıraktı. Sultan Hamit ile Müslüman tebaayı birleştirmeye aday en etkin araç ise Bağdat ve Hicaz demiryolları olacaktı.

XIX. yüzyılın, uygarlıkta insanlığın en ileri hamlelerine sahne olan son çeyreğini Osmanlı Devleti işte böyle harcadı. Daha da kötüsü, Sultan Hamit’in mirası, izleyen yıllarda İttihatçı milliyetçiliği de şekillendiren bir kaynak teşkil etti. İttihatçı komiteciler Alman komutanların yönetiminde dünya savaşına bu anlayışla katıldılar ve savaş içinde yaşanan iki felaket de aynı anlayışın ürünü oldu: 1915 yılında bir yandan Doğu’da Ermeni örgütler terör yapıyor diye tüm Ortodoks Ermeniler Suriye çöllerine sürülüyor, öte yandan da Kur’an ayetlerine dayanılarak Mısır’a, fetih amacıyla, bir sefer (Kanal Harekâtı) düzenleniyordu…

Aslında iç ve dış göçlerin bambaşka dürtülerle gerçekleştiği çağımızda, bizi bugünlere getiren ‘muhacir-ensar’ ayrımı tam bir Ortaçağ zihniyetinin ürünüdür!..

Gerçek şu ki kapitalist dünyada göç hareketleri ‘egoist hesabın buzlu suları’nda (Marx) şekilleniyordu…”[7]

Mübadele de, iki ulus devletin “egoist hesaplarının buzlu suları”ndaki bir göç(ertme) trajedisi olarak tarihin zulüm sayfalarına kaydedildi…

* * * * *

Türkler ile Rumlar veya Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında yapılan mübadele, her iki tarafın egemenleri için bir çeşit danışıklı dövüştür; Lozan’da İngilizler tarafından önerilip; her iki tarafça da hemen kabul edilmişti.

30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan sözleşme ve protokol ile TBMM hükümeti ile Yunan hükümetinin üzerinde anlaşmaya vardığı metnin 1. maddesinde şunlar kayıtlıydı:

“Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine (exchange obligatoire) girişilecektir. Bu kimselerden hiç biri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.”[8]

Esasında Lozan Anlaşması’yla resmiyete kavuşan mübadelenin uzun bir “gayri resmi” tarihi de var elbette…

Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Osmanlı’yı o dönemde yöneten İttihat ve Terakki, Anadolu’yu toptan Türk ve Müslüman hâle getirme konusunda net bir karara varmıştı. Ve bu kararın ilk uygulaması da daha sonra mübadelede gönderilecek olan Ege Rumlarının evlerine, dükkânlarına bomba atarak, köylerine baskın yaparak, taciz ve tecavüzlerle topraklarını, mallarını bırakıp kaçmaya zorlanmasıyla gerçekleştirildi. Bu konuda elimizdeki çarpıcı örneklerden biri sonradan Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar. Bayar, Ege’nin Rumlardan arındırılmasında doğrudan görevli olarak dönemin Teşkilât-ı Mahsusa’sının başındaki Kuşçubaşı Eşref ile birlikte sabotajların organizatörüydü. Bir başka çarpıcı örnek de İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden ve meclis başkanı Halil Bey’in Balkan Savaşları sonrası Trakya’da kalmış olan Rum ve Bulgarları kaçırmaya yönelik saldırılar organize etmesi. Halil Bey anılarında şu itirafı açık bir şekilde yapar: “Eğer doğrudan güvenlik güçlerimiz aracılığıyla bunları yapsaydık, savaşta da yenildiğimiz için Batıdan baskı gelecekti. Bu yüzden haberdar değilmişiz gibi sivilleri seferber ettik.”

Dikkat ederseniz her dönem her egemen devletin sahip oldukları toprakları etnik olarak arındırma noktasında bir çabası varken; I. Dünya Savaşı ile birlikte başta Anadolu olmak üzere Ortadoğu ve Avrupa’da yaşayan halkların hayatları ters döndü. Anadolu’da süren uzun savaşların ardından büyük göç dalgaları başladı. Bunların içinde 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile uygulanan “Mübadele”nin özel bir yeri oldu.

O güne dek hayvan ve mal değiş-tokuşuna verilen “mübadele” adı tarihte ilk kez insanlar için kullanıldı!.. Anadolu’daki Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’daki Müslümanların yer değiştirmeleri uluslararası bir sözleşmeyle kesinlik kazandı. Sonrası geride bırakılan vatan toprakları, anılar, hasretler…

Bu Anadolu’nun ve Yunanistan’ın beşeri coğrafyasını ciddi şekilde değiştiren alt üst oluştu…

30 Ağustos 1922, Rumlarla Türklerin Anadolu’da birlikte yaşama koşullarının ortadan kalktığını gösterirken; Lozan’a gönderilen delegasyona verilen talimat, “ekalliyetlerin mübadelesini” içeriyordu. Mübadele, fazla tartışılmadan kabul edildi.

Yunanistan, o zamanki nüfusunun dörtte birine tekabül eden büyük bir kitleyi kabul etmek zorunda kaldı. Süreç sancılı oldu. Mübadeleyle, 1.3 milyon Ortodoks Rum Yunanistan’a, çoğunluğu Türk soylu 394 bin Müslüman Türkiye’ye göç etti. Mübadelede temel kıstas din olduğundan Ege, Kapadokya (İç Anadolu), Pontus (Doğu Karadeniz) Rumları yanında, Türkçeden başka dil bilmeyen Hıristiyan Gagavuzlar ve Karamanlı Türk Ortodokslar da Yunanistan’a gönderildiler. Yunanistan’dan gelenler arasında Türklerin yanında, Drama, Kavala, Kesriye’den gelen, Bulgarca ve Makedonca konuşan Müslümanlar, Romence konuşan Ulahlar ve Arnavutlar da vardı.

Türkiye’de İstanbul, Gökçeada, Bozcaada Rumları, Yunanistan’da Batı Trakya Türkleri mübadele dışında tutuldular. Mübadele, siyasi tarihte “etabli sorunu” (İkametgâhı İstanbul olan Rumlar sorunu) olarak bilinen tartışmaya yol açtı. Türkiye, etabli (mukim) kavramını dar yorumlamak istedi. Çünkü Büyük Zafer sonrası, geniş bir Anadolu Rum nüfusu, müttefiklere güvenip İstanbul’a gelmişti. Bu nedenle Türkiye, İstanbul’a mütareke sonrası yerleşen Anadolu Rumlarının mübadele kapsamında tutulmasında ısrarlı davrandı. Hatta Anadolu Rum’u olan Patrik Konstantin Araboğlu, sınır dışı edildi.

Denilebilir ki mübadeleye tabi olanlar için aslî kıstas ırk ya da dil değildi. Bu göç dalgası “din” üzerinden devreye alınmış, Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hıristiyan Gagavuzlar ile Karamanlı Ortodokslar da yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardı.

Mihri Belli’nin, “Mübadelenin her iki ülke için neredeyse iktisadî yıkıma varan sonuçlarını Türkiye’de çocukluğumun geçtiği Trakya’da gözümle görmüştüm. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Edirne’nin nüfusu 150 bin idi. yarım milyonluk İstanbul’dan sonra İzmir ve Selânik’ten önce, imparatorluğun ikinci büyük şehri. Yirmili ve otuzlu yıllarda bu kent 35 bin nüfuslu bir kasabaya dönüşmüştü. O eski iktisadî canlılıktan eser kalmamıştı. Uzun süre Edirne’de en önemli iktisadî faaliyet alanı yıkıcılık oldu. Yangınların hakkından gelemediği güzelim evler yıkılıyor, kapıları, pencereleri vb. başka yerlere götürülüp satılıyordu. Trakya’nın Marmara denizi kıyısındaki şehir ve kasabalar da pek farklı bir durumda değildi... Türkiye’nin öteki bölgelerinde de durum aynıydı. Giden iki milyon Rum’a karşılık Türkiye’ye göç eden yarım milyon Müslüman’ın büyük kesimi Yunanistan’ın en geri yörelerinden gelme köylülerdi. Çoğu Türkçe bilmiyordu. Bunların Rumlardan kalma endüstrileri canlandırmaları söz konusu değildi,”[9] notunu düştüğü göç(ertme) ile Müslümanların mübadelesi, takriben 18 ay sürdü. Resmi verilere göre, 1923 yılında Türkiye’ye giriş yapan Müslüman sayısı 60.000 idi. 1924 yılı için ise bu rakam 235.000 idi…

Ekim 1923 ile Kasım 1924 arasında Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderilen Müslüman sayısı 348.000 idi. Bu göçmenlerin 279.900’u deniz yoluyla Türkiye’ye geldi…

Türkiye’ye göçmen taşıyan ilk gemi, 19 Aralık 1923 tarihinde Selanik’ten kalktı. Müteakip iki hafta içerisinde, Selanik, Kavala, Heraklion ve Chania limanlarından kalkan gemiler, 26.691 göçmeni Türkiye’ye ulaştırdı. 7 Kanunusani 1340 (Ocak 1924) tarihli ‘Hâkimiyet-i Milliye’ gazetesine göre, sene sonuna gelindiğinde, 60.318 göçmen Türkiye’ye giriş yapmıştı…

1924 yılında Selanik’ten (deniz yoluyla) İzmir’e gelen 9.493 kişi, yanlarından sığır, at, deve, keçi, köyün ve köpeklerini de getirdiler…

Yaygın olarak kullanılan bir diğer ulaşım aracı trenlerdi. 21 Mart 1340 [1924] tarihli ‘Hâkimiyet-i milliye’ gazetesi, Drama-Dedeağaç-Burgaz hattı üzerinden 3.236 göçmenin tren ile geldiğini yazdı…

Yürüyerek gelenler de yok değildi…

Lozan imzalanmadan önce Yunanistan’a “giden” Rumlar, çok zorluklar yaşadılar. Özellikle salgın hastalıklar nedeniyle, Eylül 1922 ile Temmuz 1923 arasında 70.000 Rum göçmen hayatını kaybetti. Yunanistan’a sağ salim varmayı başaran Rumlardan 50.000’i ise, o yıllarda Yunanistan’da hayat şartlarının iyi olmaması nedeniyle, orada durmayarak, Mısır, Fransa ve ABD’ye göç ettiler…

Lozan’ın imzalanmasından sonra, 1923 yazından 1924’un sonuna kadar Türkiye’den Yunanistan’a 192.356 Rum gönderildi…[10]

* * * * *

Batı Trakya’daki Müslümanlar ile İstanbul’daki Rumların muaf tutulduğu trajik yıkımdan geriye kalan Rum hikâyelerine gelince…

Örneğin mübadeleye tabi olan Rumlar gitmemek için Türklerle evlenmek istemiş, saklanmışlardır. Türkler de gayrimüslim kadınlarla evlenmek istemiştir.

Anadolu’dan göçen Rumların geride bıraktıkları ev ve dükkânlarına Müslümanlar tarafından el konulup, mallarının yağmalanması gibi sonuçlar da devreye girmiştir. Giden Rumlardan kalan evler birçok yerde kiremitlerine, kapılarına kadar yağmalanmış, alınanlar ya kendi evlerinde tamirat için kullanılmış ya da satılmıştır.

Lozan antlaşmasıyla yürürlüğe girdiği doğru olmakla birlikte, Anadolu Rumlarının zaten çok büyük bir kısmı -ki bu hemen hemen bir milyona yakındır-, 9 Eylül 1922 ile Mudanya Mütarekesi arasındaki bir aylık dönemde Anadolu’dan göçmek zorunda kalmıştı.

Zira resmi Türk tarih yazımında inkâr edilse de birçok Rum evi yakılmış ve Rumlar, yaşadıkları toprakları antlaşma yapılmadan önce terk etmek durumunda kalmışlardı.

Mübadele Yunanistan için bir milat oldu. İliklerine kadar işledi. Etkileri hayata sinip, sanat dallarının hemen hemen hepsine damgasını vurdu. Türkiye’de mübadele konusunu işleyen edebi eserler parmakla sayılacak kadar azken, Yunanistan’da “30 kuşağı” olarak adlandırılan edebiyatçıların yazmış ve yayımlamış oldukları eserler ciddi sayılara ulaştı.

Bu konuda Yunanistan’da “30 Kuşağı” diye adlandırılan ve çoğu Küçük Asyalı mübadil olduğu bilinen yazarlardan İlias Venezis’in, ‘Ege Hikâyeleri’[11] başlıklı yapıtında çarpıcı bir bölüm vardır.

Türkler İzmir alınca Rumlar kayık, tekne ne bulurlarsa denize açılırlar. Hedefleri, bir an önce Yunanistan’a ulaşmaktır.

Bu arada Midillili Rumlar da hemen harekete geçerler. Adada ne kadar Türk varsa, çoluk çocuk demeden hepsini, üstelik eşyaları ile birlikte denize dökerler. Yalnız bir Türk’ü adada tutarlar. O da adanın bahçıvanı Ahmet’tir. Çünkü bahçıvan Ahmet, adanın kadastrosunu bilen tek kişidir. Küçük Asya’dan giden Rumlar onun yardımıyla Türklerin boşalttıkları alanlara yerleştirilecektir.

Toprak, özellikle üzerinde yaşadıkları toprak mübadele sırasında hem Türkler, hem Rumlar için yaşadıkları bunca acının çekirdeğini oluşturmaktadır.

Lozan mübadillerinden Mustafa Bozbey de yakın tarihte Gümülcine’nin Langaza köyüne gider dedesinin çocukluğunu aramak üzere...

Dedesi anlatırmış: “Biz memlekette rençberdik, fakat Bursa’ya gelince ticaret yapmaya zorladılar. Biz de valiye çıkıp durumu arz ettik. Vali Bey bize hak vererek çevrede köy aramaya başladı ve Rumların bizim gibi mübadele yüzünden terk ettiği İnesi Köyü’nü buldu. Gidip köyü gördük ve çok beğendik. Birinin parasını Vali Bey, ikisinin parasını biz vererek üç öküz aldık ve tütün ekmeye başladık.”

Suyun iki yakasında da yaşananlar neredeyse aynıdır.

Edebiyat dergisi “Roman Kahramanları”nın 20. sayısında Şebnem Aslan’ın “Yunan Edebiyatına Yansıyan Mübadele” başlıklı yazısında, mübadeleye Yunan edebiyatının penceresinden bakılarak şu saptamada bulunur: “Dido Sotiriu, İlias Venezis, Nobel Ödüllü Yorgo Seferis, Kostas Politis, Staris Dukas gibi yazarlar, halkların doğup büyüdükleri topraklardan zorla gönderilmelerinin verdiği hüzün ve acının insani yanını işleyerek döneme ışık tutmaya çalışmışlardır.”

Ekler: “Bu yazarların çoğunun mübadeleyi yaşamış olması, yarattıkları edebi eserlere kendi yaşantılarını da eklemelerine ve aynı zamanda tarihi olaylara kaynak olmasına neden olması, Yunan edebiyatında ve dilde gelişmelere, modernleşmeye yeni ekollerin doğmasına yol açmıştır.”

Şebnem Aslan, Ayvalık doğumlu İlias Venezis’in ‘Eolya Toprağı’[12] başlıklı romanından çarpıcı bir bölümü şöyle aktarır:

Bir aile, hüzün ve acıyla anayurtlarını terke mecbur bırakılmışlardır. “Bütün ömrü boyunca kendisini koruyan gökyüzüne başını yaslayan” nine bir türlü uyuyamamaktadır. Sanki yaşlı kocası gömleğinin altında yumru gibi bir şey saklamaktadır.

Nine sorar: “Bu ne?”

Yaşlı adam, bedenine dokunan kalp atışlarına yakın duran yabancı kütleyi çıkarır.

“Bir şey değil, birazcık toprak”tır.

Memleketlerinin toprağı. Gidecekleri yabancı diyarda memleketlerinin toprağını hatırlamak adına fesleğen ekmek için yanına aldığı topraktır!

İşte konuya ilişkin birkaç tanıklık…

i) Üçüncü kuşak Karadeniz mübadili Antonios Filippidis anlatıyor:

“Dedem ve babaannem Karadeniz’den gelen mübadillerdi. Babam ve kız kardeşleri Yunanistan’da doğan ilk nesil. Annem Theodora Filippidis, ikisi de Bulgaristan Karadenizi’inden mübadil olan Antonios ve Stella Kawadpoulos’un kızı. Babam tarafından dedem Paul Filippidis, Gümüşhane yakınlarında Haman Köyü’nde doğdu, babaannem Zografia Filippidis Gümüşhane/ Bayburt yakınlarında Koskiri’de doğmuş. Anne tarafından dedem ve anneannem Bulgaristan’ın Varna kentine yakın Ravda’da doğdu. İki aile de 1920’li yıllarda Karadeniz’den Yunanistan’a göç etmeye zorlandı. Çocukken dedem ve babaannem köylerini birkaç saat içinde yanlarına taşıyabileceklerinin dışında hiçbir şey almadan nasıl terk etmek zorunda kaldıklarını anlatırdı’ diyor. Filippidis’in babasının babası Paul Filippidis ve kardeşi Petros Filippidis, en küçük kardeşleri ile birlikte Yunanistan’a giden bir gemiye binmek için İstanbul’a yola çıkmış. Anne ve babaları daha önce bölgede çıkan olaylarda ölmüşler. İstanbul yolunda en küçük kardeşlerini Ermeni bir ailenin yanında bırakmak zorunda kalmışlar. 1940’lı yıllarda kardeşlerini kendi çocukları gibi yanına alan aile ile posta yolu ile iletişim kurmuşlar. Ancak bu iletişim daha sonra bozulmuş ve üç kardeşin en küçüğünün nerede olduğu bilinmiyor.”[13]

ii) Yannis Gigourtsis anlatıyor:

“Ben Giritliyim ama İzmirliyim. Benim için çocukken bunları birleştirmek zordu. Ama şimdi hiçbir şey zor değil. Yunanlıyım ama biraz da Türk’üm, hepsinden bir parçam var. Bunun için mutluyum’ diyen Yannis Gigourtsis’in Türkçe soyadı Yoğurtçu... ‘Atalarımdan biri İzmir’de yoğurtçuymuş’ diyor...

Ailesi zorunlu göç zamanında İzmir Urla’dan, Yunanistan’a, Girit’in Kandiye şehrine gönderilmiş. Yannis’in hikâyesi, ölümler, sırlar ve tesadüflerle dolu. İki taraftan da mübadil olan Gigourtsis’in dedesi pek konuşmazmış. Urla’ya dair anlattıkları hikâyelerde hep çok iyi Türk dostları olduğunu, güzel sofraları ve sohbetleri anlatırmış. Urla’da kuru üzüm ticareti ile uğraşan aile Girit’e gidince bu işlerini devam ettirmişler.

Gigourtsis, ‘Dedem ve babaannem Girit’te tanışmışlar. Aslında ikisi de Urla’da aynı köyden ama farklı sınıftan geliyordu. Babamın ailesi bir gemiyle Girit, Kandiye’ye gitmiş ve benzeri mallarını alabilmişler. Babaannem daha zengin üst sınıftan geliyor. Babaannemin babası, mübadele zamanı zorunlu göç sırasında öldürülmüş. Alabildikleri kadar eşyalarını yanlarına almışlar, gemiye binmek için Urla ile iskele arasında 5 kilometre gibi bir mesafe varmış. Zorlu ve tehlikeli bir yol... Annesi çok şişmanmış ve gemiye giderken yolda ölmüş. Babaannem ağabeyi ve kız kardeşini de kaybetmiş ve tek kalmış. Amcasının yanında kalıyor ama yengesi onu hiç istemiyor ve mecburen bir müddet yetimhanede kalmış. Sonra dedem ile tanışmış evlenmişler,’ diyor.

Babaannesiyle uzun süre yaşayan ve ondan çok etkilendiğini söyleyen Gigourtsis, ‘O kadar zor zamandan geçmiş olmasına rağmen anlatmaz, şikâyet etmezdi,’ diyor.”[14]

iii) Üçüncü kuşak Samsun mübadili Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu Eğitim-Kültür Ataşesi Stavros Yolcuoğlu anlatıyor:

Yurtlarından göç ettirilen Türk ve Yunan mübadillerin anıları torunlarında yaşıyor. Stavros Yolcuoğlu, nene ve dedesinin doğduğu Samsun’a gitmiş. Yolcuoğlu, “Köyden toprak ve suyu aldım. Nenem ve dedemin Yunanistan’daki mezarlarına serptim. Onların canı rahat olsun diye” diyor.

24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’ndan sonra köylerini terk etmek zorunda kalan Yolcuoğlu ailesi, bir İtalyan gemisine bindirilmiş. “Sözde çok kolay olacaktı ama o kadar kolay olmadı bu yolculuk...” diyen Yolcuoğlu’nun dedesi o zamanlar 17 yaşındaymış ve gemiye binmeden bütün ailesini kaybetmiş. 15 yaşındaki nenesi ailesiyle binmiş gemiye ama o da yakın zamanda babasını kaybetmiş. Yolcuoğlu “Bir zaman geldi gemiye bindiler ve gidecekler ama nereye, yanlarında ne var, zaten ne taşıyabilirler ki? Zaten baskı altında, korku içinde herkes…

Onların üstündeki değerli eşyaları yolda yerli insanlar, hatta makamlar bile zorla alıyormuş. Yüzük, küpe gibi şeyleri... Bizimkilerden almamışlar çünkü o kadar fakirmişler ki taşıyacak bir şeyleri yokmuş. Ama akrabaları var ve onlar bunu yaşamışlar. Hatta dayımın kayınpederinin ailesinden bir hikâye duydum...” Burada durup yutkunuyor, uzun bir sessizliğin ardından anlatsın diye kısık bir sesle “Evet” dedim. Yolcuoğlu, “Onlar çok acı şeyler yaşamışlar. Dilim varmaz. Neyse...” dedi ve devam etti. “İstanbul’dan geçip Yunanistan’a gidiyorlar ama nereye... Yunanistan’a gemi nereye gidiyorsa oraya gidiyorlar. Gemiye bindiklerinde dedem bekâr, nenem bekâr. Gemide ya da gittikleri yerde kötü bir şey yapılmasın diye evlendiriliyorlar.

O zaman çok kolay bir şey bir kıza, kadına kötü şeyler yapmak ama evlenirse belki olmaz. Birileri sahip çıkıyor o zaman. Bu rezalet olaylar her zaman erkeklerden oluyor. Bu şekilde Lefkada Adası’na varıyorlar ve oradan sonra Yunanistan’ın içerisine doğru bir yola, neden ya da kim talimat verdi ya da hangi zorunlulukla bilmiyorlar. Bizim Yunanlıların Makedonya’sında Kozani diye bir il var ve sanıyorum Türkçe ya da Osmanlıcada Karasu diye bir nehir de var orada bir köyde yerleştiriliyor bu insanlar,” diyor.

Zorluklar peşlerini bırakmamış, uzun süre çadırda yaşamış Yolcuoğlu ailesi, açlık, sağlık sorunları derken, hastalıktan yakınlarını kaybetmişler. Orada yaşayan yerliler tarafından dışlanmış, ötekileştirilmiş hepsi. “Siz Yunan mısınız?” diye soruyor, “Evet” cevabından sonra “Neden Yunanca bilmiyorsunuz” diyorlarmış. Çünkü sadece Türkçe biliyorlarmış.

Yolcuoğlu, “Özellikle annemin babası yani dedem derdi ki biz Karamanlıyız. Türkler diyor bunlar Türk idi, Hıristiyan oldu. Bizimkiler diyor ki hayır yüzde yüz Hıristiyandık ama Türkçe konuşuyoruz. Gittikleri yerin insanlarından çok kötü şeyler yaşadılar. İlk önce onlara tarla vermek istemediler. Sonra Yunanca bilmedikleri için ayrı zorluk çektiler, kiminle anlaşacak pazara gidecek konuşamıyor...” Yerleştikleri köyün yakınlarında bir kasaba varmış. Orada daha varlıklı insanların yaşadığını söyleyen Yolcuoğlu, “Nenem ağlayarak anlatırdı” diyor ve ekliyor, “Oraya dilenmeye giderlermiş. Nenem bizi uzaktan görünce kapılarını ve pencerelerini kapatıyorlardı derdi. Çok acı verici bir tutum. Bu şartlar içinde yaşamışlar, büyümüşler”![15]

iv) Ailesini Bitlisli bir Kürt olarak bilen sosyolog, yazar Mert Kaya anlatıyor:

“10 yaşındaydım, aile büyüklerimden biri Yunanistan’a gitti. Turistik gezi olduğu söylenmişti. Döndükleri gün herkesi eve çağırdılar ve çocukları odadan çıkardılar. Sonra ağlama sesleri gelince merakla odaya girdik. Ekranda bir amca, kırık bir Türkçe ile herkese selam söylüyor el sallıyordu. Odadaki herkes ağlıyordu. Anneanneme gidip kim diye sordum, ‘amcam’ dedi. Niye Yunanistan’da peki? Doğru yanıtları veremediler. Savaşta kaçırdılar dendi. Yunan askerleri kaçırmış, Hıristiyan yapmış büyük amcamızı. Hikâye pek inandırıcı gelmedi ama 10 yaşındaydım. Yıllar geçti, tarihe olan ilgim arttı. Ailem aslında Bitlis’ten İzmir’e göç etmişti. Peki Bitlis’te Yunan askerinin ne işi vardı? Sorgulamalarım devam etti, artık cevaplar da değişti. ‘Bilmiyoruz’ demeye başladılar. Üniversiteye geldiğimde verilen bilgilerin doğru olmadığına emindim. Daha fazla araştırdım, zamanında Yunanistan’a giden teyzeme daha fazla soru sormaya başladım. En sonunda aradı beni, ‘her şeyi anlatacağım, çünkü ben de ulaşamıyorum, sen bul onları’ dedi.

Büyük dedem İshak, kardeşi Ioannis, küçük kardeşleri Victoria ve anneleri Anastasia, 4 kişilik bir aile. Samsun Vezirköprü ilçesine bağlı Aydoğdu köyünde yaşarlarmış. Babaları genç yaşta vefat etmiş. Mübadele kararı çıkınca aileye bildirmişler. Tüm köy gitmeye hazırlanırken Bafra limanının kalabalık olduğu, dolayısıyla bazı ailelerinde doğuya doğru sürgün edilmesi kararı verildiğini öğrenmişler ve askerlerle doğuya sürgün başlamış. 3-4 ay gibi bir süreçle Bitlis’e varmışlar ve boşaltılan bir Ermeni köyüne yerleştirilmişler. Evin büyük erkeği o sırada büyük dedem İshak daha 12 yaşındaymış ve bir Kürt ağanın evinde nökerlik (besleme) yapmaya başlamış. Oradan aldığı erzakları annesine getiriyormuş. Bir süre bu şekilde yaşamışlar. Sonra askerler gelmiş ve kafileye Halep’e doğru gideceklerini söylemiş. Anne Anastasis oğlunun bir Kürt evinde olduğunu söylemiş ve askerle yola çıkmışlar. Büyük dedem İshak asker görünce korkmuş ve kaçmış. Dedemi bulamayınca askerler kandırıldığını düşünüp kafileye geri dönmüşler. Tüm grup yola çıkmışlar ve dedem kalmış. Dedem annesinin kendisini aradığını bilmediğinden yıllarca kendisinin bırakıldığını düşünmüş.

Anne Anastasia, oğlu Ioannis ve küçük kızı Victoria yola çıkmışlar. Yolda Victoria vefat etmiş ve gemiden atmışlar bedenini. Anakaraya vardıklarında anne Anastasia, 10 yaşında olan Ioannis’e abisini bulmasını söylemiş. Yunanistan’ın o zamanki durumu, savaşın başlama süreci derken yıllar geçmiş. Anne Anastasia vefat etmiş ama oğlu Ioannis abisini bulacağına söz vermiş. 1960’lı yıllarda Bitlis’e gitmiş. Belediye’ye uğrayıp İshak adında biri olup olmadığını sormuş. Kardeşlerin birbirine çok benzemesi dolayısıyla ‘sana benzeyen İshak dayı var ama kimsesi yoktur onun’ demişler. Ioannis ısrar etmiş ve iki kardeş 40 küsur yıl sonra buluşmuş. Saatlerce kimseyi almamışlar eve, sarılmışlar, ağlamışlar. Evden çıkmamışlar pek. Bir kere fotoğraf çekilmek için çıkmışlar ve iki kardeşin birlikte olan tek fotoğrafı öylece çekilmiş.”[16]

* * * * *

Ve elbette coğrafyamızın mübadillerinin de hikâyeleri var…

i) Mübadil torunu Nurdan Tümbek Tekeoğlu aktarıyor:

“Doğduğu, büyüdüğü evi, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar... Arkadaşlarını, komşusunu, bahçesindeki ağacı bile özleyerek hasretle gözlerini yumdu yaşlılar. Akılları o topraklarda ölen dedelerinde, nenelerindeydi ya da anne ve babalarında... Cevap alamadıkları sorular sordular, bizim suçumuz ne, neden biz gibi... Hatta ‘peki ölülerimiz, onları nasıl götürelim?’ dediler, cevap yok... Birer bavul aldılar ve veda ettiler hiç terk edemedikleri evlerine... Neler yarım kalmıştı; Osman’ın Dimitri’yle çay içerken yaptığı sohbet, Hasan’nın kızının düğünü, Eleni ile Fatma’nın hazırladığı o nefis ziyafet sofrası... Daha onlarca sayabiliriz. Onlar bunları hiç unutmadı ama yarım kalan başka bir şey vardı... Aşk... Başkalarının hikâyeleri gibi anlatıldı belki çocuklarına, torunlarına yeni komşusu Ayşe’ye... ama ‘hiç bitmeyen bir aşk hikâyesi’ oldu torunlarının kulaklarında...

‘Dedem, annesini ve babasını Balkan Harbi’nde kaybetmiş. Çocukluğu, babasından kalan Selanik’in Ağustos ilçesindeki çiftliklerinde geçmiş. Orada anneannesi ve teyzesiyle refah içinde bir hayatları olmuş.’ Bu bir mübadele hikâyesinin sadece başlangıcı... Aslında hepimize tanıdık gelen bu cümleler bir mübadil torunu olan Nurdan Tümbek Tekeoğlu’na ait.

‘İpekçilik ve meyve üretim ile uğraşırlarmış. Ancak bir gün onlara ‘gidiyorsunuz’ denmiş. 1924 mübadelesinde, binlerce mübadilin bindiği Gülcemal gemisi ile dedem (15 yaşında), anneannesi ve teyzesiyle İzmir Karaburun’a gelirler.”[17]

ii) İzmir Karaburun’a bağlı Ambarseki köyünden Neriman Teyze anlatıyor:

“Gel bakem çök yanıma gari. Sana anlatacaklarım var. Anlatacak çok hikâye var ama birini hatırlıyorum tam olarak. Nenem çok anlatırdı hikâye ama bir tanesini hep anlatırdı.’ Gözlerinin içi parlıyor, heyecanlı, hızlı hızlı konuşuyor. Kelimelerin bazıları birbirine dolanıyor. Hafifçe arkasını dönüyor. Parmağıyla önüne oturduğumuz evi gösteriyor. ‘Buralarda şu gördüğün evde bir aile yaşarmış. Adını şimdi çıkaramadım kızın. Nenemin arkadaşıymış. ‘Beraber oyunlar oynardık, yemek yerdik hatta bazen beraber uyurduk, çok özledim arkadaşımı yarım kaldı kızım, benim bir yarım yarım kaldı’ derdi nenem...’ Bu öykü bu kadar değil, ama yarım kalmış. Her mübadilin hikâyesi gibi yarım. Sokaklara attıkları onların deyimiyle şiltelerin (minder) üzerine bağdaş kurup içtikleri çay gibi yarım. Dinledikleri müzik, attıkları kahkaha, gözlerinden akan yaş gibi... Sevdalar yarım, dostluklar yarım, düğünler, ölümler yarım...”[18]

iii) Ve nihayet ikinci kuşak mübadil Özen Tülin’in şu sözleri her şeyi olanca çıplaklığıyla ortaya koyuyor:

“Hep geri döneceklerini zannetmişler. Ama bu asla olmamış. Kavala’daki kültürlerini devam ettirmişler ama eskisi gibi olmamış...”[19]

* * * * *

Diyeceklerimizi tamamlarsak: Hâlâ bilmeyen var mı?

“Sistem, insanlara kayıtsızlık aşılıyor”;[20] “Sistem alçaklığı alkışlıyor. Çok çalanı ödüllendiriyor, az çalanı mahkûm ediyor. Barış çağrısı yapıyor, şiddet uyguluyor. Sana komşunu sevmeni vaaz ediyor ama aynı zamanda seni onu yiyerek hayatta kalmaya zorluyor.”[21]

 “… ‘Benim ne umurum’ çağıdır bu: ‘Sana ne, bir şeycik yapamazsın, karışma, kendi gemini yürütmeye bak,’ çağı. ‘Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar av tarihleri avcıyı övecektir.’ Çabuk olmayan ölüyor. Kişi ya kazık atan ya da kazık yiyen olmak zorunda kalıyor; yalan söyleyen ya da yalanı yutan…”[22]

“Hemen tüm dünya kendi kendisi olmaktan çıkmış durumda ve bu ötekileşmede insan en temel niteliğini yitirmekte: durup düşünceye dalma, kendi içine sığınıp kendiyle uzlaşma, ötekileşme onu sersemletmekte körleştirmekte bir uyurgezer telaşıyla, bir makine gibi harekete zorlamakta!”[23]

Evet, tam da Béla Tarr’ın ‘Torino Atı’ndaki betimlemeyle, “Bu çağ, yaşadığımız bu günler, hiç şüphesiz bugüne kadar yaşanılanların en kötüsü değil ama tarihten bugüne; en şarlatan ve en budala bir çağ seçilecek olsaydı, o çağ hiç şüphesiz yaşadığımız çağ olurdu” ki, “Herkesin her şeyden haberdar olup hiçbir şey yapmadığı, her şeyle dayanışma içinde görünüp yerinden bile kıpırdamadığı bir dünyada yaşıyoruz,”[24] ne yazık ki!

Lakin ne pahasına olursa olsun; “Dünya paramparça olacak olsa bile, hakikâtin söylenmesi gerek!”[25]

Tıpkı mübadele trajedisindeki gibi…

Kolay mı? “İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu gizlemekten, unutturmaktan, toplumu geçmişine yabancılaştırmaktan, toplumu ‘tarihsizleştirmekten, kimliksizleştirmekten’ geçiyor. Zira, toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsurudur. Bu yüzden ‘iktidar gizlemesini bilenindir,’ denmiştir.”[26]

Resmî tarih, ezilenlerden hakikâtleri hep gizlerken; malum üzere mübadele de gizlenenlerden birisiydi.

Unutulmasın: Beşeri olarak biz(ler)i fakirleştiren mübadele, aynı zamanda bizi noksanlaştırdı: “Noksanlık şu demektir. Birbirine ait olanın henüz bir arada olmayışı...”[27]

Eksikliğin giderilmesi hesaplaşmayı “olmazsa olmaz” kılıyor…

O hâlde Murathan Mungan’ın, “Az olun, ama hakiki olun!” uyarısından hareketle; “Minerva’nın baykuşu, ancak gün batarken uçmaya başlar,”[28] gerçeğinin anımsanması/ anımsatılması “es” geçilmemeli…

Hem de, “Sen de iyi biliyorsun ki tüm yeryüzünü kendi vatanımız, insanların hepsini kardeşlerimiz ve dostlarımız olarak görmemiz soylu bir tavırdır,”[29] ifadesinden hareketle Tyanalı Apollonios’un…

3 Ekim 2022 19:10:36, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:256, Kasım 2022…

[1] Octavio Paz.

[2] http://Lozanmübadelesi.blogspot.com/

[3] Gazanfer İbar, Anadolulu Hemşehrilerimiz Karamanlılar ve Yunan Harfli Türkçe, İş Bankası Yay., 2010, s.163.

[4] Sina Akşin, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi, İş Bankası Yay., 2014.

[5] Abbas Güçlü, “Ermeni Tehcirinde Yaşananlardan Çok Daha Fazlasını Muhacirler de Yaşamış!”, Milliyet, 10 Nisan 2016, s.23.

[6] Öznur Oğraş Çolak, “Bugün, Mübadelenin, Vatansız Kalanların Günü”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2019, s.13.

[7] Taner Timur, “Dünden Bugüne Türklerin ‘Göç’le Sınavı”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:753, 15 Ağustos 2021, s.8-9.

[8] Lozan Barış Konferansı-Tutanaklar Belgeler- Takım: II, Cilt:2, çev: Şeha L. Meray, Ankara Üniversitesi SBF Yay., No: 348, 1973.

[9] Mihri Belli’nin Anıları, İnsanlar Tanıdım, Milliyet Yay., 1989, s. 261-262.

[10] Yıldırım, Onur. “Revısıting The Plight Of The Refugees During The Turco-Greek Exchange Of Popülations, 1923-1925.” Association For The Stüdy Of Nationalities’in yıllık konferansında sunulan makale, Columbia University, New York, Nisan 19-21, 2012.

[11] İlias Venezis, Ege Hikâyeleri, çev: Üner Eyüpoğlu, Belge Yay., 2008.

[12] İlias Venezis, Eolya Toprağı, çev: Burcu Yamansavaşçılar, Belge Yay., 2013.

[13] Öznur Oğraş Çolak, “Karadeniz, Hasret ve Özlem...”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2018, s.2.

[14] Öznur Oğraş Çolak, “Yunanlıyım Ama Biraz da ‘Türk’üm”, Cumhuriyet, 31 Ocak 2018, s.6.

[15] Öznur Oğraş Çolak, “Sözde Kolaydı Ama Hiç Kolay Olmadı”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2018, s.12.

[16] Kazım Gündoğan, “Kayıp İnsan Öyküleri ve Tarih Yazımı: Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar ve Mübadele”, 25 Şubat 2021… https://artigercek.com/haberler/kayip-insan-oykuleri-ve-tarih-yazimi-muslumanlas-tiril-mis-rumlar-ve-mubadele

[17] Öznur Oğraş Çolak, “Mübadil Torununun Gözünden...”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2016, s.16.

[18] Öznur Oğraş Çolak, “Bir Fırtına Tuttu Bizi, Deryaya Kardı”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2017, s.15.

[19] Öznur Oğraş Çolak, “Sözde Kolaydı Ama Hiç Kolay Olmadı”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2018, s.12.

[20] Richard Sennett, Karakter Aşınması-Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 2005.

[21] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2013, s.111.

[22] Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, çev: Nihal Yeninobalı, Can Yay., 1994, s.192.

[23] José Ortegay Gasset, İnsan ve Herkes, çev: Neyire Gül Işık, Metis Yay., 1995, s.35.

[24] Jean Baudrillard, Çaresiz Stratejiler, çev: Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yay., 2011, s.248

[25] Friedrich Nietzsche, Tan Kızıllığı, çev: Özden Saatçi Karadana, Say Yay., 2003, s.223.

[26] Fikret Başkaya, Resmi Tarih Tartışmaları 2, Özgür Üniversite Yay., 2006, s.8

[27] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev: Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, 2008.

[28] George Wilhelm Friedrich Hegel, Hukuku Felsefesi, çev: Cenap Karakaya, Sümer Yay., 2019.

[29] Tyanalı Apollonios, Mektuplar, çev: C. Cengiz Çevik, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2021.