"Umut etmek, insanlığın en eski ve en güçlü direniş biçimidir. Ve belki de bugün en çok ona ihtiyacımız var."

Artık Almanya’da güne başlarken ilk yaptığımız şey, sosyal medya akışına bakıp bugün kimin cenazesine gideceğimizi öğrenmek. Bir sabah bildirimine sıkışan ölüm haberi… Bir fotoğrafın altına dökülen siyah kalpler… Bir isim daha eksiliyor aramızdan. Sanki her güne kaybı peşinen kabullenerek uyanıyoruz.

Göçün omzumuza yüklediği ağırlık zaten yetmezmiş gibi, bir de ardı ardına gelen vefatlar, ayrılıklar, sessiz vedalar… Karanlık yalnız dışarıda değil, içimizde de derinleşiyor.

Dünya büyük bir girdaba dönüşmüş durumda. Savaşlar, derin düşünme ihtiyacı ve dünyayı sorgulama arayışı hem uzaklarda hem de yanı başımızda kendini gösteriyor. Sokakların soğukluğu ile haber akışlarındaki vahşet birbirine karışıyor. Pahalılık, insanın yaşam sevincini törpüleyen yeni bir baskı unsuruna dönüşmüş. Market raflarına bakarken bile içimizde bir utanç, bir öfke, bir yorgunluk beliriyor. Hasret, sürgün ve kavuşamama duygusu gurbetin hiç eskimeyen yarası. Birbirine sığamayan aileler, uzak kalmış çocuklar, büyürken tanıyamadığımız evlatlar… Ve her birinin ardında modern zamanların görünmez seli: tükenmişlik.

İklim kararıyor; sadece mevsimler değil, insanların yüzleri de gri bir gölgeyle örtülü. Tahammül denen o ince köprü kırılıyor artık. İnsanlar birbirini anlamıyor, dinlemiyor, beklemiyor. En küçük zorlukta çekip gitmek normalleşti. Dostluklar hızlı tüketilen birer ürün; arkadaşlıklar bir mesajlaşma uygulamasında çevrimiçi olup olmamaktan ibaret. Aile içi bağlar pamuk ipliği gibi inceldi; kimse kimseyi taşımak istemiyor artık. Modern çağın en acı paradoksu şu: Bağlantılar arttıkça bağlar zayıflıyor.

Teknoloji, hayatı kolaylaştırmaktan çok zorlaştıran bir yapay mutluluk fabrikasına dönüştü. Mutluluk filtrelerle üretildi; Instagram ise insanların sahte aynası hâline geldi. Sevinçler birer dijital performans oldu. Hüzün bile sanal bir içerik, keder bile algoritmanın tanıdığı bir veri. Herkes kalabalıklar içinde daha yalnız, daha sessiz. İçimizde konuşan ses giderek kısılıyor; onun yerine ekranlardan üzerimize akan gürültü yerleşiyor.

Bazen düşünüyorum: Belki de insanlık, tarihinin en büyük gurbetini yaşıyor… Coğrafyadan değil, insandan kopma gurbeti bu. Aynı evde, aynı masada, aynı odada bile birbirimize uzak kalıyoruz. Konuşamıyoruz. Anlatamıyoruz. Anlamıyoruz.

Ama yine de bütün bu karanlığın içinde küçük bir ışık var; o ışık, hâlâ bir yerlerde birbirini merak eden insanlar olduğuna dair inanç. Acılarımız ortak, yüklerimiz ortak, kırgınlıklarımız ortak… Belki de bu ortaklık, yeniden birbirimize ulaşmanın tek yolu. Çünkü karanlık ancak birlikte yürürken hafifler. Yalnızlık paylaşılınca azalır. Hasret dile gelince iyileşir.

Kim bilir… Belki de bütün bu karanlık, bizi birbirimize yeniden yaklaştıracak bir sınavdır. Belki bu suskun çağın içinden daha olgun, daha anlayışlı, daha insancıl bir toplum çıkacaktır. Belki bir gün sosyal medyada ilk gördüğümüz şey bir cenaze ilanı değil, birbirimize tutunabildiğimiz haberler olur.

Umut etmek, insanlığın en eski ve en güçlü direniş biçimidir. Ve belki de bugün en çok ona ihtiyacımız var.

Bertolt Brecht geliyor akla; acıyla sertleşmiş bir sesle fısıldıyor:

“İnsan, insanın ekmeğidir;
ama bugün herkes aç,
herkes yorgun,
herkes birbirine yabancı.”

Bir bildirim sesi kadar kısa ömürlü sevinçler,
bir fotoğraf çerçevesi kadar daralmış hikâyeler…

Teknoloji büyüdükçe
biz küçülüyoruz;
ekranlar ışıldadıkça
içimiz kararıyor.

Yine de, bütün bu karanlık çağda
bir gölge kımıldıyor içimizde:
belki bir ses,
belki bir nefes,
belki unutulmuş bir dayanışmanın izleri…

Ve şiir fısıldıyor bize:
“İnsan yalnızlaştıkça değil,
yalnızlığını paylaşabildikçe yeniden insan olur.”