“Sürgünler, adsız bir varolmayı resmi bir varoluşa çevirmek zorundalar. Hakikatin akıbetinin ne olduğunu kimse hatırlamadığında dahi, en azından bunu sürgünler beraberlerinde alıp götürmüş olacaklar. Sadece sürgünlük gerçeği ve bağlantılarını dile getirmeyi gerçekleştirebilir. Sürgünlük, bütün dünyanın gözü önünde, suskunlaşan halkının sesidir, olması gereken budur.” (Heinrich Mann, Sürgünlüğün Görevleri-1933)

Sürgündeki yazarları-yazıları, ne garez ne de kınama tuzaklarına düşmeden okumayı öğrenmiş kuşaklar vardı. Bu kuşakları, garez ve kınama tuzaklarına düşen yeni kuşakların izlediğinden bahsetmek, sanırım abartı olmaz. Şüphesiz ki Türkiye’deyken bu yazıları-yazarları farklı bir gözlükle okurken, buralarda yaşamak zorunda kalma sürecinde okumak bizlere; hayatı nasıl doldurmak gerektiğine ilişkin de birer rehber oldu ve olmaya da devam ediyor!

***

Sürgünlük Yazıları 3; Doğan Özgüden’in Artıgerçek’te yayınlanan son bir yıllık yazılarından oluşmakta. Kitabın girişinde bulunan İnci Tuğsavul’un kaleme aldığı “Sunuş” bölümünün tamamı paylaşılası bir içerikte. Ancak bir yazının sınırlarını fazla zorlamamak için, bir bölümünü aktarmakla yetineceğim:

“Bir kaç ay sonra ben 80’i deviriyorum, 2021 başında da Doğan 85’i devirecek…

55 yılı aşan ortak gazetecilik yaşamımızda aynı sosyal ve siyasal görüşleri paylaştığımız, aynı amaçlar için birlikte mücadele verdiğimiz için yazdığımız yazıların içeriğiyle ilgili olarak Doğan’la çelişkiye düştüğümüz pek olmadı.

Özellikle ardı arkası kesilmez soruşturmalar, davalar ve tehditlerin yanısıra büyük mali ve teknik imkânsızlıklarla boğuşarak 12 Mart 1971 darbesine kadar yaşattığımız Ant Dergisi’nde en büyük sorunlarımızdan birisi bu sayfa düzeni kavgalarıydı.

Ant’ın çıktığı yıllarda şimdiki gibi bilgisayarlar, online sayfa programları yoktu. Sayfada ya da belirlenmiş bir çerçeve içinde kullanılacak yazı linotip’ten çıktıktan sonra öngörülen o alana sığmıyorsa mutlaka birkaç paragraf ya da satır atılması gerekirdi...

Redaksiyon ve sayfa çalışmalarının tamamen bilgisayarda gerçekleştirildiği günümüzde bir yazı uzun geliyorsa ekranda tamamını seçip bir tıklamayla daha küçük puntoya geçtiğinizde sorun kendiliğinden çözülmüş oluyor.

Ancak sürgünümüzün 1986’ya kadar süren ilk 15 yılındaki yayın çalışmalarımızın teknik sorunları Türkiye’dekinden pek de farklı olmadı.

1974’te Brüksel’de çeşitli dillerde yayınlamaya başladığımız İnfo-Türk bültenlerini, kitap ve broşürleri de Doğan 12 yıla yakın hep küreli IBM’de diziyor, ben de dizilen metinlerin ofset plaklarını mutfaktan bozma bir karanlık odada hazırlayıp Din A3 formatındaki bir Gestetner büro ofset makinesinde basıyordum. Ardından basılan binlerce sayfayı harmanlamam, yine ilkel bir büro aletinde ciltleyip üç taraftan traşlamam tam anlamıyla artizanal bir üretim örneğiydi.”

***

Artıgerçek’in yayın hayatına başlamasından bugüne, Doğan Özgüden’in orada yayınlanan tüm yazılarını okurum. Bu yazıları okumak üzere ekrana tıkladığımda, hemen Heinrich Mann’ın “Sürgünlüğün Görevleri” makalesi bir yanımda gezinmeye başlar. Yanısıra, Eduardo Galeano’nun Crisis adlı dergiyi yaşatma mücadelelerini anlatışı gezinmeye başlar bir yanımda... yanısıra... yanısıra... yanısıra...

Yanısıra da aklımdan nice şeyler geçer. Bu aklımdan geçenleri aktarmadan önce, kitapta yeralan bazı yazılardan bazı pasajları paylaşmak istiyorum:

- “Mehmet Akif Ersoy bir şiirinde yinelenmenin özüne karşı çıkarak soruyordu:

Tarih’i “tekerrür” diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?...

Filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel yinelenmeyi kaçınılmaz bulmuş ve “bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir” demişti. Karl Marx ise Hegel’in bu yinelenme varsayımına “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i”nde dahiyane bir yorum getirmişti: “Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.” (Tayyip’in “Hürriyet Partisi” heyulası... başlıklı, 16 Mayıs 2019 tarihli yazıdan).

-“Kuzeyde Flaman milliyetçiliğinin ağır bastığı ve sağ partilerin egemen olduğu Felemenk bölgesi, güneyde sol partilerin egemen olduğu Valon bölgesi… İkisinin arasında da sadece Fransızca ve Flamanca konuşanların değil, yüzden fazla farklı milliyetten insanların yaşadığı, Avrupa Birliği’nin de başkenti olan Brüksel bölgesi.

Seçim sabahı oylama devam ederken şunları yazmıştım:

“Belçika’nın 8 milyon seçmeni üç ayrı parlamentoya birden milletvekili seçmek üzere sandık başına gidiyor. Bu ülkede oy vermek zorunlu olduğu, bu görev yerine getirilmediği takdirde suç olarak adli sicile işlendiği için, koşan koşana... Sandıklar açıldığında var seyreyle gümbürtüyü... Zira bu seçimler, belki de Belçika’nın geleceğinde çok önemli bir dönüm noktası olacak.” (yazılıp, ardından Türkiye’deki seçimlerle Belçika’daki seçimler kıyaslanır-bn-) (Federal Belçika uzatmaları oynuyor… başlıklı, 29 Mayıs 2019 tarihli yazıdan)

-“Bilmem hâlâ öyle mi, bizim çocukluğumuzda 23 Nisan geldi mi okulda hepimizi sıraya dizer, hep birlikte haykırtırlardı:

Bugün 23 Nisan

Neşe doluyor insan

Kamutay bugün doğdu Karanlıkları boğdu

Evet, boğduğu karanlıkların başında da herhalde Osmanlı saltanatı vardı. Ama onun yerine bir başka karanlık geliyordu… Türklük ve İslamiyet dışındaki tüm aidiyetleri ezmeyi, gerekirse yok etmeyi kutsal görev sayan tek parti diktası…10 Mayıs 1994: “Terörist” Mandela artık tüm dünyanın önünde saygıyla eğildiği Güney Afrika Cumhurbaşkanı’dır. Türkiye’de ise aynı yıl DEP kapatılıyor, halkın oyuyla seçilmiş Kürt milletvekillerinin bir kısmı tutuklanırken diğer bir kısmı yurt dışına çıkıp Sürgünde Kürt Parlamentosu (SKP)’yi kurmaya zorlanıyor...

Beş yıl sonra, 1999’da da değişen bir şey yok. Üstelik şimdi güvercinler iktidar basamaklarında kurtlarla dans ediyor...” (Mağdur bir halkın sürgün meclisi… başlıklı, 6 Haziran 2019 yazıdan)

-“Toplu iş sözleşmesi kapsamı ise Avusturya’da yüzde 98, Belçika’da yüzde 96, Yunanistan’da ve İsveç’te yüzde 90 iken Türkiye’de sadece yüzde 7. 1984-2002 döneminde greve çıkan işçilerin yıllık sayısı 40 bin 823 iken, bu sayı da AKP’nin iktidarda olduğu 2003-2017 döneminde 5 bin 693’e gerilemiş bulunuyor. 1984-2002 döneminde grevde geçen işgünü sayısı yılda 1 milyon 208 bin iken, 2003-2017 arasında 227 bine düşmüş bulunuyor.

Tüm bu istatistik bilgileri niçin veriyorum?

AKP iktidarı sadece siyasal haklar, özgürlükler açısından değil, sosyal hakların savunulması açısından da Türkiye’yi dünyanın en geri ülkelerinden biri haline getirmiştir.” (15-16 Haziran 23 Haziran’a ders olsun! başlıklı, 14 Haziran 2019 yazıdan)

-“Belçika’da bugün yaşanan telaşı, felâketten korunmak için yapılan uyarıları, verilen tavsiyeleri izledikçe, belleğim beni sürekli 70-80 yıl önce yaşadığım günlere götürüyor, ardından Belçika da dahil Avrupa sömürgeci devletleri tarafından zamanında resmen “sömürge” olarak, şimdilerde çok uluslu şirketlerin ucuz hammadde ve işgücü kaynağı olarak sömürülen Afrika ve Asya ülkelerini düşünüyorum, o ülkelerin -30’larda ya da +45’lerde hiçbir koruyucu önlem olmaksızın çalıştırılan insanlarını…

Özetle: Eğer Tayyip diktasına karşı bilinçli bir vatandaş iseniz, ister Türkiye’de olun, ister sürgünde olun, milli piyangonun yılbaşı ikramiyesi çekilişleri gibi, şansınıza ne rast gelirse: kırmızı, mavi, yeşil, sarı, turuncu, gri…

Yukarıdaki haberde belirtildiği gibi, renklendirilmiş olmak da şart değil, kaderde varsa “liste dışı” olarak da etkisiz hale getirilmek her daim mümkün…

Şu sırada Brüksel’de hararet 37’yi buldu, 40’a yaklaşıyor.

80’lik biri olarak INTERPOL’ün ya da İçişleri Bakanı Soylu’nun rengârenk bültenlerini bir an için bir yana bırakıp Belçika meteorolojisinin kırmızı bültenine bir daha bakalım, tedbirde kusur etmeyelim… (Kırmızı alarmlar… kırmızı bültenler… başlıklı 25 Temmuz 2019 tarihli yazıdan)

-Yıldönümleri Eylül’e denk gelen, coşkuyla değil, hüzün ve elemle anılacak iki önemli olay daha var… Şili’deki 11 Eylül 1973 ve Türkiye’deki 12 Eylül 1980 faşist darbeleri… O tarihlerde partiler kurulmamış, aksine kurulu partiler kapatılmış, cuntacıların düşman bellediği yüzbinler zındalara atılmış, işkenceden geçirilmiş, özgür medya susturulmuş, sendikalar kapatılıp devlet imkânları ABD emperyalizminin işbirlikçisi sermayeye peşkeş çekilirken halk kitleleri yoksulluğa mahkum edilmiştir.

Şili nere, Türkiye nere? Birbirinden kuş uçuşu 14 bin kilometre uzaklıktaki bu iki ülke, yakın tarihin bizim de tanık olduğumuz bir zaman kesiti içinde ortak kaderi paylaştılar.

60’lar Türkiye’de de, Şili’de de sol dalganın kabardığı bir yıldı. Hele 1970… (Darbezede iki ülkenin Eylül’leri… başlıklı 12 Eylül 2019 tarihli yazıdan).

-“Ama “exit”, yani üyelikten çıkış, Yunanistan ve İngiltere’den sonra aşırı sağın süratle güç kazandığı birçok AB üyesinde de sık sık telaffuz edilir oldu.

Avrupa gazetelerinden yayınlanan haberlere göre Grexit ve Brexit dışında şu kelimeler de neolojizmde, yani söz türetiminde, yerlerini almış bulunuyor:

Frexit: Fransa için aşırı sağcı lider Marine Le Pen tarafından

Nexit: Hollanda’da aşırı sağcı PVV lideri Geert Wilders tarafından

Oexit: Avusturya’da aşırı sağcı lider Norbert Hofer tarafından

Swexit: İsveç’te aşırı sağcı İsveç Demokratları tarafından

Fixit: Finlandiya’nın Euro bölgesinden çıkmasını isteyen onbinlerce imzacı tarafından

Dexit: Danimarka’da aşırı sağcı DPP tarafından

Gerxit: Almanya’da Euro bölgesinden çıkılmasını isteyen aşırı sağcı AfD tarafından

Spexit: İspanya’da aşırı sağcı Vox partisi tarafından (Grexit… Brexit… Tayyipland’da da Trexit… başlıklı 31 Ekim 2019 tarihli yazıdan).

-“Avrupa’da da, Türkiye’de de büyük bir şaşkınlık… Nasıl oluyor da, 2. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin başı çekmesiyle Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’nün, yani İngilizce kısaltılmış adıyla NATO’nun en sadık üyesi ve en büyük ikinci ordusunun sahibi Türkiye birden bire bu örgütün disiplinini hiçe sayarak başına buyruk kararlar alabiliyor?...

NATO’da kalınsa da olur, terkedilse de olur…

Kafası iyi çalışmayanları nitelemek için kullanılan Rumca’dan transfer edilmiş bir deyim vardır: Na to kefari, na to mermari… Türkçesi: NATO KAFA, NATO MERMER!

NATO’ya katılım bu kafadakilerin eseriydi… (NATO kafa, NATO mermer… başlıklı 14 Kasım 2019 tarihli yazıdan)

-“Daha önce de kaç kez yazdım… Özgürlük ve demokrasi getirmek iddiasıyla DP iktidarını deviren MBK’cı subayların da darbe sabahı Türkiye radyolarından faşist albay Alparslan Türkeş’in sesiyle verdikleri ilk mesaj “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” yemini olmuştu. Bu yemine sadık olarak Pentagon’a Türkiye topraklarında yeni ayrıcalıklar tanınırken, anayasaya konan bir maddeyle Türk Ordusu’na siyasal yaşamda son sözü söyleme olanağı sağlayan Milli Güvenlik Kurulu oluşturulmuş, subayların kapitalist sınıfa entegre olmalarını sağlamak için de Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurulmuştu...

Bugün Türkiye’yi islamcı faşizmin pençesinde zulmetler ülkesi haline getiren bir iktidar baştaysa, bunun temelleri de daha 50’li yıllarda Ortadoğu bölgesinde İslam’ı politize ederek sosyalist sisteme ve bağlantısız ülkelere karşı bir gerici kordon oluşturmayı amaçlayan Eisenhower Dokt rini’yle atılmıştı. ..

Türkiye’yi uluslararası islamcı örgütlere üye yapan, okullarda din derslerini zorunlu kılan, bugünkü islamcı faşist yönetimin temellerini atan da ABD emperyalizminin emir kulu 12 Eylül Cuntası’dır… (Zındanlarda prangalı demokrasi… başlıklı 5 Aralık 2019 tarihli yazıdan)

***

-“Zaman hızlı, çok çok hızlı geçiyor… Sürgünümüz neredeyse yarım yüzyıla ulaşıyor…

Brüksel’de sürgün bulunan Kürt milletvekili dostlarımıza, uluslararası ün sahibi yazarımız Doğan Akhanlı’ya ve İsveç’te sürgün bulunan Ragıp Zarakolu’na çıkartılan seyahat engellemeleri Türk Devleti için utanç verici örnekler…

Sürgün gerçeğini hep birlikte gün be gün yaşıyor, yapılan ve tasarlanan baskıları ibretle izliyoruz.

Ama tüm baskı ve tertiplere rağmen mücadelemizi ödün vermeden sürdürmek zorundayız.

Yedi yıl önceki toplantımızda “Sürgünlükten kurtulabilme mücadelesi kutsaldır. Ama sürgün geri dönüşü olmayan bir yazgıysa, bulunduğun mekânı da ikinci bir yurt bellemek, kavgayı orada da tüm olanakları kullanarak ve yeni yetenekler kazanarak sürdürmek de kendine saygının, halkına, kültürüne ve doğduğun toprağa hizmet vermenin bir başka onurlu yoludur. Bunun en güzel örneklerini de yine Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Fahrettin Petek gibi sanatta ve bilimde yaratıcı kavga insanları verdiler…” demiştim.” (Sürgünü yaratıcı ve kavgacı yaşamak… başlıklı, 15 Aralık 2019 tarihli yazıdan)

-“Evet, TC Devleti’dir bu, ne yapar eder, kara listeye aldığı kişilere, doğup büyüdüğü topraklarda olsun, göçüp gitmek zorunda kaldığı diyarlarda olsun, bayramını da, yeni yıl kut- lamasını da zehir eder!..

Sözün özü… Yarın sürgünümüzün 49. yılına giriyoruz… Ayrıca, İnci de, ben de 2020 yılından itibaren 90 yaşına doğru tırmanıyor olacağız… Hiç belli olmaz, yurt dışındaki muhaliflerine hâlâ kırmızı bültenlerle, iade talepleriyle gözü dönmüşçesine saldıran TC Devleti, bizim de yaşımıza falan bakmaz, yarın bir gün yeni sürprizlerle karşı karşıya bırakabilir.

Şaşırmayız, şerbetliyiz… (Sürgünün buruk yılbaşıları… başlıklı, 1 Ocak 2020 tarihli yazıdan)

-1971’de, sürgünümüzün daha ikinci ayıydı… Cunta’ya karşı ilk afişi Stockholm’de sevgili dostlarımız Karabuda’ların misafiri iken onların küreli IBM’inde hazırlamıştık.

IBM’in patronu Arthur K. Watson aynı zamanda Uluslararası Ticaret Odası’nın da başkanıydı ve bu kuruluşun dünyanın en büyük kapitalistlerinin katılımıyla 1969 Haziran’ında İstanbul’da yapılacak kongresine başkanlık etmek üzere İstanbul’a geliyordu...

Ağırlama komitesinde Vehbi Koç, Sakıp Sabancı ve Nejat Eczacıbaşı’nın yanısıra İstanbul Valisi Vefa Poyraz, Belediye Başkanı Fahri Atabey ve de Türk Ordusu’ndan Selami Pekün adında bir general bulunuyordu...

Rue du Midi’de, Belçika Komünist Partisi (BKP) ile sosyalist sendikalar federasyonu FGTB merkezlerinin yakınl arında İngilizce ve Fransızca Sovyet yayınları satan bir kitabevi vardı, vaktimiz ve imkânımız oldukça uğruyor, kitap alıyorduk...

O gün de matbaa bakmadan önce oraya uğrayıp Karl Marx’ın İngilizce Kapital‘ini almıştık. Satıcının sorusu üzerine yanımızdaki alışveriş çantasından Marx’ın Kapital‘ini çıkartıp masanın üzerine koyarak takılmıştım: “İşte bununla, tüm kapitalimiz bu!”

Watson’un kapitaline karşı Marx’ın kapitali! (Sürgünde IBM küreleriyle direniş… başlıklı, 2 Nisan 2020 tarihli yazıdan)

***

Bütün bu yazıların her birinin içerisinde, geçmişten bugüne dek akan, tarihsel deneyimleri süzen, bir yazının sınırlarını aşmamayı hedefleyen küçük ama bir o kadar da büyük yolculuklara; tanıklık edenle ve adını bildiğiniz-bilmediğiniz binlerce insanla katılmayı denemek mümkün.

Ancak ben bu yazıları okurken, bir yanımda sürekli şöylesi bir hayıflanma da beliriverir:

Doğan Özgüden’in mutlaka ama mutlaka her yazısında, yukarıda binde birini dahi aktaramadığım bir edebi örgü de vardır. Tiyatro replikleri yazmaya, ya da olanı birleştirmeye yeteneğim olsaydı bu örgüleri, hem de üzerinde hiç bir oynama yapmadan birleştirip; bu yazılardan bir tiyatro oyunu çıkarmayı denemek isterdim.

Dilerim ki günün birinde bütün bu makalelerin; bizler gibi sadece deneyim-bilgiye ilgisi olanlar tarafından okunmanın ötesinde, bir kaç tarihi tiyatro olarak da daha geniş kesimlere sunulabilmesi mümkün olur. Dilerim!

Kitabın Künyesi: Doğan Özgüden, Sürgün Yazıları Cilt III-442 Sayfa, 2019-2020; Pırgiç Yayınları, Eylül 2020