TC, günümüz dünyasında, yer yüzüne hala en çok sürgün yayan rejimdir. Başka benzeri kalmadı. İnci Tuğsavul-Doğan Özgüden çifti sürgün yüzbinlerden sadece ikisidir.


Bugün, onlardan söz etmek üzere, yazı masasına otururken, önce dünya nereye, buna karşılık TC hangi yabana savruluyor merakı ile etrafa bakayım istedim ve bir kere daha, Kemalist rejimin en cesur atıcısı Recep Erdoğan’la yüz yüze geldim.

Üç kişiyi nerede bir arada görse, erdemli duruş, faziletli davranış figürüyle “fakir fukara hakkı kutsaldır, dokunulamaz, çalınamaz, yenemez” diye bağırtı tutturan Recep Bey, bu defa, “şehit ve gazi yakını” yandaşlarını toplamış, fakir fukara hakkını, huzur içinde çatala dolayıp mideye savuruyor, kaşıkla höpürdetiyordu. Bunun adı da, “yoksula iftar sunma ile sevap kazanmak”tı.
Ancak, sevabına sevaplar dolansın ki, yemeğe hücum edenlerden hiç biri, sevabı hak edecek yoksul değildi. Hepsi kazancı yerinde, halkın vergisinden maaşı cebindeydi.

Hiç biri sadakaya muhtaç değildi. İkincisi, “hayır işleme” öyle, “el yordamıyla gerdeğe girme” misali olmuyor, cepten, maldan verildiği takdirde “hayrat” sayılıyordu.
Hayır işlemenin bu ayağı da eksikti. Çünkü halkın vergileri harcanarak yeniyor, içiliyordu.

Oysa, Kur’an’ın herhangi bir yerinde, peygamberin hiç bir kelamında, “herkesin hakkı olanı yandaşa da yedirerek hayır işleyin” ibaresi yoktu. Tersine Kur’an ve peygamber “yandaşla hak yemek günahtır” diyordu.
Ve güya askeri vesayeti kaldırmış Recep Bey, yemek duası niyetine konuşurken, “Muhammed olmadı, Metmetçik uygun düştü” tertibinden, Türk askerini peygamberle bütünleştiriyordu.

“Buyrun buradan yakın ki” Recep bey, askerini peygamberleştiren bir ilkti…
Bir başka haber: Dindarlığı sevsinlerin yedirip içirdikleri, eline silah verdikleri tecavüzcüleri, katiller, talancıları, Ramazan gününde “özgürlük ordusu” adıyla Suriye’de, Kürtlerin üstüne saldırtıyorlardı.
***
TC layığının hayrını göre dursun, niyetlendiğim konuya dönersek, üniversite ikinci sınıfa geçtikten sonra, mesleğe giriş vaktinin geldiği düşüncesiyle Vatan’da gazeteciliğe başlamış, altı ay sonra da Ankara temsilcisi İlhami Soysal’ın çağırmasıyla Akşam gazetesine geçmiştim.

İnci Tuğsavul’u Akşam’da tanıdım. Kendine olan güvenle, deve dişi meslektaşlar arasında “ben” edalı bir genç kızdı. Dikkatimi çeken bir başka özelliği ise, on parmakla, şaşırtıcı bir hızda daktilo kullanmasıydı.

Dışarıdan bakıldığında, toplumsal olaylar tarağında bezi yok gibi görünüyordu. Müzik ağırlıklı kültür, sanatla igileniyor, tiyatro sanatını seviyor, dönemin tiyatro ilahları Şeref Gürsoy, daha sonra televizyon dizilerinde “Nori Gandar” tipiyle bütünleşen Tekin Akmansoy bazan onu görmeye geliyorlardı.

Bir gün, rahmetli Bedii Güray’la tartışırken, “biz iktidara geldiğimizde” dediğini duyunca, dünyasında başka derinliklerin de olduğunu anladım.
Kısa süre sonra da, evlenmek için İstanbul’a gitti. Evleneceği kişi, genel yayın yönetmenimiz Doğan Özgünden’di.

Özgüden sosyalistti. Demek ki, “bizim” dediği görüş, sosyalizmdi. Ona saygım pekişti. “Sanat, sanat içindir” diyenlerden değildi.
Doğan Özgüden’e gelince: İşinin hakkını veren bir gazeteciydi. Yazarlar kadrosu ve içeriğiyle, 1960’ların unutulmaz sesi Akşam gazetesine o kişilik verdi.

Sonra, ayrılmak zorunda kalınca İnci Tuğsavul’la kendi işini, dergisi, klasik kitaplarıyla bir kültürel zenginlik olan Ant yayınlarını kurdu.
12 Mart 1971 darbesinden sonra, ülkelerinden koparılıp sürgüne savrulanlara katıldılar. Bütün enerjilerini, darbecilerin getirdiği yıkıma harcadılar.

Doğan Özgüden, “Vatansız Gazeteci” kitabı yıllar önce (2010) yayımlandığında, huyum kurusun ki, bir şeyden çok söz edildi mi, hele hele önüne gelen işin içine daldı mı, dokunmak, yazmak, seyretmek içimden gelmiyor.

Aslında bugün de bir şey yazmadım. Onları tanıdığımı söyledim, kendime pay çıkararak. “Övündüm” bir bakıma. Bazı kişiler vardır ki, onlarla çağı paylaşmak bile onurlanmadır. Onlarla övünç ve onurlanmayla, kendime pay çıkardım.

Çünkü, bana göre onlar, saygıyı en tepelerde hak eden, hakiki bir ikili.  

Onlar, hiç rol yapmadı. Kemalistler gibi, sol üzere duyduklarını ezberde tutup, soğuk savaş hala devam ediyormuş gibi kullanmaya devam etmediler.

Entelektüel olarak, okuduklarını zekalarıyla ölçüp sindirerek, hakiki hayatla bütünleştirdiler.  
“Vatansız Gazeteci” kitabı, bu yönüyle de TC tarihinin, bir dönem zalimlikleri dökümüdür. Varsa şerefi, 42 yıllık sürgünlüğün şerefi, o da askeri darbeler ve olağanüstü halleri örtü altında sürdürenlere aittir. Yeni Özgür Politika