“İnsanın kerameti, anlamaktan ibarettir zaten, zor günlerde ışır... Kim ne derse desin, yeryüzünün acısı, kendi deliliğine layık delilere henüz kavuşamamış olmasındandır.”

En üst perdelerden methiyeler dizip, kişileri tarihe adı geçen kişilerle benzeştirerek ‘ölümsüzleştirme’ çabaları ürkütüyor beni.

Ya da, adı bir şekilde zaten tarihe geçen kişileri en seviyesiz, en kokuşmuş tarih çöplüklerine atma çabaları, yaşarken ‘öldürme’ çabaları da ürkütüyor beni.

Belirtmeden geçemeyeceğim; Oruçoğlu da bu iki ucun, farklı farklı zamanlarda, tekrar tekrar yaşatıldığı yazarlardan biri oldu.

Romanlarındaki, öykülerindeki tiplemeler, anlatılar, satireler vb.; kendisine yığınla saldırının yöneltilmesine neden oldu. Gönül isterdi ki, bu saldırıları gerçekleştirenlere; dünya tarihindeki ilk öykü denemelerini okutabilseydik. Gönül isterdi ki, bu saldırıları gerçekleştirenlere; dünya tarihindeki sayısız roman örneğini ve yazarını didik ettirip, masaya yatırmalarını sağlayabilseydik.

Gönül isterdi!

***

Hazin ve sevinçsiz bir dünya gerçekliği içerisindeyiz. Ve Oruçoğlu’nun böyle bir gerçeklik içerisinde, bu yaşında, bunca kalem sallayış sonrasında, hâlâ öykülerde sebat edebilmesi bana tarifsiz bir sevinç yaşattı.

DANGALAK’a ulaşınca da, bu sevincim kursağımda kalmadı.

Kendime de bir kez daha sordum şu soruları:

Bilmez mi Oruçoğlu daha farklı-üst perdelerden bir üslupla yazmayı? Bilir!

Bilmez mi Oruçoğlu cırcır böceklerini öttürmeyi, çiçek kokuları yaymayı, kadın salınmalarını estetize etmeyi, fingirdeşme yerine flört demeyi? Yani Oruçoğlu bilmez mi; bir öykünün atmosferini, mesajlarını, bağlantılarını daha farklı kurmayı? Bilir!

Ancak o, bizim kuşağın üniversite yıllarından bugünlere dek; alır dili! Yerden yere vurur! Hatta yerin dibine batırır. Sonra biraz yukarılara çıkarır. Süzer. Nihayetinde de; en yalın, en çıplak haliyle dili size bırakarak size veda eder. Öylece kalakalırsınız. Nereye gideceğiniz sizin kararınıza kalır.

Alır kadın-erkek vücutlarını! Asırlardır beyinlerde şekillendirilen, envai çeşit kelimeyle-malzemeyle değiştrilip “erotik” kavramı içerisinde oynatılması kader sayılan bu vücutları! Yerin dibine batırır. ‘Mallaşmış’ olanların bedenini de ‘mal’ eder! İnsanın kendisi ve karşısındakiyle adeta bedensizce, ya da en yalın bedeniyle gerçekleşen anlarını, bütün bu ‘mallaşmaları’ yok ederek buluşturup, yüzünüzde bir tebessüm, kalbinizde biraz hüzün bırakarak size veda eder.

Ve yanılmıyorsam neredeyse her on öyküsünden birinde, bir öykü yazarına yöneltilen çemkirmelerin çeşitli türlerini ve yazarın bunlara verdiği cevapları da dile getirir.

***

Bilmez mi Oruçoğlu ‘edebiyat-felsefe’ yapmayı? Bilir!

En âlâsını da yapabilir! Ama bildiğiniz gibisini yapmaz!

Size; yapanların yapışlarını, nasıl yaşadıklarını sunar. Bunlardan hiçbirine öfke duymazsınız, nefret etmezsiniz. Hasisliğe, öfkeye, kine, rekabete itelemez sizi. Hüzünlendirir, ancak yüreğinizi dağlamaz. Sevdalandırır, ancak sevdadan delirtmez.Çaresizlikleri bırakmaz çıkmaz sokaklarda. Hayatı su gibi akmaktan menetmez asla.

“Genelde hayat bilinçsizdir. O, kendi bilincine, yaratıcı yetilerimizi ve illetlerimizi seferber ettiğimiz zaman, bastırılmış iç dünyalarımızın olanca enerjisiyle özgürlük alanına çıkardığımız zaman kavuşur.”

Ve Oruçoğlu bu kez, Dangalak’a okutur Hegel’in Mantık Bilimi’ni: Sorgulatır Napolyon’u. Toslatır Kant’a. Nefret ettirir Spinoza’dan, Serpil sayesinde!

Başka insancıklara da; Aristotales’i, İbn Rüşd’ü, Farabî’yi, İbn Meymun’u, Goethe’yi, Freud’u, Bakunin’i, Ned Kelly’i tartıştırır, anlattırır. Bunların hepsi, gerçekten de memleketimden insan manzaralarıdır.

Öyle aman aman takdir edeceğiniz ‘kahramanlar’ da yoktur, DANGALAK’taki öykülerinde de. Hepsi, insana ait her şeyi dillendiren-yaşayanlardır. Hepsi yemek yer, hepsi tuvalete gider, hepsi sevişir; hepsi başkaları hakkında kötü şeyler de düşünür, iyi şeyler de; hepsi insandır nihayetinde.

“Herkes mi yoksa ben mi böyle düşünüyorum, bilemiyorum, bir yığın böcek familyası yaşıyor fışkının altında. İnsanlık, o familyalardan biriymiş gibi davranıyor ve yerinden gayet memnun görünüyor. Normalin alışkanlık hakkına tecavüz ettiğimi sanmayın. İtirazımı dillendiriyorum sadece.”

Hiçlik, var oluş, zaman, mekân, narsizm, nihilizm, aşk-evlilik, ulusal sorun, devlet, devrim...; daha sayamayacağım kadar çok felsefi, politik, ekonomik akımı-meseleyi, memleketimizden insan manzaraları içerisinden fışkırtarak bize aktarır Oruçoğlu, DANGALAK’ta. Ve bu konuşmalar-tartışmalar, şüphesiz masa başlarındaki-konferanslardaki gibi yürütülmez. Ancak çok da uzak değillerdir, canlı pratik içerisindeki yürütülüşlerine.

***

Ve Sevgili Oruçoğlu; DANGALAK’taki öykülerinde, edebiyat eleştirmelerinin tabiriyle ‘atmosfer-bağlantı kayması’na, benim ifade edişimle tek bir ‘teğel kaçması’na dahi rastlayamadım. Emeğine, yüreğine, en çok da üslubundaki gelişime-direncine sağlık!

Bütün bu yönler ve aktarmakta eksik kaldıklarımla; tüm yüreğimle, DANGALAK’ın genç kuşaklara da ulaşabilmesini umud ediyorum.

“Şimdiye kadarki tüm devrimlerin, eski devletin yıkılması ve yerine yeni bir devletin kurulması esasına dayandığını söyledim onlara. Bu durum, bebek bezlerini hatırlatıyordu ve benim için bir sorundu. Kurulan yeni devletler, özellikle sosyalist devletler, devrimi yapanları dönüştürüp, kendi dünyasına katarak, sessizce boğuyordu. Bundan sonraki devrimlerin anlamını, eski devletin, yeni bir devlet için yıkımında değil, eski devletin, halkın zihnindeki sivil devletle birlikte, komün için derinlemesine yıkılmasında aramalıydık. Aramalıydık ama kimse de aramıyordu. Yalnızdım. Kimseye anlatamıyordum meramımı.”

*Kitabın Künyesi: Muzaffer Oruçoğlu, DANGALAK. Sancı Yayınları, Mart 2021.