Avrupa Seçimleri yaklaşırken, artık “sol mu-sağ mı?” sorusunun çok çok ötesinde şeyler yaşanan bir asırdayız.

Yaşamın tüm alanlarına ve jet hızıyla, üstelik yasallaştırılarak sirayet ettirilen bir “köklü değişiklikler” asrındayız.

Tüm bu değişiklikler bizzat Avrupa Parlamentosu başkanlarınca tertemiz bir şekilde sembolize edildi: “GERÇEK BİR AVRUPA FARKI!”

Brüksel’de sembolik olarak “İltica Hakkı”na cenaze merasimi düzenlendi. Dün de birçok kentte sembolik cenaze merasimleri düzenlendi: “Mücadeleye devam” denildi.

Yunanistan’dan İtalya’ya, Tunus’tan Libya’ya, Belarus’tan Sırbistan’a; savaş bölgelerinden kaçanların, “geri itme” kavramıyla meşrulaştırılan, asker kurşunlarıyla kanrevan içerisinde bırakıldığı bir asırdayız. Tıka basa dolu sınır hapishanelerinden haber almak dahi neredeyse mümkün değil.

Tüm bu gidişatın 2026’ya dek tamamen rutin hale gelmesi de, zaten CEAS-Ortak Avrupa İltica Sistemi Reformu’yla sabitlendi. Ve artık apaçık bir şekilde: “Daha anlayamadınız mı? Kapitalizm sadece öldürür!” dendi.

“Gerçek bir Avrupa farkı”:

Şu bir hafta içerisinde hem tüm Avrupa Birliği üyelerini bağlayan kararları, hem de ülkeler özgülünde gündeme gelen yeni uygulamaları, bir de NATO’nun silah-asker-savaş güzergâhındaki hızı döküme etmeye kalkılsa, inanın bir kitap kapasitesini aşar! (Avrupa topraklarının %60’ının verimsiz oluşu ve 2050’ye dek bu verimin arttırılma projelerinden tutun da, balıktan kuşa “doğayı koruma” anlaşmalarından tutun da –siz buna dijital güvenlik ağı inşaası deyin-, insan hakları kapsamına “CO2’siz hava soluma hakkı”nın alınması “mücadelesi”ne dek;inanın ilkokul çocuğu zekâsına dahi hitap edemeyecek düzeyde onlarca tarihi karara imza atıldı).

Üniversite kapıları resmen savunma sanayisine ve Savunma Bakanlığı’na açıldı:

Almanya’nın ardından İtalya da “Üniversite kapıları Silahlı Kuvvetler’in çalışma alanları kapsamındaki deneylere açılacak ve bu yönlü yapısal değişikliklere gidilecektir” kararı aldı. Akademisyenler ve üniversite öğrencileri: “Bilim yuvalarının kapısından askerlerin girdiğini görmek istemiyoruz. Militarizme hayır!” eylemlerine başladılar.

İtalya’yı diğer ülkeler izledi.

Şüphesiz ki bu uygulama zaten her ülkede mevcut. Ancak şimdilerde, kamuoyuna açık ve yeni yasalarla duyurusu yapılan, üniversitelere asker girişini kutsayan bu zincir “AB Savunması” şiarıyla yapılıyor.

İlk adım atıldı, anayasal grev hakkına başka bir form verilecek:

Sendikalar, bizzat bakanların “Sanayileşmiş ülkelerde, anayasal bir hak olan “grev hakkı”nı başka bir normda formüle etmek artık bir zorunluluktur” açıklamaları üzerine; “Modern İş Anayasası”nı tartıştırmaya başladılar. Ve grev hakkını “Modern İş Anayasası” içerisinde eritme yönlü bir kamuoyu çalışmasının startını verdiler.

Tüm bunlar olurken Lufthansa, Nisan 2027’ye dek greve gitmenin yasak olduğu bir Toplu İş Sözleşmesi’ne imza attı: “Modern İş Anayasası”na hazırlık antrenmanlarına başlandı!

Toplumsal iradenin-örgütlenmenin önünde yeni bariyerler:

Hepimiz, Sivil Toplum Örgütleri diye nitelendirdiğimiz, çokça eleştirdiğimiz kurumların önüne dahi büyük bariyerler örülmeye başlandığının bilgisindeyiz. Bu bariyerlerin yıkılmasına yönelik çok yoğun bir hukuki mücadele süreci geçirildi-geçirilmeye devam etmekte (bunları aralıksız bir şekilde aktarmaya çalıştım).

Bu süreci yaşayan ilk kurumlardan biri de Attac oldu. Attac, ilerleyen günlerde “ölümcül” olarak nitelendirdiği bu darbelerin, yeniden ve daha keskin bir biçimde tüm kurumların karşısına dikileceğine dikkat çekmek üzere bir basın açıklaması yaptı.

Bu süreci ve yapılan basın açıklamasını kısaca özetlemekle yetineyim:

Frankfurt Vergi Dairesi 14 Nisan 2014’te, dünya çapında küreselleşme karşıtı olarak tanıdığımız Attac’ı adeta bombalayan bir karar yayınlamıştı: Derneğin 2010-2012 yılları arasındaki faaliyetlerinin “kâr amacı gütmediği”ni ilan etmiş, bu kararın ardından Attac, Federal Mali Mahkemesi'nden şöyle bir karar bildirimi almıştı: “Demokrasiye, insan haklarına ya da sosyal adalete bağlılığı teşvik etmek isteyen her kurum, bu amaçlarının kâr amacı gütmeyen bir nitelikte olduğunu beyan etmelidir.”

Hemen bu sürecin ardından, neredeyse tüm muhalif-ilerici-devrimci  kurumlar, hatta hatta bazı partiler bu karar bildirimleriyle tanışmak durumunda kaldılar.

200 dernek ve vakıf bileşiminden oluşan Attac’ın, hakkında çıkarılan “kâr amacı gütmeyen bir kurum olduğunu ispatlamalıdır" hükmü gereğince, bu ispatı gerçekleştirmek üzere ilettiği tüm kanıtlar red edildi. Attac, 2016 itibariyle başka bir hukuki itiraz yöntemi üretti. Ve kurumları da bağlayan “Vergi Yasası” paragrafının değişmesini zorunlu kılan bir dava sürecini nihayetlendirebildi. Ancak tüm bunlara rağmen, STÖ’lerini her an vurabilecek bir nitelikte olan vergi kapsamındaki yasayı değiştirmeme ısrarı sürmekte.

Kısaca: Bu kapsamda, hukuki değil siyasi kanaatlerin cirit atabileceği maddeler ısrarla korunmakta. İçerisinden geçtiğimiz yasaklar sürecinde ise bu maddeler “biçme” politikasında çok önemli bir rol oynamaya devam edecek.

Bu sebeple, Avrupa Seçimleri sürecindeki eylemlere “Başka bir Avrupa mümkün” şiarıyla katılan Attac’ın Koordinasyon Grubu üyesi Judith Amler Çarşamba günü bir basın açıklaması yaptı.

Judith Amler bu açıklamasında, kurum olarak altını çizdikleri noktaları şöyle özetledi: “Demokrasiye desteğin azaldığı ve aşırı sağcılığın arttığı bir dönemde bu ölümcül bir gelişmedir.

Ve bu diyarlardaki tutsaklarımız: Artık Avrupa’da-uluslalarası düzlemde, “hastalık,işkence görme-hapse girme tehlikesi” gibi en insani taleplerimizi ifadelendirişimizin dahi hukuki zeminde hiçbir hükmü kalmadı:

Gazze’de apaçık bir soykırım gerçekleşirken, İsrail Devletini eleştirmenin dahi yasaklandığı topraklardayız artık. Daha ötesi mi var?

 Gazze’de apaçık bir soykırım gerçekleşirken, yani böyle bir asırda Uluslararası Adalet Divanı, bir cinayetin aydınlatılmasında gösterilebilecek büyük bir “titizlikle” balistik incelemeler metodunu yeğleyebilir. Her gün yüzlerce kişi daha katledilebilir. Problem değil! Bu incelemelerin yapılmasının yılları alacağı kesindir. Problem değil! Peki problem nedir? Problem hayatın her alanında algılarımıza oynanması olsa gerek! Yani “Mış” gibi yapmak.

Savaşlardan soykırımlara, çiftçiden işçiye, öğrenciden emekçiye, havadan suya, iklimden felaketlere: Hepsinde “Mış” algısında çakılı kalmamızı sağlamak.

Bakın bir etrafınıza! Eğitimden sağlığa tüm alanlarda, okullarda-fabrikalarda; insani bir talep ifade etmeniz dahi tepkiyle karşılanır oldu. Grevler-eylemler dışında, küçücük bir insani talebi dillendirmek dahi korku duvarlarına çarpar hale getirildi.

Ecevit Piroğlu, Serhat Gültekin, İhsan Cibelik! Ve birkaç yıl içerisinde çıkacakları tahmin edilen, bu diyarlardaki tutsaklarımız.

Ecevit Piroğlu bedeniyle konuşuyor!

İhsan Cibelek kanser!

Serhat Gültekin’in ciddi sağlık sorunları var.

Yeni değil, ancak Türkiye’ye “insan iadesi” periyodikleşti (ki 2002’de çıkan yasalara dayanılarak, 2005 yılında, yaşadığım eyaletten 3 Kürt aktivist bu şekilde gönderildi. Avukatlar resmen şoktaydı-üzgündü. İnternet yaygın değildi o dönem, olayı sınırlı sayıda insan duyabildi).

Bir de üstüne şu “Gerçek bir Avrupa farkı” yaratma asrını ekleyelim.

Yani savaş makinesinin, nerede rastlarsa orada “İnsan Hakları” bariyerlerini pervasızca biçtiği şu yeryüzüne bir bakalım. Avrupa’nın kendi topraklarındaki yerli kurumları kriminalize etme sürecinin vardığı boyuta bir bakalım.

Kapitalizm öldürür: Nerede olursak olalım, “mış” gibi yapmadan, yani yalakalaşmadan “mücadeleye devam-biat etmeyeceğiz!” demekten daha onurlu bir yol yoktur kapitalizmde! Çıkış yolu mudur bu yol, çözüm yolu mudur? Hiç önemi yok. Bu yol yabancılaşmamanın yoludur. Bu yol tahminlerimizin çok çok ötesinde bir zorluk ve uzunlukta olmaya devam edecektir. Onlar, bizler; yani insanlık dayanır ömrü uzunluğunca bu yola. Peki ya doğa? Başka gezegenlerdeki yaşam arayışlarına bunca yatırım yapmaları! Boşa olmasa gerek...