Hani halk arasında sıkça kullanılır “Ağacın kurdu içindedir.” Çok doğru ağacın içinde kurd töremese o ağaç kolay korumaz, çürümaz. Ancak düşündük mü hiç insanlığın ağaçta bir farkı var mı?

Elbette ikisi de  doğada var olan canlılar. Ancak insanın diğer canlılardan farkı düşünmesi kendisini ve içinde yaşadığı çevreyi değiştirmesidir. Ayrıca önemli bir ayrım da insanın var olduğundan beri sürekli, savaşlar, bir birini, iteleme, dolandırma, sömürme ve bunca katliam yapan olmasıdır. En büyük çürümenin sonucu değil mi bunca kötülükler tarih boyunca sürekli yeni devletlerin, ülkelerin dağılması?

Tarihin çok derinliklerine inmeyelim yakın tarihmizde Halacı, Mansur, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Sinan Çemgil, Mahir, Çayan,  Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Sivas Katlamı ve o günden bu yana katledilen insanları bir düşünelim.

Halacı Mansur’dan günümüze kadar Anadolu toprakları üzerinde, kaç devlet, kaç hükümet kuruldu ve yıkıldığının sayısını  saymak bile zor.

Bütün bu yaşananlardan toplumsal çürümüşlük var. Kısaca bu insanın kendi içindeki kurdudur kendisini çürüten ve yok eden.

Elbette doğadaki değerli varlıkların, canlıların yok olmasına karşı çıkanlar, önlem almaya çalışan gene az veya çok insan olmuştur. Bu alanda oldukça önemli gelişmeler göstermiştir. Ancak özellikle de insanın kendi içindeki ve içinde yaşadığı, toplumdaki çürüme konusunda yetersizlik de insanlık var olduğundan beri sürüyor. Bu yetersizlik belli dönemlerde çüremeye karşı olduğunu her fırsatta dlle getirenler arasında da yaygınlaştığını özellikle yaşadığımız bu çağda, bu günlerde daha çok tanık oluyoruz.  Bu çüremeye insani diğer varlıklardan ayırmaya çalışan insanlar, guruplar, önemli topluluklar olmuştur. Hani Dadaloğlu demiş, ”Delikli demir çıktı mertlik bozuldu.”  İnsan ahlaken, insan olma duygusundan sıyrılarak hakim olmaya başladığı andan itibaren mertlikte bozulmuş oluyor. Soygun, dolandırma, insan organı tüccarlığı, uyuşturucu, alkol ticareti yaygınlaşıyor. Bu yetmiyor hukuk, sağlık, kültür kurumlarına  da virüs giriyor ve ele geçiriyor. Hukukta, sağlıkta, kültürde, eğitimde,  siyasette en üst makamları da ele geçirerek toplumu bir ahtapot gibi sarıyorlar. Onlar için artık, ahlak, adalet, yakın akrabalık, inanç hepsi sadece slogan düzeyindedir. Bu çürümüşlüğü  çevrelerine de aşılayarak geniş halk kesimlerini etkisi altına alarak sürdürmektir. Çürümüşlük bir başlamışsa bir insanın, yüreği ve beyninde onun okumuş, profesör olmuş, vali, milletvekili, bakan olmuş, hukukçu olmuş, her hangi bir sivil kurumun başkanı olmuş, bilmem hangi yayın  evinin, veya holdigin sahibi olmuş önemi yoktur. Kötü olan toplumu çürütmeye başlayan virüslerin bu mevkilere sızmış olması ve kendilerini bu şemsiyeler altında saklayabilmesidir. Bir virüs kendisini vücutta iyi saklamasa onu tüketebilir mi?.

Bu gerici, ırkçı virüsler olmasaydı Hallâc-ı Mansur “En- El Hak”, yani "Ben Hakk'ım" ve “Tanrı insandadır” anlamındaki sözü için asılır mıydı?  Daha sonra aynı görşleri tremsil eden Ozan Nesimi “Tanrı'nın insan yüzünde tecelli etmesi” ve “vücudun bütün organlarını harflerle izah” gibi fikirleri yüzünde asılarak derisi yüzülürken, o günün çürümüşleri temsil eden Müftüsünün (Molla'nın) parmağına büyük Ozan Nesimi’nin kanı sıçardığı için hemen yıkamaya başlar. Büyük Ozan Nesimi derisi soyulurken bile onu alaya alır ve der ki  “Ben Hak uğruna canımı veriyorum ama  Zahid sen inandığını söylediğin Allah için bir parmağını bile veremiyorsun!”

Sinan Cemgil, Mahir Çayan, İbrahim Kalpakkaya, Deniz Gezmiş ve arkadaşları “Yaşasın Halkları kardeşliği, yaşasın sömürüsüz bağımsız Türkiye” dediler ölümü ve ölüm fermanını yazan cellatlarıyla alay ettiler.

Sivas'a gidenler başta Asım Bezirci, Aziz Nesin olmak üzere hepsi yaşamları boyunca kardeşin kardeşi sömürmediği, ahlaksızlığın olmadığı bir özgür Türkiye istediler. Sivas'ta bu görüşü savunan bin civarında insan bir araya geldi. Burada kardeşlik için Semahta yer alanları, bağlamalalarını seslendirenleri, kalemleri kardeşliği, özgürlüğü yazanların kaldıkları otele tamamen toplumun içinde dolaşan binlerce virüs homurdanarak hücüm ettiler ve ateşe verdiler. 

Ancak Oteldeki halklarının onuru, yüz akı olan canlar orada ateşin alevleri içinde Hallac.ı Mansur’un “En- El Hak”, cümlesini ve Ulu Ozan Nesimi’nin bu cümlelerini “Ben Hak uğruna canımı veriyorum ama  Zahid sen inandığını söylediğin Allah için bir parmağını bile veremiyorsun!” tekrarladılar.

Bununla kalmadılar. Orada bulunan ozanlar, şairler  Ulu Ozan Nesimi’nin  bu dörtlüklerini yüksek sesle dillendirdiler.


“…Nesîmî yüzüldü, Mansur asıldı,
Ali düldüle bindi, küffar basıldı,
Nice ulu sular arktan kesildi.
Aktı kör pınarlar ne çaylar oldu…”

Mende sığar iki cihan,
Men bu cihana sığmazam…
Gevher-ü lâ mekân menem,
Kevn-ü mekâna sığmazam…

Bu dizdelerin yanında gençler özü temiz, inançlı insanlar  Asım Bezirci'nin babacan sesine eşlik ederek haykırdılar

 „Biz belki burada bir defa yanarak öleceğiz. Ancak siz dünya yaşadıkça hergün lanetlenecek ve her gün öleceksiniz…

Ateş sarmışken bile oteli korkusuzdular. Başta Aziz Nesin olmak üzere kimi otel odasında yatağında uzanmış kitap okuyordu, kimi Hasret Gültekin ile  Nazım Hikmet'in Şeyh Bedrettin Destanı‘ndaki şu dizeleri koro halinde söylüyorlardı:

“hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini..”

Bütün yaşananları Gülnaz Çolak alevlerin dumanları arasında dolaşarak fotoğrafladı.

Evet 31 yıl geçti. Toplumda yoksulluk, çelişkiler, sömürü mafya ilişkişleri daha da derinleşti. Cinaytler çoğalarak sürüyor. Bu olumsuzluklara karşın bugün Hallac – ı Mansur’dan günümüze kadar halkı uğruna, dünya insanlığı uğruna yaşamını feda etmekten korkmuyanlar anılıyor. Pir Sultan Abdal’da asılırken şöyle der:

„Ne mutlu eğri zamanda doğru yerde durabilene.“

Bu anmaları düzenleyenler inanıyorum ki doğru yerde duruyorlar. Bu insanlardan sadece etkinliklerden değil başka zamanlarda da onların adını taşıyan, müze, ev, heykel, eser ne varsa sahiplenmek ve korumak bir görev olarak bilinmelidir. İzmir’de Sivas Şehitleri adına yapılan güzel bir anıtta bulunan bütün resimlere saldırılmış, kırılmış, eizlmiş. Birkaç yere yazdım ve fotoğrafları gönderdim. Ne yazık ki yanıt veren olmadı. Anıtlarına, eserlerine, yaşam mekanlarını gözümüz gibi sahip çıkmazsak önemli bir eksiklik yapmış oluruz. Eğer toplumu bu Çağda gerici- Irkçı virüsten korumak istiyorsak bize ait olan değerleri korumayı da görev bilmeliyiz. Onları koruduğumuz ölçüde bir ortak yaşam ve dayanışma içinde olabilme düşüncesini genç kuşaklara kavratabiliriz. Dünyayı evi ve insanlığı inancı olarak bilenler omuz omuza olursa gericiliğin - ırkçılığın kılıcı ne denli keserse kessin çağdaş bilim, sanat, edebiyatçıların, düşüncelerinin yolu kesilemez.

Bütün Sivas şehitleri ve devrimci mücadele şehitlerimizin anısı önünde derin bir saygıyla eğilerek anıyorum. Onların ışığı sönmeyecek dünya halklarının yüreğinde yaşayacak.