“Selam olsun bizden önce geçene
Selam olsun dosta, hasa, çile çekene
Selam olsun dayanana, düşene
Yüreğim yürektir, bakma gözüm yaşına.”[1]
“Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür,” der Jean-Paul Sartre; kesinlikle doğrudur!
Kolay mı?
Anılar(ımız), “Sevdiğim çiçek adları gibi/ Sevdiğim sokak adları gibi/ Bütün sevdiklerimin adları gibi/ Adınız geliyor aklıma” dizelerinde resmettiğidir, Melih Cevdet Anday’ın…
Hem de Ursula K. Le Guin’in, “İnsan, olanı inkâr ettikçe olmayana esir düşer; her türlü dürtü, fantezi, vehim, korku bir anda başına üşüşür, olanın inkârıyla açılan boşluğu doldurmaya başlar,”[2] diye betimlediği vazgeçişin, kaçışın dört yanımızı kuşattığı post-Marksizm kesitinde![3]
Gerçekten de “İlk defa artık daha iyisini tahayyül edemediğimiz bir dünyada yaşıyoruz.”[4]
“Bugünkü aptallaşma doğrudan ütopyadan kopmanın sonucudur. Ütopyanın istenmediği yerde düşünce kuruyup gider.”[5]
“Herkesin her şeyden haberdar olup, hiçbir şey yapmadığı, her şeyle dayanışma içinde görünüp, yerinden bile kıpırdamadığı bir dünyada yaşıyoruz.”[6]
Söz konusu post-modern dünya Émile Zola’nın, “Yer yarılmış da, sanki dürüst insanlar toprağın altına girmişti”…
Oscar Wilde’ın, “Sabahleyin erkenden kalkıyorlar, çünkü yapacak pek çok işleri var; akşamleyin de erkenden yatıyorlar, çünkü düşünecek hiçbir şeyleri yok”…
Charles Dickens’ın, “Ellerinden sadece beklemek geliyordu, hiçbir şey yapamadan beklemek”…
Walter Benjamin’in, “Dünyanın her yerinde sürekli aynı dram, aynı dar sahne üstünde aynı dekorlar, kendi büyüklüğünün sarhoşluğu içerisinde başı dönmüş, köpürüp duran bir insanlık”...[7]
José Saramago’nun, “Ahlâksızlık kurumsallaştı. Ahlâksızlar birlikte hareket ediyorlar”…
Montesquieu’nün, “Bir ülkede yalakalığın getirisi, dürüstlüğün getirisinden fazla ise, o ülke batar”...
Albert Camus’nün, “Yoksulluk, ağır ağır tıkanan gelecek, masa başında akşamların sessizliği; böyle bir evrende tutkunun yeri yoktur”…[8]
Cesare Pavese’nin, “Kötülük var olduğu sürece özgürlük yoktur ve insanların bugüne kadar özgürlük adını verdikleri her şey bir yanılsamadan ve aldatmacadan ibarettir. Özgürlük, iyilik ile kötülük arasında seçim yapmaz: Kötülüğü yok eder,” uyarılarını “es” geçmek mümkün değilken; anımsanması gereken Ernesto Che Guevara’nın, “Biz hiçbir savaşı kaybetmedik. Çünkü uğrunda savaştıklarımızdan hiçbir zaman vazgeçmedik,” uyarısı ve Deniz Gezmiş’in, “Eylemlerimizden pişmanlık duyduğumuzu açıklamamız istenmektedir. Bizler böyle bir şey düşünmüyoruz. Af dilemeyi hatırımızdan geçirmiyoruz, ölüme seve seve gideceğiz. Halkımızın yararına olduğuna inandığımız bir eyleme girdik. Af isteme, söz konusu değildir,” duruşundaki ısrardır!
Evet, post-Marksist, post-modern vazgeçişe karşı Deniz Gezmiş’i, Hüseyin İnan’ı, Yusuf Aslan’ı, Taylan Özgür’ü, Sinan Cemgil’i, Alpaslan Özdoğan’ı, Kadir Manga’yı, Mustafa Çubuk’u, Gülay Ünüvar’ı, Fatma İrier’i, Ömer Ayna’yı, Halit Çelenk’i, Cihan Alptekin’i, Tayfur Cinemre’yi, Niyazi Yıldızhan’ı, Avni Doğan Gökoğlu’yu (Reşi), Fehmi Erbaş (liseli) vd’lerini anımsa(t)mak gerek…
“Deniz, gerçek bir gençlik önderiydi. Bugüne kadar değişik dönemlerde gençliğin önderleri olmuştu, ama hiçbiri Deniz’in yerini tutamaz. Kararlılığı, inisiyatifi, heyecanını ve kitleyle buluşturan bir elektriklenmeyi sağlama becerisi, kitleyi sürükleyecek ateşli hitabeti onu tartışılmaz kılıyordu. Tabii tevazuu, yoldaşlarıyla kendini eşitlemesi…”[9]
Biliyorum! Kemalistlerin Deniz’i var, parlamento sevdalılarının Deniz’i var, burjuva hümanistlerin Deniz’i var. Var da var... Varsın olsun!
Lakin idam sehpasında, “Yaşasın Türkiye halkının bağımsızlığı. Yaşasın Marksizm, Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi, kahrolsun emperyalizm,” diye haykırandır bizim Deniz Gezmiş…
Ve en önemlisi yoldaşı Atilla Keskin’in, “İsyankâr ruhunu söylemeden Denizleri savunmak, onlara yapılmış bir kötülüktür,”[10] tavrının altını ısrarla çizmektir!
Veya Deniz Gezmiş’in çocukluğuna dair anıları nakleden kardeşi Bora Gezmiş’in, “Deniz, çocukken hareketli bir çocuktu. Sokaktaki köpekleri toplar getirir evin bahçesinde beslerdi. Rahmetli ananemin maaşı yattığında yastığının altına koyardı. Deniz de o paradan alır mahalledeki yoksul çocuklara dağıtırdı. Merhametli bir çocuktu. Bencil değildi. Mahallede de herkes onu çok severdi. Babam meyve almak için manava yollardı. Kiraz alsa yarısını mahalledeki çocuklara dağıtırdı. Eve ancak yarısını getirirdi,” diye anlattığını haykırmaktır![11]
Ya da 12 Nisan1971 tarihinde Filistin’e gidişiyle ilgili olarak yargılandığı Ankara 2. Ağır Ceza’daki duruşmada hâkimin: “Ne iş yaparsınız?” sorusuna Deniz Gezmiş’in: “Devrimciyim,” cevabını vermesi; hâkimin: “Anlayamadım, mesleğiniz demiştim,” ısrarına, “Devrimciyim. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun bir savaşçısıyım” yanıtındaki taraflılıktır!
Bu arada belirtmeden geçmeyelim: Filistinli gerillalarla birlikte Siyonist İsrail’e karşı savaşan ilk devrimci kuşağın önderlerinden Deniz Gezmiş hakkında Mehmet Şevki Eygi şunları yazmıştı:
“Deniz Gezmiş, Marksist-Leninist bir terörist veya savaşçıdır. Bu ideolojinin dünyada yaptığı tahribat ortadadır... Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye’de bozuk düzeni silah kullanarak, terör metoduyla devirip yerine daha bozuk bir kızıl düzen getirmek istiyordu... Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye’nin idaresini ellerine geçirebilmiş olsaydılar, Müslümanlara büyük baskı yapacakları belliydi... Deniz Gezmiş’in asılmasına hayıflananlar, her nedense Müslüman hocaların, şeyhlerin, vatandaşların asılmasına pek üzülmüş görünmüyorlar.”[12]
İşte böyle... Bitmedi... Şöyle devam ediyordu Eygi:
“İslâm hukukunun ve bilgeliğinin evrensel prensiplerinden biri de ‘ehven-i şerreyn tercih olunur’ (iki kötülükle karşı karşıya kalınırsa, bunlardan az kötü olanı seçilir) kaidesiydi. Biz Müslümanlar ülkemizdeki düzenin kötü bir düzen olduğunu kabul ediyorduk. Lakin o tarihteki şartlar ve imkânlar içinde onu değiştirip yerine daha iyi bir düzen getirmek imkânlarına sahip değildik. O hâlde, o imkânlar elimize geçinceye kadar ehven-i şerreyn yani Amerikan nüfuzu bölgesinde bulunmak zorundaydık...”[13]
Onlar budur; ne kadar da net değil mi?
“Ya bizimkiler” mi?
Nâzım Hikmet’e, “Delikanlım!/ İyi bak yıldızlara,/ onları belki bir daha göremezsin./ Belki bir daha/ yıldızların ışığında/ kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin…/ Delikanlım!”
Can Yücel’e, “En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim,/ O, onun en güzel yüz metresini koştu/ En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak.../ En hızlısıydı hepimizin,/ En önce göğüsledi ipi.../ Acıyorsam sana anam avradım olsun,/ Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” dedirtendi…
* * * * *
O ve Onlar ‘68’liyidi; hani, “İnsanlar hayal kurmaktan vazgeçtiği gün devletlerin korkacak bir şeyi kalmayacak,” vurgusundaki üzere John Lennon’ın…
Siz bakmayın O ve Onlara dair “Güçlerini, Kurtuluş Savaşı’mızdan, Kemalizm’den alıyorlardı.”[14] “Bizim 68’lilerin önceliği Atatürk’ten sonra yarım kalan devrimlerin tamamlanmasıdır,”[15] yollu ucuz demagojilere!
XX. yüzyılın büyük toplumsal muhalefet dalgası ’68, düzen karşıtı anti-kapitalist başkaldırıydı.
ABD’den, Fransa, Almanya, İtalya, coğrafyamız gibi ülkelere yayılan ve etkileri kendinden sonraki mücadelelere de esin veren bir hareket, kuşak olarak tarihe geçti.
‘68, II. Dünya savaşı sonrası ABD hegemonyası çerçevesinde ortaya çıkan yeni dünya düzeninin ekonomik, siyasal ve kültürel yapısına karşı özellikle gençliğin radikal tepkisi olarak açığa çıktı.
Öte yandan, ABD’nin Vietnam müdahalesi sözde hür dünya (burjuva demokrasisinden tüketim kültürüne Amerikan yaşam tarzına verilen ad) yanılsamasını yerle bir etmişti.
Tüm dünyayı etkileyen tarihsel bir dönem olarak ‘68 hareketi, Mayıs ayında Fransa’da filizlendi. Eylemler süreklileşince, polisle çatışmalar da Paris’in tamamına yayıldı, her sokak farklı bir barikat oldu. Sendikalar, önce orantısız polis şiddetine karşı öğrencilere destek vermek, sonra da kendi ücret talepleri için greve çıktı. Fransa’nın tümünü kapsayan bir greve 11 milyon işçi katıldı. Grevle birlikte, ‘68 hareketi çok daha geniş bir toplumsal güce dönüştü.
Haziran’ın ortalarına kadar süren eylemlerin büyümesi, dönemin cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ü gizlice Batı Almanya’ya kaçıracak kadar korkuttu.
Tüm ideallerini hayata geçirmek isteyen gençlerin radikalizmi, her ne kadar siyasi bir devrim yaratamasa bir toplumsal mücadele biçiminin ilhamı oldu. Tüm coğrafyalarda kapitalizme yeni bir isyan dalgasının startını verdi.
ABD’de Kara Panter Partisini ortaya çıkaran toplumsal hareket dalgasının zirvesi oldu. Brezilya’da yüz binlerce öğrenci askerî diktatörlüğe karşı sokağa çıktı. Japonya’da Vietnam’ın işgalini protesto eden öğrenciler üniversiteleri işgal etti. Pakistan’da diktatör Eyüb Han, kendisine karşı gençlerin, kadınların, emekçilerin örgütlediği kitlesel yürüyüşleri durdurmak için halka ateş açıp katliam yaptı.
Güney Afrika’da apartheid karşıtı eylemler yükselişe geçti, Tunus’ta, İtalya’da, Meksika’da öğrenciler sokakları doldurarak polisle çatıştı.
Paris barikatlarının sloganları; bugün dahi gençlerin, kadınların, emekçilerin mücadelesinde yaşamaya devam ediyor: “Koş arkadaş, eski dünya arkanda!”
Söz konusu çerçevede “Devrim Hemen Şimdi” sloganı dönemin temel düsturlarından biri olurken; bürokratik sosyalizm anlayışlarının bir eleştirisini de içinde taşıyordu.
’68, ilhamını Latin-Amerika’da ve sömürge dünyasında ortaya çıkan kurtuluş mücadelelerinden alıyordu. Küba ve Çin kültür devrimleri de hareketin esinlendiği diğer gelişmeler oldu.
Coğrafyamızın ‘68’i Batı’dakinden farklı biçimlendi. Üniversite işgalleriyle başlayan hareket anti-emperyalist bir karakterde yoluna devam etti.
Gençliğin eylemleri akademik, demokratik taleplerle sınırlı kalmadı. Eğitim sistemindeki çarpıklığın ülkenin emperyalizme göbekten bağımlı karakterinden kaynaklandığı düşüncesi gençlik kesimlerinde yaygın bir düşünceydi. Bu bağlamda özgür ve demokratik üniversite mücadelesi anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesine evrildi. Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere birçok ilde 6. Filo Protestoları yapıldı. ABD emperyalizmine ve NATO’ya karşı Bağımsızlık Haftası etkinlikleri düzenlendi. ODTÜ’de “Vietnam Kasabı” lakabıyla müsemma ABD büyükelçisi Robert William Komer’in arabası devrimcilerce yakıldı.
* * * * *
1968 baharında Paris sokakları işçiler ve gençlerce işgal edilmişti. Hareket tüm Avrupa ve dünyaya eşzamanlı yayıldı. ‘68 hareketi, coğrafyamıza anti-emperyalizm ekseninde yansırken; işçi sınıfının yükselen sınıf mücadelesi ile öğrenci gençlik hareketi yakınlaştılar.
Anti-emperyalist eylemler FKF’yle başlayıp, sonra da Dev-Genç öncülüğünde coğrafyamıza yayıldı. Dolmabahçe’de ABD altıncı filosundan çıkan Amerikalı denizcilerin denize dökülmesi; “Vietnam Kasabı” Kommer’in arabasının ODTÜ’de yakılması; İzmir Kordonboyu’nda Altıncı filoya karşı eylemler; Balgat’ta Amerikan İktisadi Yardım Teşkilâtı’na (AİD) düzenlenen sabotaj o dönemin önemli anti-emperyalist eylemlerindendi.
Bu arada Alpaslan Türkeş’in önderliğinde komando kamplarında eğitilen faşist çeteler kontrgerillanın da desteğiyle devrimcilere karşı saldırılarını yoğunlaştırıyordu. Mücadelede proletarya partisinin öncülüğü ol(a)madığından, çapı Dev-Genç’in boyutunu aşıyordu.
Tam da söz konusu tabloda Dev-Genç’te konumlanmış çeşitli eğilimler arayış içine girdiler. Filistin’e gerilla eğitimine gidenler yanında, Ege Bölgesinde Beşparmak dağlarında, Karadeniz’de ve Akdeniz’de Toroslar’da gerilla eğitimleri yoğunlaştı.
Sonrası malum…
İsyan rüzgârı esmeye başladı. İnce Memed’ler yeniden dağa çıktı(lar). Onlar işçi sınıfının, kolektivitesinin isyan ve grev ateşlerini yakan gücüydüler.
Deniz’lerin mücadele sahnesine çıktığı süreç böyle bir süreçti.
‘71 devrimci kopuşunu yaratan hareketler, parlamenter siyaset yolunu seçmeyenlerdi.
Onlar yeni bir dünya yaratmanın, devrimin yolunu seçmişlerdi. Hiçbir şekilde eğip bükülmeye fırsat vermeyecek biçimde, darağacında “Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi, yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” diye haykırdılar.
Onların bu tavizsiz tutumu “Deniz mahkemeye düşmüş avukatı ben olaydım” dedirtti emekçi halklarımıza. Tam da bu nedenden Emma Goldman’ın, “Bu zamanın siyasi suçlusu, başka bir çağda kahraman, şehit ya da aziz olabilir,” ifadesinde karakterize olan Deniz’lerin mücadelesinin yapay saksılarda yetişmeyeceğini anlatmak, önemli bir görev olarak duruyor karşımızda.
Kolay mı?
Karl Marx, komüncüler için “göğü fethetmeye çıkan kahramanlar” diyordu. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya’nın önderliğini yaptığı 1971 Direnişi de coğrafyamızın devrim hareketinde bir yol ayrımı yaratmıştır. Çünkü 1971 Direnişçileri de bizim için Karl Marx’ın komüncüler için söylediği gibi “göğü fethetmeye çıkan kahramanlardır.”
* * * * *
Söz konusu mücadelenin kazanımları müthişti…
Mesela ODTÜ’nün1968’indeki Ekim ayı: Yüreği kıpır kıpır üniversiteli 6 genç gece yarısı yataklarından kalktı. Hüseyin İnan, Taylan Özgür, Mustafa Yalçıner, Alpaslan Özdoğan, Mete Ertekin ve bir kişi daha. Statta buluştular.
Hüseyin’in elinde 6 kiloluk bir teneke vardı. Beyaz renk boyaydı. Japon malı, en kalitesinden trafik boyası. 100 yıl silsen silinmez cinsten. İçine bir de cam asidi kattılar. Betona tamamen işlesin diye. Kazısan silinmez.
Gece yarısı yazmaya başladılar. 50 metrelik bir halatı kendilerine şablon yaptılar. Harflerin yüksekliği 33’er metreydi. Şafak vakti işleri bitti. Sahaya indiler, birer sigara tüttürerek, eserlerini seyrettiler.
O eser ki, bugüne kadar ayakta kaldı. Ne darbeler gördü, ne baskılar, ne zulümler. Asker o statta topladı öğrencileri. O statta işkence yaptı. O yazıyı silmek için her iktidar uğraştı. Ama o gün bugün silinmedi. Çünkü yürekten yazılmıştı.
O stat Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin “Devrim Stadı”ydı. ODTÜ’lüler her yıl mezuniyet törenini her türlü baskıya, engele, yasağa rağmen orada yaptı. Bu sene de gelenek bozulmadı.
Hani Adnan Yücel diyor ya; “Ey her şey bitti diyenler korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler. Ne kırlarda direnen çiçekler Ne kentlerde devleşen öfkeler Henüz elveda demediler...”
* * * * *
Mesela Filistin saflarında yer almak…[16]
“1967’de Ernesto Che Guevara’nın Bolivya’da vuruluşu, Vietnam’daki Ted Saldırıları ve 68 Hareketi, Deniz Gezmiş’in okuldan tamamen ayrılarak, bir gerilla savaşı için hazırlanma düşüncesine yol açtı. 15-20 kişi ile dağa çıkmak için askeri eğitim ve silahlanma gibi iki temel şartın yerine getirilmesi gerekiyordu. Askeri eğitim, ülkenin dağlık veya ormanlık bir yerinde verilebilir miydi?
Ülkü Ocaklarına bağlı yüz kişilik bir güç, Alparslan Türkeş’in emriyle, 14 Temmuz 1968’de, İzmir’in Gümüldere’sinde kurulan bir kampta askeri eğitime başlamıştı. Bu kamp, Demirel hükümetinin bilgisi dahilinde kurulmuştu ve devlet tarafından finanse ediliyor, emekli subaylar tarafından da eğitiliyordu. Dönem, dünyanın gerilla savaşına sahne olduğu bir dönemdi. ABD’nin Panama’da kurduğu anti gerilla üssünde eğitilen unsurlar dünyanın dört bir yanına dağılarak bu tip kampların kurulmasına ön ayak oluyorlardı.
Deniz, gizlilik şartlarına uyulması durumunda askeri eğitim yapılabileceği kanısındaydı. Bunun için Bolu ormanlarını seçti. Ön yoklama için arkadaşlarıyla birlikte Bolu’ya gitti. Mevsim ayarlamasında aceleci davranmış, gidişi kışa denk getirmişti. Yoğun kar vardı. Gereken ilişki kurulamamış, bölgede kitle temelinin olmadığı da ortaya çıkmıştı. Bunun yanında ne eğitmen ne de silah vardı.
1969’a gelindiğinde, Suriyeli Süleyman’ın da telkiniyle eğitim görebileceği en yakın yerin Filistin olduğuna karar verdi. Orada hem eğitmenler hem de her türlü silah vardı. 69’un ortalarında, içlerinde Cihan Alptekin ile Yusuf Küpeli’nin de olduğu bir grup arkadaşıyla birlikte, Gaziantep üzerinden doğruca Suriye’ye girdi. Aramalar ve tutuklamalarla geçen zorlu bir yolculuktan sonra, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin başkanı Naif Havetme ile görüştü, askeri eğitime başladı.”[17]
Sonrası malum; ya da yaratılan bir dayanışma geleneği…
* * * * *
Mesela hepimize “Florebo quocumque ferar/ Düştüğüm her yerde çiçek açacağım,” dedirten Nurhak[18] ve “İçimizdeki en bilge kişi Sinan’dı. Çok okumuştu. Hem de çok sayıda dilden okumuştu. 7-8 dil bilirdi,”[19] diye anılan Sinan Cemgil Hoca(’mız)…
1 Haziran’da Maltepe’de Hüseyin Cevahir’in katledilip Mahir Çayan’ın yaralı yakalandığı saldırıdan bir gün önce, 31 Mayıs 1971’de Nurhak dağında Kürecik Radar Üssü’nü basmaya giderken Alparslan Özdoğan, Kadir Manga ile jandarma tarafından katledildiler...
Geçmişte TİP ve Devrimci Gençlik içerisinde de yer alan THKO üyesi Kadir Manga, Alparslan Özdoğan, Sinan Cemgil, Mustafa Yalçıner, Hacı Tonak, Metin Güngörmüş ve Ahmet Erdoğan, Malatya Kürecik’teki NATO üssüne eylem düzenlemek üzere bulundukları Nurhak dağında Jandarma tarafından pusuya düşürüldü.
Sinan Cemgil, Nurhak dağlarında, kendilerini çeviren askerlere “Biz sizlerin, halkımızın, bağımsız onurlu ve bolluk içinde yaşayabilmesi için halk düşmanlarıyla, sizi sömüren ve asırlardan beri zulüm altında ezenlerle kavgaya tutuşmuş Halk Kurtuluş Ordusu’nun neferleriyiz” diye seslendi. Dertlerinin karşılarındaki erler değil Amerikan emperyalizmi olduğunu haykırdılar.
Coğrafyamızın bağımsızlığı ve sosyalizm için mücadele ederken canını feda edenlerin kavgası, henüz üniversite yıllarında başlamıştı.
Sinan Cemgil, öğrencilik yıllarında ODTÜ’de öğrencilerin, hocaların, emekçilerin en sevdiği simalardandı. Kampüste tüm hiyerarşik ayrımları ortadan kaldıran, bugün dahi öğrencilerin kullandığı “Hocam” seslenişi, onun buluşuydu.
Sinan Cemgil Hoca’ın “ODTÜ’de üç kelime İngilizce öğrendik: Yankee Go Home!” sözleri kuşağının antiemperyalist karakterinin bir özetiydi.
Jandarmanın saldırısı sonucu katledilen Sinan Cemgil’in annesi Nazife Cengil, öldürülen devrimcilerin naaşı önünde toplanan köylülere, bir konuşma yaparak oğlunun ve yoldaşlarının mücadelesini şu sözlerle özetlemişti:
“Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler.
Başka bir istekleri yoktu. …Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar.”
Nurhak dağında can veren üç devrimci, geçen onlarca yıl boyunca hem yoldaşları hem de onları kahraman bilen genç devrimciler tarafından unutulmadı.
Onlar uğruna ağıtlar, şiirler, türküler yazıldı…
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Sen ne zaman büyüdün de/ ne zaman kaptırdın gönlünü o nurhak’lara?/ sen daha bebek bebek,/ sen daha baba baba/ canım oğul,/ o kıraç topraklarımın yabangülü/ yiğidim/ sen ne zaman büyüdün de düştün yollara?”
Gülten Akın’ın, “Basmış da gölgesi çökmüş de sisi/ Şu karşıki dağlar Köroğlu dağı/ Kesti ışığını paşası beyi/ İki kaşın arasına ay düştü
Su yürümeyince, dağ uçmayınca/ Sevdiğin Şirin’i sarabilmezdin/ Oyun oynar gibi ölüme gittin/ Gencidin tezidin sıra bilmezdin/ Biridin peşine bir alay düştü
Palazıdın şahin gibi konması/ Dostları ardına varır sanması/ Yol olmuştur en yiğidin yanması/ Bu ateşten sana çokça pay düştü,” dizeleri gibi…
* * * * *
Sonra da hepimize Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in, “Özgürlük diye tekrarladı. Bir insanı neyin gerçekten özgür kıldığını biliyor musun?
-Ne?
-İrade.
Kendi iraden ve o sana güç verir ki bu; özgürlükten yeğdir. Nasıl isteyeceğini bil. O zaman özgür olursun. Kendi kendinin efendisi de olursun,” sözlerini hatırlatan 6 Mayıs 1972…
Kim ne derse desin; “Bazıları öldükten sonra doğar”ken; “Bugün hayatta olmayan bütün sevdiklerimiz ruhumuzda gölgeler hâlinde yaşıyor,” diyen Kemal Sayar, tümüyle haklıdır.
Şurası çok açık: 20’li yaşlarında arkalarında silinmez izler bırakan “Üç Fidan”; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan… Ve onların kendi sehpalarını tekmelerken haykırdıkları, duruşları… Bugünlerde de vazgeçmeyenler için bir kutup yıldızı gibi yol göstermeye devam ediyor.[20]
Yaşamdan Attila İlhan’ın, “Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı/ Gittiler, akşam olmadan ortalık karardı/ O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız”…
Refik Durbaş’ın, “Halkın ulusu, rüzgârın kardeşiydi onlar/ ateşin övündüğü üç alınteri nebisi/ bir şafak vakti zulmün dehlizinde/ yiğitlik anıtı süsledi bedenleri
Biri engin denizlerle arkadaş/ biri inancın cömert efendisi/ biri sabrın korkusuz aslanıydı/ onurun mescidi şimdi cesetleri
Halkın ulusu, rüzgârın kardeşiydi onlar/ ölüme taviz vermedi hiç biri,” dizelerine dek…
* * * * *
Saul Bellow’un, “İnsan sevdiği şey kadar iyidir,” sözüyle müsemma THKO; aynı zamanda Ernest Renan’ın, “Büyük işler, azınlık tarafından başarılır”; Margaret Mead’ın, “Küçük bir grup düşünceli, kendini adamış yurttaşların dünyayı değiştirebileceklerinden şüpheniz olmasın. Aslına bakarsanız, dünyayı değiştiren tek şey bu,” ifadeleriyle betimlenebilir.
Özellikle de post-modernizm, post-Marksizm yalanının kapitalizm çarkının dişlilerine sürülen makine yağı olduğu bugünlerde…
Ancak hiçbir şey bitmedi; hatta yeni(den) başlıyor!
Bir sürü zırvaya karşın Marksizm-Leninizm hâlâ… Sürdürülemez kapitalist cinnetten radikal kopuşu hâlen temsil eden sadece O. Marksist-Leninist dinamik entelektüel ve politik güç potansiyelini yaşanan sarsıntılara rağmen kucaklamayı sürdürüyorken; THKO geleneği de bunun taşıyıcılarındandır.
“Çünkü” deyip, sözü Murat Bjeduğ’a bırakalım:
“Şimdi unutuldu gitti ama bir dönem ‘Sosyalist yalan söylemez’ lafzı, devrimcilerin hayatlarından türetilmiş, gerçekliğe tekabül eden ve yaşam içerisinde doğrulanmış bir söylemdir.
Mahkemelerde de, mitinglerde de, gerillayı başlatmak için çıktıkları dağlarda da, üniversite amfilerinde de düşünce namusunun timsali olabildiler…
Mahkemelerde Hüseyin İnan’ın, Deniz Gezmiş’in savunmaları sırasında büyülenmiş gibi dikkat kesilen mahkeme heyeti, görevli asker-sivil personel, medya mensupları doğrunun namusunu, dostluğun dayanışma ve korkusuzluğunu izlerken kin ve nefret ön yargılarının çatırdayıp hayranlığa dönüşmesine engel olamadılar. Ne kadar gizlemeye, açık etmemeye çalışsalar da.
Sözü Hüseyin aldığında ise, mahkeme salonu bir kutsal ayin havasına dönüşmüş, yargılayanlar başları önde gözleri yere çevrilidir; THKO devrimcileri gür sesleri, dimdik başları ve tokmak gibi sözleri ile kendilerini halka ve bağımsızlığa armağan ettiklerini haykırmışlardır. Eklemişlerdir ki, ‘Bu özlemimiz için ölümden çekinmiyoruz.’
Deniz ya da Hüseyin konuşurken, kelle isteyenler ürpererek idrak ediyorlardı ki, THKO konuşmaktadır…
THKO, önderliği Nurhak dağlarında diye geçse de, asıl trajedinin cereyan ettiği mahal, Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli -şimdiki adı Yeşilova- köyüdür. THKO bu köye, birkaç kilometre uzaklıkta kurulan pusu ile ilk ciddi darbeyi yemiştir. Sinan Cemgil-Kadir Manga-Alpaslan Özdoğan burada öldürüldüler, Mustafa Yalçıner yaralı halde, Hacı Tonak ise silahsız bir vaziyette derdest ve darp edilerek yakalandı. Ahmet Erdoğan ve Metin Güngörmüş deşifre olmadan kaçmayı başarabildiler. Bu ilk timi oluşturan THKO üyelerinin dışında, ikinci tim, yaşanan bu acı kayıplardan sonra, mücadeleye devam kararlılığıyla farklı yönlere dağıldılar.
O dağılma anı öncesinde yaşananlar, gözyaşları ile gerillaların birbirlerine sarılarak veda anı, THKO dostluğunun şahikasıdır.
Ardından, Deniz-Yusuf-Hüseyin 6 Mayıs 1972’de idam edildi. Kalanları, kaçaklık ve uzun hapis yılları bekliyordu. THKO tarihi böylece sona erdi.
Gönüllülük esasına göre pratik içinde yapılanan ama lider kültü üretmeden, dostluk ve dayanışma hayatın her anında ve alanında üretilerek en sert karşı koyuş politikası icra edildi. Bu dostluğun mayası şuradan geliyor; sevgi, yol arkadaşına duyduğu derin saygı, o dostluk için gerektiği anda duraksamadan, ikirciklenme yaşamadan canını verebilme.
Egemen algının yüklediği anlamın ve tanımın çok üstünde bir dostluk, tasavvur edilemez denilebilecek bir zamandışı boyutta içeriklendi, manalandırıldı; yeniden kavramsallaştırıldı.
Bu süreç nasıl işledi?
Verili kimlikler reddedildi. Erkek/Kadın, Türk/Kürt, İstanbullu/ Dersimli, ODTÜ’lü/Siyasal’lı …vs. Bu kimlikler vasıtasıyla örülmüş olan ilişkiler koparıldı. Özerkleşildi, özgürleşildi, yeni bir kimlikte buluşuldu. O buluşmadan sonra zaten dostluk yeni anlamıyla inşa edildi. Bu kimliğe itaat edildi. Apayrı bir mevzu ama, 1972’den sonra ise, bu kimlikler muhafaza edilerek itaat nesnesine dönüştü ve katastrofinin yolu açılmış oldu…
Şuna dikkat çekmek istiyorum: Bu insanlar, Türkiye’de kapitalizmin doğrudan mağduru değillerdi. Aksine, en iyi üniversitelerin gözde bölümlerinin çok parlak öğrencileriydiler. Bir ay, üç ay, en fazla bir yıl sonra okullarını bitirip, kapitalizmin en imtiyazlı ve seçkin grubuna dâhil olup, azınlığın sürdüğü gönençli bir hayat sürebilirlerdi. Kendilerine klişe deyimle pırıl pırıl gelecek vadeden kapitalizme karşı, kapitalizmin doğrudan ve topyekûn mağduru durumundaki emekçilerin, işçi sınıfının saflarında yer aldılar…
THKO neden unutulmuyor; onlardan ne kaldı da, dönüp irdeleme gereği duyuyoruz?
Bugüne kadar aşılamamış yeni bir dostluk, cesaret, düşünce namusu, sözüne eylemine sahip çıkma erdemi, en sert ve sonunun ölümle biteceğini gayet iyi bildikleri politik kalkışma.
Kapitalizme karşı evrensel karşı çıkışın, hem de en ileri kapitalist ülkelerin gelişmiş demokrasilerinin yaşandığı metropollerde eyleme dönüştüğü şu zamanlarda THKO-Dostluk-Politika neden değerli görülmekte?
Çünkü THKO mensubu devrim ve sosyalizm amacı için yola çıkmıştır. Arkadaşı da en az kendisi kadar bu amacın değerini taşımaktadır. Arkadaşı için gerektiğinde canını vermeye hazır olması, onları devrim ve sosyalizm ile özdeş gördüğünden, aynı zamanda idealleri uğruna canından vazgeçmeye hazır olma yüceliğidir burada söz konusu olan.
Denizlerin idamına artık adım adım yaklaşılırken, THKO’dan ODTÜ öğrencisi Hasan Ataol ve arkadaşları, elleri kolları bağlı duramayacaklarını, bir şeyler yapmanın lazım geldiğini düşünüp harekete geçerler. İdamları durdurmak için Jandarma Genel Komutanı’nı rehin alma eylemini organize ederler, ama eylem amacına ulaşamaz, Hasan Ataol yaralı vaziyette kaçmayı başarır, fakat Niyazi Yıldızhan vurularak öldürülür...
Dostlukları, bu nedenle benzersizdir.
Aralarında son derece sert tartışmalar yaşandığını biliyoruz. Örgütlenme, eylem, politik analizler, iş/görev dağılımı v.b. konularda zaman zaman çelişki de, münakaşalar da yaşanmış aralarında. Ama dostluk, arkadaşının ideallere bağlılığına olan inanç, sorunları bertaraf etmede yegâne etmen olmuş.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Atilla Keskin, Mustafa Yalçıner, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan, Sinan Cemgil, Hacı Tonak, A.Tuncer Sümer, Cihan Alptekin, Tayfur Cinemre, Ömer Ayna, Mehmet Asal, Metin Güngörmüş, Niyazi Yıldızhan, Hasan Ataol, Gülay Ünüvar THKO dostluğunun en yetkin isimleri olarak öne çıkarlar…
Cihan Alptekin’in Kızıldere’den alınan cenazesi köyünde defnedildikten saatler sonra cenazeye gelenler dağıldığında THKO üyesi bir kaçak devrimci, dağlardan geçip orman içinden Cihan’ın başucuna gelir. Saatlerce kimseyle konuşmadan, varlığını belli etmeden mezarın başında, toprağın altında yatmakta olan dostuyla baş başa kalır.
THKO’nun tarih galerisinde zihinsel bir yolculuk yapıldığında, Deniz’in Rodrigo’nun Concierto De Aranjuez’i, Sinan Cemgil’de ise O Yar Gelir türküsünün nağmeleri yayılır.
THKO dendiğinde, yüksek insani değerler, ideallere, yoldaşına ölümüne bağlılık, dayanışma, verili algı mekanizmalarının ve kimliklerin reddi, olağanüstü çalışkanlık, ideallere uygun ilişkiler kurabilme, hayatın içinde karşıtlarında bile hayranlık yaratacak dürüstlükte ilişkiler kurabilme, bu erdemleri devrimci bir töz ile yeniden ve yeniden üretebilme yetenek ve dirayeti akla geliyor.”[21]
İşte buydu THKO’nun (aşikâr) “sırrı”!
Ve bir şey daha: “Meclis idam kararını yeni bir kararla sembolik olarak kaldırabilir. Böylece Meclis kendi onurunu kurtarabilir;”[22] denilse de; Meclis, (varsa) kendi “onur”unu kurtarabilir mi, ya da nasıl kurtarır, bilinmez, ama onlar öylesine onurlu bir yaşam sürdüler ki herhangi bir onur, itibar iadesine ihtiyaçları yoktur. Çünkü onları idam etseler de, yenemediler, aksine yenildiler!
* * * * *
Eylemler ve sözler uyumlu olduğunda dünyanın değiştirilebileceğini; korkak ya da kahraman doğulmasa da, kahraman da, korkakta olunabilme ikileminde THKO, herkese -kahramanlara ihtiyaç duyulmayacak bir dünya için- kahraman olunması gerektiğini anlattı. Tabii anlayanlara; vazgeçenlere, inkârcılara değil elbette.
Tıpkı Antoine de Saint-Exupéry’nin, “Herkesin bir yıldızı var ama kimseninki birbirine benzemiyor. Yolcular için pusula, kimileri için ufak tefek bir ışık, bilginler için çözülmesi gereken bir sorudur yıldızlar,”[23] vurgusundaki üzere…
28 Kasım 2025 12:14:33, İstanbul.
N O T L A R
[*] Avrupa Demokrat, Aralık 2025…
[1] Gülten Akın.
[2] Ursula K. Le Guin, Rüyanın Öte Yakası, çev: Aylin Ülçer, Metis Yay., 2011.
[3] “Asla teslim olmamalıydım. Yaşayan son kişi olarak kalıncaya dek savaşmalıydım/ I should never have surrendered. I should have fought until I was the last man alive,” der Geronimo; teslim olmanın pişmanlığıyla sonraları!
[4] Thedor W. Adorno-Max Horkheimer, Teori ve Pratik Üzerine, çev: Orhan Kılıç, Metis Yay., 2013, s.61.
[5] yage, s.12.
[6] Jean Baudrillard, Çaresiz Stratejiler, çev: Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yay., 2010.
[7] Walter Benjamin, Pasajlar, çev: Ahmet Cemal, YKY, 1993.
[8] Albert Camus, Veba, çev: Oktay Akbal, Varlık Yay., 1960.
[9] Mustafa Kemal Kaçaroğlu, “Denizler İsyan Bayrağını İdam Sehpasına Diktiler!”, 6 Mayıs 1972… https://www.avrupademokrat3.com/denizler-isyan-bayragini-idam-sehpasina-diktiler-mustafa-kemal-kacaroglu/
[10] “Atilla Keskin: Yoldaşlarımızın İsyankâr Ruhunu Söylemeden Denizleri Savunmak, Onlara Yapılmış Bir Kötülüktür”, 6 Mayıs 2020… https://odakdergisi2.com/uc-fidanin-yoldasi-atilla-keskin-ile-soylesi-yoldaslarimizin-isyankar-ruhunu-soylemeden-denizleri-savunmak-onlara-yapilmis-bir-kotuluktur/
[11] Cengiz Karagöz, “Bora Gezmiş: Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in İdamı: Unutulmadılar”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2024, s.5.
[12] Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 22 Kasım 2007.
[13] yagk.
[14] Zeynep Oral, “… ‘Uzun Yürüyüş 68’ Bitmedi, Bitmeyecek...”, Cumhuriyet, 7 Eylül 2023, s.11.
[15] Şükran Soner, “Bizim 68’lilerin Önceliği Atatürk’ten Sonra Yarım Kalan Devrimlerin Tamamlanması”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2023, s.9.
[16] MSGSÜ’den insanlık ve siyaset tarihi hocası Dr. Abdullah Kehale anımsattı: “Müslüman Kardeşler’in paralel yapısı sayılabilecek Hamas, kurtuluşun İslâmi çizgiye bağlı kalmakla sağlanacağını savunuyor. Deniz Gezmişler’in Ortadoğu’ya giderek destek verdiği 1970’lerin Filistin’i ise El Fetih çizgisindeydi, sosyalist ve seküler yapıyı hedeflemişlerdi. Zaten Deniz ve arkadaşları da merkezinde sosyalizm olmayan bir hareketin içine girmezdi.” (Arif Kızılyalın, “Deniz’in Filistin’i!”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2023, s.10.)
[17] Muzaffer Oruçoğlu, “Deniz Gezmiş’in Filistin’e Gidişi”, 5 Mayıs 2023… https://gazetepatika19.com/orucoglundan-yayimlanmamis-resimler-deniz-gezmisin-filistinden-donusu-134213.html
[18] Bkz: i) Temel Demirer, “Nurhak Ayaktayken “Öldü mü Denir Onlara’?!”, Sosyalist Mezopotamya Degisi, No:10, Temmuz 2021... ii) Temel Demirer, “Nurhak’lı, 6 Mayıs’lı Tarih(imiz)den”, Rojnameya Newroz, Mayıs 2023… https://temeldemirer.blogspot.com/2023/05/nurhakli-6-mayisli-tarihimizden.html iii) Temel Demirer, “Hepimiz O Geleneğin -Taşıyıcı- Parçalarıyız”, Rojnameya Newroz, Yıl:7, No:228, 18 Ocak 2013… iv) Temel Demirer, “Minnet ve Hayranlıkla: Yolları Yolumuzdur!”, Rojnameya Newroz, Yıl:7, No:242, 23 Ekim 2013…
[19] Mustafa Yalçıner, Denizler İdama Giderken (Kolektif), Gendaş Yay., 2002, s.54.
[20] Bkz: i) Temel Demirer, “44 Yıl Sonra Onlar Yani Sonsuzlar”, Kaldıraç Dergisi, No:179, Haziran 2016; ii) Temel Demirer, “6 Mayıs 1972: Geçmişi de Geleceği de Yitirmeyen Ölümsüzlük”, Rojnameya Newroz, Haziran 2022…. https://temeldemirer.blogspot.com/2022/06/6-mayis-1972-gecmisi-de-gelecegi-de.html ; iii) Temel Demirer, “Üç Fidan”In Yoldaşı Bir Ulu Çınar”, 6 Mayıs 2011… https://temeldemirer.blogspot.com/2012/04/uc-fidanin-yoldasi-bir-ulu-cinar.html
[21] Murat Bjeduğ, “En Güzel Yüz Metreyi Koştular: THKO, Dostluk ve Politika”, 16 Temmuz 2016… https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/en-guzel-yuz-metreyi-kostular-thko-dostluk-ve-politika,15041
[22] Mustafa Balbay, “Yeni Meclis Deniz’lerin İdam Kararını Kaldırabilir!”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2023, s.4.
[23] Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens, çev: Cemal Süreya-Tomris Uyar, Can Yay., 2015, s.99.
