Yerde parçalanmış kuş bedenleri

Tüyler kan ve ölüm ölüm

Ah Sebo, Sebo can

Onca zalımın onca zalımın

Zulmunu yüklendin

Dağlarda yitti tülün teleğin

Ama kan ama kan durur”(*)

Mart ayı da tıpkı diğer aylar gibi mücadele tarihimizi yakından ilgilendiren gelişmelerle dolu. 14 Mart 1883'te Karl Marx aramızdan ayrıldı; 18 Mart – 28 Mayıs 1871 Paris Komünü; 15 Mart 1946'da Mahir Çayan'ın doğumu; 30 Mart 1972 Kızıldere Katliamı, 16 Mart Katliamı, Halepçe Katliamı...

12 Mart ve 12 Eylül cuntaları döneminde sol 'fiziken' yenilgiye uğradı. Ne var ki, bu yenilgiler yeterli düzeyde tartışılarak geleceğe miras olarak bırakılamadı.

Yeni bakış açısı, yeni politik ve toplumsal koşullar içinden çıkagelebilirdi. 12 Eylül 1980 yenilgisinin, yol açtığı bin bir musibete karşılık iki darbeyle kesintiye uğrayan ve birbirlerinden koparılan 1968-72 ve 1974-80 dönemlerinin devrimci bir muhasebesi için de bir imkan sunmasını beklemek boşuna sayılmazdı. Bu imkan gerçekleşebilse Komün tarihçisi Prosper Oliver Lissagaray'ın “çocuk” mecazıyla ifade ettiği sonraki kuşakların “anne babalarının yenilgisinin nedenlerini”, “partinin bayrağının bütün ülkelerde nasıl dalgalandığını bilme hakkı” teslim edilmiş olabilirdi. Heyhat, böyle olamadı.” (“Sabo” önsözünde Ertuğrul Kürkçü, s.11)

“Necmettin / Bir Devrimcinin Hatırası”, “İşçilerin Haziranı / 15-16 Haziran 1970”, “Cevahir”, “Bizum Cihan / Cihan Alptekin Kitabı”, “Sabo / Sabahattin Kurt Kitabı”, “Devrimciler Ölmez / Sinan Kazım Özüdoğru Kitabı”, “Ateşi Çalan Yolcular 1” kitapları, Ayrıntı Yayınları'nın 'Yakın Tarih' adlı kitap dizisindeler. Yakın tarihimizdeki önemli olaylar ile tanıtılması gereken kişilerin biyografilerine yer verilmiş. Bu eserler geçmiş sürecimizi inceleyip araştırmak açısından, yer verilen anılar ve belgeler ile kaynak niteliğindeler.

Sınıflar mücadelesi tarihinde aramızdan koparılan yoldaşlarımızı anıp, sloganlarımızda dile getirsek de, mücadele süreçleri ile biyografileri hakkında yeni eserler yaratılmalı. Adını yazdığım eserlerde, doğal olarak içimizi acıtan bilgilerle de karşılaşmaktayız. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Sabahattin Kurt, Çukurova'dan Karadeniz'e işçi ve köylü örgütlenmelerinde görevlerini yerine getiren bir THKP-C'lidir. Adı geçen eserde, Sabo'nun mezarının bile olmamasını öğrenmenin acısını duyuyoruz. “Siyasalı bitirip Gevaş'a kaymakam olacağım” diyen Sabo'nun ablası Sevinç Kurt; “Kaymakam olmadı, mezarı bile Gevaş'a gelmedi” diyor, büyük üzüntüyle. Fatsa Nurettin köyünde evine gittiği Hüseyin Gümüş, şu soruyu sorar;

Sabahattin ne dersin, devrimi görebilecek miyiz?”

Sabahattin Kurt'un cevabı şimdi bile yürek sızlatıyor; “Ne devrimi görmesi, altı ay yaşarsak iyi...” (age, s.48)

Altı ay bile yaşamayabileceklerini bilen THKP-C ve THKO'lular, “Üç Fidan”ın idamlarını engelleyebilmek adına bedenlerini ateşe atmaktan çekinmediler. Ertuğrul Kürkçü, iki gün önceden ölümün adım adım kendilerine yaklaştığının farkında olduklarını yazmaktadır. Ölüm namluları Kızıldere Köyü'nde etraflarını kuşattığında, “Biz buraya teslim olmaya değil, ölmeye geldik,” sloganını haykıracak cesarete sahiptirler. “Ben üç-beş talebeyle parti kurmam,” diyen Mihri Belli anlayışındakilere göre, onlar üç-beş talebedir.

Bilindiği gibi, cuntaları dünyaya ihraç eden CIA, 12 Mart'ı tezgahladı. 12 Mart operasyonları ile istediği sonucu alamayınca, 12 Eylül cuntalasını işbaşına getirirken, ABD Başkanı'na "Our boys did it (Bizim çocuklar yaptı)" müjdesini verdi. Demirel'in sağ kolu İhsan Sabri Çağlayangil CIA gerçeğini açıklamak zorunda kalmıştır: “12 Mart'ta CIA vardır.(...) CIA bu yolla içime girmiş altımı oymuş. Mobilya kurdu gibidir CIA. İçine girer ve oyar.” (“Bizum Cihan” s.118)

CIA'nin emir kulu cuntacılar, Maltepe'de ellerini Hüseyin Cevahir ile Mahir Çayan'ın kanına bulamışlardır. Mahir Çayan sandıkları Hüseyin Cevahir'i katlederken ellerine bulaştırdıkları kanı, Sansaryan Han'daki tabutlukta işkence gören Cihan Alptekin'in yüzüne sürerler. Kan sürme tezgahını hazırlayan Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu;

Görüyorsunuz işte, artık hepiniz yenildiniz; sizin gibi anarşistlerin sonu budur işte,” gibilerinden bir söz etti.

O zamana kadar sessiz duran Cihan, başını kaldırarak ve gözlerini Aykutlu'nun gözlerinin içine dikerek şu sözleri söyledi:

Evet bu kez yenildik, ama temelli değil! Demir ökçeniz şimdi eziyor bizi. Fakat davamız daha da güçlenmiş olarak yeniden ayağa kalkacaktır.” (“Bizum Cihan”, Tayfur Cinemre'den alıntı, s.215)

Onlar işkencecibaşlarına bu yanıtı verebilecek kadar cesur ve kararlıdırlar. Yenilgiye uğrasalar bile, mücadelenin çok daha güçlü olarak ayağa kalkacağından emindirler. Çünkü mücadele toplumun her kesimini derinden etkileyip sarsabilecek potansiyel güce ulaşmıştır. İsmail Cem, “12 Mart” kitabında, “Gençlerden Özür Dileriz” (“Bizum Cihan”, s.208-210) başlıklı bir yazı yazar:

Hepimiz birlik olduk. Kendi gençlik hayallerini gençleri ölüme göndermekte arayan idealistlerimiz; kendi aşağılık komplekslerinden gençleri kullanıp kurtulmak çabasındaki büyüklerimiz, kendilerini gizli iktidar sayan ağabeylerimiz, hep birlikte olduk. Sizin sırtınızdan kendimizi adam ilan ettik. Siz öldünüz kişiliğimiz yüceldi. Sayenizde kendimiz adamdan saydırdık. (...) İşte böyle gençlik. Hepimiz el ele verdik... Açıkçası kanınıza girdik.” (age, s.209-210)

Birileri el ele verip gençlerin kanını döktürerek, kendilerini adamdan saydırmaya çalışmışlardır. Karşı-devrim cephesinde yer alanların kan dökücü bu tavrı şaşırtıcı değil. Zaten, 12 Mart'ın başbakanı Nihat Erim, "Alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına hemen inecektir" açıklamasıyla misyonunu dile getirmiştir. Emperyalist/kapitalist sistem, politik öncüleri tümüyle imha ederek başkaldırıları boğmak ister.

Ulaşlar, Cevahirler, Kadir-Sinan-Alpaslanlar aramızdan koparılırken, idam cezası verilen “Üç Fidan”ı kurtarmak üzere Ünye'deki radar üssünde görevli üç ajanı (bunlara teknisyen dense de, sonraki yıllarda istihbaratçı ajan oldukları ortaya çıkmıştır) rehin alarak Kızıldere'ye götüren THKP-C ve THKO'lular kuşatılır. On'ları imha etmek üzere bazı askerlere bazukalar verilir. Kızıldere operasyonuna katılan bir onbaşı o anı şöyle anlatır:

Bazukaları, bir Gaziantep'li çavuş dağıtırken sessizce: 'Arkadaşlar bu içerdekiler Mahir Çayan'la arkadaşları. Hepsi üniversitelerde okuyorlar, talebeler yani. İsteseler okullarını bitirip geleceklerini garanti edecekleri işlerde çalışırlar. Bilin ki bizim gibiler için, fakir halk için buradalar, belki de ölecekler.' Deyince aramızda sessizce ağlayanlar oldu. Antep'li çavuşun o bir dakika içinde söyledikleri hepimizi çok etkiledi. Ben bazuka mazuka atmam üzerlerine silah da sıkmam diyenlerimiz oldu.(...) Biz bazukaları eve değil de eve doğru nişan alıp yere gelecek şekilde atalım, silahları da dama doğru sıkalım, dedik. Allah şahidimdir Murat bey, ben iki bazukayı da yere gelecek şekilde yani evin duvarına bile değil, yere doğru nişanlayıp attım. Bunu yapmış olmaktan da iftihar ettim her zaman.” (“Sabo”, s.96)

Bu gerçeklerin kayda geçirilmesi önem taşımaktadır.

Burada önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Emir Kusturica “El Pepe / Yüce Bir Yaşam” belgeselinde, 2010-15 yılları arasında Uruguay’ın devlet başkanlığını yürüten, Tupamaros örgütünün kurucularından “El Pepe” lakaplı José Mujica'nın portresini ele almış. Toplumsal gerçekçiliğe inanan sinemacılarımız, mücadele tarihimizde önem taşıyan gelişmeler ile tarihe adı kazınan yoldaşlarımızı sinemaya yansıtmalıdır. Önerim sadece 68 sonrasına ilişkin değil. Anadolu topraklarında yaşanan isyanlar, ayaklanmalar geleceğe aktarılmalı. Edebiyat dünyasına bu konularda yeni eserler eklenmesi umut verici. Ancak yedinci sanat dalı olarak görülen sinemamız da gündemine bu konuları mutlaka almalıdır.

Gönül isterdi ki, Onbeşlerin Karadeniz'de katledilmesi, Kızıldere, “Üç Fidan”ın idamları, İbrahim Kaypakkaya'nın işkencede direnişi, gözaltında kayıplar, 68 ve 78 mücadele dönemi, cezaevleri direnişleri, tutsak yakınlarının direnişi... gibi konular beyaz perdede işlenmelidir. Bu konuda adımlar atıldığında, ülkemiz sineması da pek çok “El Pepe”, “Uyuyan Ses”, “Baader-Meinhof”, “12 Yıllık Gece”, “Duvar”... gibi filmlere, belgesellere imza atacaktır.

Ülkemizde bunların yapılmasına izin verilmeyeceği söylenebilir. Bu büyük ölçüde doğrudur, ancak karar verildiğinde aşılmayacak engel yoktur. Bu konuda başarılı olunabilmesi için Yılmaz Güney'in sinemamıza kazandırdığı çizgiye sahip çıkılmalıdır. Sinema sanatı da siyasal mücadelenin bir parçasıdır.
 

Onlar ölmediler yok,
Ateş fitilleri gibi:
Dimdik ayakta,
Barut ortasındalar!

(Pablo Neruda)



 

(*) Gülten Akın, “Van'dan Gelirik” şiiri, “Sabo”, s.138-139)