“Ama sürgün geri dönüşü olmayan bir yazgıysa, bulunduğun mekânı da ikinci bir yurt bellemek, kavgayı orada da tüm olanakları kullanarak ve yeni yetenekler kazanarak sürdürmek de kendine saygının, halkına, kültürüne ve doğduğun toprağa hizmet vermenin bir başka onurlu yoludur.” (Doğan Özgüden’in ‘Sürgünü yaratıcı ve kavgacı yaşamak” başlıklı yazısından; Sürgün Dergisi, Sayı 2, Ocak 2021)

Avrupa Sürgünler Meclisi’nin 2012 yılında 120 kişiyle gerçekleşen ilk toplantısına katılamamıştım. 2013 yılında Köln’de gerçekleşen ilk Kongre’sine katılabildim.

Bu kongrenin gerçekleştiği dönem iletişim ve ulaşım teknolojisinde çığırların açıldığı bir dönemdi. Sadece Türkiye’de değil, dünya çapında bir “bahar rüzgârı” manipülasyonu estirilmekteydi.

Gezi Direnişi sırasında Köln’de gerçekleştirilen binlerin katıldığı yürüyüşte, yani yine 2013 yılında, artık esamesi dahi okunmayan siyasi yapılardan 60 yaşını devirmiş insanlar, köprülerin üzerine 18 yaşındaki hâlleri-coşkularıyla pankartlarını astılar. Ve diğer siyasetlere meydan okurcasına “bu işi bizimkiler yapacak” mesajını vermeye çalıştılar. Köln’de bu coşkulu mutlu sahneler yaşanırken, Türkiye’de direnenlere gaz bombaları atılıyor, hatta ardından kurşunlar sıkılmaya başlanıyordu!

Ardından 2015, Haziran Seçimleri dönemi. Tıpkı Türkiye’de ilk kez “hepimiz Ermeniyiz” denilerek yüründüğü gibi bir omuzdaşlık yansıdı buralara da.

Ve hemen arkası Temmuz!

İşte bu tarihlerde ASM emeklemekteydi.

***

Daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Tam da bu “bahar rüzgârı” estirilirken ve azımsanmayacak bir kesimi sarhoş etmişken, hapishanelerle ilgili hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan takip ettiğim dönemlerdi. Türkiye Kürdistanı’ndaki neredeyse tüm hapishaneler boşaltılmaya başlamıştı. “Başka bir şey olacak oralarda ve buralarda” diyerek ASM sayfasına aktarmıştım. Buna duyarlılık gösteren tek insan Doğan Özgüden olmuştu (neden bunu belirtme ihtiyacı duyduğumu ilerleyen satırlarda görmek mümkün). Yeni Politika gazetesi dahi bu haberleri, diğer “olumlu” gelişmeler gölgede kalmasın diye minicik minicik puntolarla aktarmaktaydı.

19 Aralık Katliamı’yla birlikte Türkiye Hapishaneleri yerle bir edilmişti. Bu dönemeç sadece Türkiye tarihi açısından değil, Türkiye’ye uluslararası düzeyde biçilen yeni bir rolün ön hazırlıklarının anlaşılması açısından da önemliydi.

Yani F Tipi! Her yere yayılmalıydı! İçeriye-dışarıya, her yere! Tıpkı şimdilerde olduğu gibi. 5-10-20 kişi ortak hücrede-koğuşta yaşayan tutsakların hemen hemen hepsini sürmekteler. Devrimci Hareketler’in tutsakları zaten 21 yıldır ya tek kişilik hücrede, ya da en fazla 3 kişilik hücrelerdeler.

2015, Türkiye Kürdistanı’ndaki hapishanelerin boşaltılması. Ardından Ankara Katliamı! Cizre’de evlatlarının cesetlerini buzdolaplarında saklayan analar! Evlatlarına mezar bile yapamayanlar! TİHV’in Adli Tıp uzmanlarının o topraklara, kimyasal silahlarla öldürülen insanların cesetlerini teşhis etmek üzere gidip, bırakalım teşhis etmelerine izin verilmesini, haklarında davalar açılarak döndükleri dönemler!

Böyle bir dönemde ASM’nin ilk toplantısına katılan yazarların bazılarından –bu yazarlar, yıllardır bazı gazetelere makale yazan gerçek ve iyi yazarlardı- “memleket özlemi, hasret” gibi konularda sayısız yazı akmaya başladı. Ve Türkiye’ye gidebileceklerini, oraya gitmeden önceki ruh hallerini de canlı canlı aktarıyorlardı. Oralara adım attıkları andaki hayal kırıklıklarını da canlı canlı aktardılar. Döndüler. Ve bir daha da Türkiye’ye gitmekten hiç bahsetmediler!

***

O tarihsel döneme ilişkin daha sayısız şey yazılabilir. Ancak özcesi, ASM böyle bir dönemde doğmuştu ve “bahar rüzgârı” sanılan şeyin aslında bir kasırga öncesi sessizliği olduğu netleşince, bu çeperde toplanan sayısız insan da uçup gitti! “Hele bir gidebilsem” diyenler de, yıllarca sürgünde yaşamışlığın subjektifliğiyle kurdukları memleket hayalini, hayal kırıklığıyla nihayetlendirdi.

Bu süreçteki bu sürgün duruşları, benim gibi, bir katliamdan ve uzun açlıktan “canlı olarak” çıkabilen, o dönemde henüz 10 yıldır bu diyarlarda olan, yaklaşık 7 yıl boyunca iltica başvurusu kabul edilmeyip-reddedilip sonrasında askıda bırakılan, hatta “insani oturum” talebi reddedilen, tedavi ve dil kursu hakkı bile verilmeyen, en sıradan hakları dahi ancak dişiyle-tırnağıyla, emeğiyle meydan okuya okuya kazanabilen, sabırla-cesaretle nice kurumun kapısından girip, bu diyarlarda politik bir özne olmayı öğrenme mücadelesini veren; kısacası 129b maddesinin de meşruluğuyla direk Türkiye’nin direktifleri doğrultusunda muamele gören bir sürgün için şaşkınlık vericiydi.

Şimdi ise tüm bunları, bırakalım aile fertlerinin cenazelerine katılmayı, işte bu yıl tam 30 yıl olacak, tam 30 yıldır ne sevgililerinin, ne yoldaşlarının cenazelerine katılma serbestisini dahi yakalayamamış bir sürgün olarak yazmaktayım. Liseli hallerini bildiği, şu anda hâlâ tutsak olan ve muhtemelen hapsedilmişlikten firar edemeyecek olan yoldaşlarının, ak saçlı fotoğraflarına bakıp inanamayan bir sürgün olarak yazmaktayım bunları. Türkiye’deki anıları buradaki Yabancılar Polisi tarafından bir işkence sorgusu soruları olarak yöneltildiği için, bu anıları kaleme alamayan bir sürgün olarak yazıyorum bunları.

Hangi Türkiye’den bahsediyordu buradakiler? Yıllarca hangi Türkiye’nin hayalini kurmuşlardı? Bu hayali kurarken, yazının başında Özgüden’den alıntıda ifadelendirildiği gibi; kavgayı burada da tüm olanaklarıyla sürdürmüşler miydi? İnternetin olmadığı koşullarda, günde en az iki gazete takip edip, dünyadaki-memleketteki gelişmelere ilişkin yazılan yeni kitaplara göz atabilmişler miydi? Yoksa bunların hiç birini yapmadan çapalanmış, gübrelenmiş bir toprağa tohum olarak düşüp, tekrar fidanlaşabilecekleri yanılsaması mıydı bütün bunlar?

***

Bir övgü zinciri olarak görülmemesini umut ediyorum: Doğan Özgüden’in Sürgün Yazıları’ndan çok şey öğrendim ben. Ardından ondan sonraki kuşağın yazınlarını da okuyarak çok şey öğrenebildim. Ne bizim yaşadıklarımız, ne de yeni gelen akademisyenlerin, “gönüllü sürgünler”in yaşadıkları yeni değil! Eski kuşakların yazınlarında yasal engellemeler, yaptırımlar, tüm bunlara karşı nasıl bir mücadele vererek bu günlere geldiklerinin hepsi var! Dozunda ve uygulama biçiminde farklı aşamalara girilen bir dünya gerçekliğinde oluşumuz ise başka bir yanı.

ASM’nin varlığının-kurulmasının benim gibilere, böylesi azımsanmayacak katkıları oldu. Ancak göçmenliğin ve özelde bu diyarlarda Türkiyeli olmanın bazı sancıları var. Ve bunlar çok ciddi sancılar. Farkında olunmadan, altı çizilmeden yaşanan bazı sancılar ve bunun yarattığı ciddi politik travmalarımız var.

Büyük bir hassasiyetle belirtme ihtiyacındayım. Bu yazı, birilerini yargılamak-sorgulamak-suçlamak amacıyla yazılmadı.

Bu yazı sadece, kurulma adımları atılmış ve sürdürülme direnci gösterilmiş bir kurumun, daha belirgin bir farkındalıkla ilerlemesini yürekten dileyişimin ifadesi.

Çok badireli ve yanılsamalı bir tarihsel dönemde emeklemeye başlamış bir kurumun, ayağa kalkıp yürümesini yürekten dileyişimin ifadesi. Bu farkındalığı ve ayağa kalkışı yaratmak için coşku ve cesaret gerekli. Bunu taşıyan öznelerin olduğundan ise şüphem yok...

“Sürgün bana yeni tevazular ve sabırlar öğretti. Sürgünün bir meydan okuma olduğuna inanıyorum. Bir yetersizlik ya da bir bozgundan kaynaklanan bir cezalandırma dönemi olarak başlayan bu süreci bir yaratma dönemine dönüştürmek ve mücadelenin yeni bir cephesi olarak addetmek için tevazu ve sabır gerekiyor.” (Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, ÇN. Süleyman Doğru, Sel Yayınları, sf. 198.)

Selam olsun ömrü boyunca bu tevazu ve sabrı gösterebilenlere!

Umutla, coşkuyla, dirençle ve sevgiyle kalalım!

*Bu yazı, ASM Yayın Organı Sürgün’ün Aralık 2021 tarihli 3. sayısında yayınlanmıştır.