“O halde özgürlük, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapma ve peşinden gitme hakkıdır.” Marx-Yahudi sorunu üzerine-

Her şey ne kadar hızlı, ne kadar karmaşık ve bir o kadar da bataklık. Bu hız ve bataklıklar içerisinde yapılan muhakemeler de, o denli hızlı ve batık. Bataklıklarda türeyen canlılara sözümüz yok. Ne büyük bir doğa harikasıdır onlar. Ancak bizler, insan denen canlı. Bu bataklıklarda? Buna diyeceklerimiz çok! Hatta mutlaka olmalı!

Tüm bunlardan ne kalacak geriye?

Yani uçaklar, bombalar, kurşunlar. Yani bankalar, borsalar, paralar. Yani evler, arsalar, arabalar. Yani yarası dahi sarılamayacak denli tarumar edilmiş bir yeryüzü. Ve artık yani, sayısı dahi kafadan atılan insan ölüleri.

Ağıtlar, sınırlar, göçler. Uğradığı haksızlıklara karşı hakkını dahi savunamayacak denli haksız bırakılmış milyonlar. Ve bitip tükenmeyen seçimler. Sağ da seçilse batık, “sol” da seçilse batık. Bu büyük harabeden ne kalacak geriye?

Yıl 1215, İngiltere. Dört tane el yazması orjinali muhafaza edilen, her nüshasında 4000 kelime bulunan tarihi sözleşme. Magna Carta Libertatum: “Büyük Özgürlükler Sözleşmesi”. Bu sözleşmenin 800. yılı coşkuyla, altı çizile çizile kutlanırken, el yazması, 21 milyon dolara açık arttırmaya sunuldu.

Büyük Özgürlükler Sözleşmesi: Kralın derebeyleri ve din adamları üzerindeki sınırsız yetkilerini kısıtlamak üzere yapılan bir barış anlaşması. Halk mı? O henüz köle. Bu sözleşme mülk sahibi “özgür” diye bilinen ayrıcalıklılara: “Hiçbir özgür insan tutuklanamaz, hapsedilemez, malları alınamaz, yasadışı ilan edilemez, sürgüne gönderilemez ya da başka bir şekilde saldırıya uğrayamaz; akranlarının-benzerlerinin yasal hükmü veya ülkenin kanunları dışında ona hiçbir şey yapmayacağız ve onu hapse atmayacağız.”

Magna Carta’nın ardından yüzyıllar geçer. Fransız Devrimi tarihe özgürlük, eşitlik, kardeşlik yazar. Bu ifadeler de iki yüz yılı aşkın bir zamandır değiştirilmez, aynı kalır. Sayısız kelime türetilir, sayısız kavram değiştirilir. Ancak bu kavramlar aynen bırakılır. “Kalır” demiyorum, bırakılır, anayasalara dahi kazınır.

Tutsaklık! Diktatörlük, toplama kampları, işkence ve zorla çalıştırma ile özdeşleştirilir. Siyasi ve sosyal özgürlük! Serbest seçimler, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü ile özdeşleştirilir. Dayanışma! Bambaşka renklere bürünür, sık sık sahnelenir. Tüm bunların hiçbir baskı uygulanmadan gerçekleştirildiği ülkeler doğar. Her şeye demokrasi adı konulur.

Ve yoktur artık keyfiyetiyle gerçekleştirdiği zulümlerden kaçılacak krallar. Onu devirince edinilebilecek bir ÖZGÜRLÜK. Yoktur artık baskıların, insanlık dışı çalışma koşullarının ortadan kaldırılmasının koşulu olarak, emek hareketi tarihinin bir deneyimi olarak ortaya çıkan DAYANIŞMA.

Kocaman bir dijital gözetleme çağında, uluslararası şirketlerin birbirine bağladığı finansal piyasaların zenginliği altında sürünen bir insanlık, böyle sürünen bir özgürlük ve dayanışma vardır artık. 

“O halde özgürlük, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapma ve peşinden gitme hakkıdır.” Sen yirmibirinci yüzyılın özgürlüğü. Yüzyıllardır sıkıştırıldığın bu çerçeveden fazlasısın sen. Serbest seçimlerden, ifade özgürlüğünden, basın özgürlüğünden ve örgütlenme özgürlüğünden çok daha fazlasısın sen. Onların aldığı, onların verdiği. Bu sınırlarda ana ana, öldürdük mü yoksa seni? Diriltebilecek miyiz?

***

Bu yazı Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi Temmuz-Ağustos-Eylül 105. sayısında; Charles de Montesquieu’nun “Özgürlük ve güçler ayrılığı”, John Locke’nin “Kanunsuz özgürlük olmaz”, Marx’ın “Özgürlük” yazılarının çevirileriyle birlikte yayınlanmıştır.