“Çürüme, doğada olduğu gibi tarihte de yaşamın laboratuvarıdır” –Karl Marx-

Neyi istedik! Bencilliği, açgözlülüğü, rekabeti altettiğimiz bir yaşamı.

Neyi istedik! Zenginlik ve mutluluk paketlerinden ibaret hayallerin kabuğunu parçalayıp, başka hayallerin sevinciyle ömrümüzü doldurmayı.

Neyi istedik! Her gün, her adımımızda hayatı öğrenerek keşfetmeyi: Ölümü düşünmeden, öğrendiklerimizle zenginleşerek yürüdüğümüz bir yaşam iradesini elden bırakmamayı!

Ve bütün bu isteklerimize bulabildiğimiz tarihsel yanıt hangisiydi? Sadece sosyalizm!

İnsanoğlunu bencillikten uzaklaştırıp, rekabetten, açgözlülükten arındıracak bir sistem arayışının ürünüydü “sosyalizm” kavramı, pratiği.

Ve bizler neyi istedik! Önce kendimizi bütün bunlardan uzaklaştırmayı ve arındırmayı. Kirlenmemeyi, çürümemeyi; bütün bunlara karşı sürekli kulaç atabileceğimiz irademizi sağlamlaştırmayı.

***

“Yalan, samimiyet, içtenlik...”; 90’ların henüz başında, gençliğin sorguladığı en önemli konulardı bunlar. Şiddetli bir fırtına esmekteydi. Attığımız her adımda sanallaşmalarla karşılaşıyorduk. Sözler sanal, yapılan bir işi dahi gerçek ayrıntısıyla aktarmak sanal... “Gerçek ne peki...” dediğimiz yığınla davranış, söz, hareket cirit atmaya başlamıştı etrafımızda. Yaşam tecrübelerimizin azlığı, bu işin bir yanıydı. Ancak esas yanı, köşe dönmeciliğin, çıkarcılığın, birbirine çelme takmanın parıltılı bir kültür olarak yayıldığı Özal döneminde olmamızdı. Biz de, bizden önceki kuşaklar da bu çarkın hızına karşı kulaç atmakta hayli zorlandı.

Peki şimdilerde nasıl bu döngü?

Bu sanallaşmalar, toplumsal yaşamın gerçeği haline geldi.

Güzelliklere daha fazla düşman olundu.

Aşağılık kompleksleri, çelme takma kültürü doğallaştı. Ve kanıksandı.

İnsan hayatları; yalan, samimiyetsizlik, düzenbazlık üzerinde kök saldı ve çürük bir ağaç ortaya çıktı. İnsanlığın büyük bir bölümü; sisteme değil, birbirine karşı mücadele ederek enerji tüketir hale getirildi. Örgütlü yaşamlar da bu kasırga altında sarsıldı.

Politik kesimlerde dahi, facebook başlarına geçip; en yakınlarındakilere, dünya görüşü aynı olanlara karşı küfürler savurma hali hastalık derecesinde bir alışkanlığa dönüştü. Kanıksandı.

Kısaca; iletişim hızının da perçinlediği sanal dünyanın yarattığı kocaman “BEN”ler, kanser gibi yayıldıkça yayıldı.

Her şeyin çözümü, sürekli geleceğe ertelenir hale geldi. Bu da kanıksandı.

Hayatın en küçük nüvelerinde dahi alışkanlıklardan vazgeçip, değiştirip-dönüştürme cesareti kuşanılamadı. “Politika” denen şey, yaşam dışında soyut bir dua gibi ele alınır oldu. Her şey büyük hedeflere-geleceğe kilitlendi.

Oysa hepimiz biliriz: Bir şeylerin değişebileceğine umut, değiştirebildiğimiz, değiştirme iradesini gösterebildiğimiz kadardır. Bunun tersi, tam bir yabancılaşma halidir.

***

Böylesi düşünsel yolculuklar içerisindeyken, 1978’de yazılan bir kitap düşüverdi elime.

Ölümlerden dönen, sürgünde yaşayan ve her koşulda kalemini elinden bırakmayan Eduardo Galeano, Süleyman Doğru’nun çevirisiyle yayınlanan “Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri” adlı kitabının sonunda yayınlanan röportajında; “Arjantin bizim ülkemizde yaşanmaya başlananları seziyor. Arjantin zincirlerinden kurtuluyor ve kulağını açıyor. Halk bu sessizlik ve korku yıllarının ardından gerçekleri öğrenmek istiyor. Görüldü ki su yasaklanabilir; ama susuzluk asla” diyor.

***

Dünyanın nasıl bir zamanında; insanların hastalandıklarında ilaç bile bulamadıkları, kanın gövdeyi götürdüğü, sosyalizmin depremler üzerinde salındığı bir zamanda süzülmüş bu sözler:

SU YASAKLANABİLİR AMA SUSUZLUK ASLA!

Yeter ki, önce biz, kendimiz; geleceğe değil, güne ve saate sarılmayı elden bırakmayalım. Çürümeleri, kirlenmeleri, iradesizlikleri kanıksamayalım. Yalansız ve hilesiz yürüyelim. Susanacak olanı, şimdiden bulandırmayalım....

*Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran, Sayı 88’de yayınlanmıştır