Sol adına yürütülen siyasetin düştüğü seviye daha iyi bir örnekle anlatılabilir miydi bilinmez, ama değil anlatmak, bu duruma tanık olmak bile bu ülkede devrime, sosyalizme emek vermiş herkes açısından utanç kaynağıdır.

Evet, Gökhan Zan’ın TİP’den Hatay Belediye Başkan adayı olarak gösterilmesinden söz ediyoruz.

Kimdir Gökhan Zan? Deprem sonrasında duyarlılık gösterip yardım çalışmalarına aktif olarak katılan binlerce insandan biridir ve sahip olduğu şöhret nedeniyle de ön plana çıkan eski bir futbolcudur.

Politik bir geçmişi var mıdır? Hayır!

Hatay depremi öncesinde herhangi bir toplumsal projede yer almış mıdır? Hayır!

Bir yöneticilik geçmişi var mıdır? Yine hayır!

Bu haliyle düzen partilerinin bile değerlendirmekte, bir yerlere getirmekte dudak bükeceği bir insandır ve geçen seçimdeki İyi Parti adaylığıyla da politik düzeyini-rengini (renksizliğini?) ortaya koymuştur. Gökhan Zan, iyi niyetli olabilir, Hatay için bir şeyler yapmak istiyor olabilir, ancak politika başka bir şeydir ve özellikle de sol/sosyalist-devrimci politika çok daha farklı bir şeydir. Gökhan Zan’ın bunları bilmemesi, düşünmemesi normaldir, ancak olmayan TİP yöneticilerinin bunları bilmemesi mümkün mü?

Burada asıl sorun TİP gibi, sosyalist olduğunu, devrim diye bir derdi olduğunu iddia eden bir partinin Gökhan Zan gibi birini[1] hangi anlayışla Belediye Başkan adayı gösterdiğidir. İdeoloji, ilkeler, değerler gibi dertleri olan bir yapının bunu kabul etmesi mümkün değildir doğal olarak. Göründüğü kadarıyla da TİP’in bu türden dertleri yok, kalmamış.

"TİP, TKP içindeki bitmeyen hizipler savaşından doğmuştur"

Bu noktada TİP üzerinde durmak gerek. TİP nasıl bir partidir, nereden nereye gelmiştir?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki bugünkü TİP ile bu ülkenin geçmişinde yer alan TİP’in herhangi bir ilgisi yoktur. Evet geçmiş TİP de[2] reformist idi, burjuva siyaset alanında yer kapmak istiyordu, barışçıl devrim hayalleri kuruyordu vb. vb… Ancak tüm zaaflarına, reformizmin tüm klasik özelliklerini barındırmalarına karşın bu iki TİP deneyinin, bugünkü TİP ile karşılaştırılamayacak ölçüde ideolojiye, ilke ve değerlere saygılı olduğunu söyleyebiliriz.

Bugünkü TİP öz olarak, (TKP-TİP birleşmesinden ortaya çıkan) “yeni” TKP içindeki bitmeyen hizipler savaşından doğmuştur, şekillenmesi, örgütlenmesi ve politikaları hala bu hizipçi anlayışın izlerini taşımaktadır. Ancak burada önemli bir noktayı vurgulamak gerekir, bu hizip savaşının zemini artık geleneksel TKP reformizminin sınırlarını aşıp burjuva politik arenasına taşınmıştır. Aynı hizipçi kafa yapısıyla bu arenada kendine yer açmaya çalışmaktadır. Yöntemler aynıdır ve temel yöntem “ADAM KAFALAMA”dır. Ancak TİP[3] yöneticileri uzun bir süredir bunu da aşabildiklerini ortaya koyuyor, artık bulunduğu alana uygun yöntem neyse onu hayata geçiriyor, araç neyse onu kullanıyorlar.

Bugünkü burjuva siyaset arenasının nasıl şekillendiğini, oy uğruna nelerin yapıldığını, hangi yöntemlerin uygulandığını, TİP’in ve bu arenada at koşturmaya çalışan diğerlerinin düştüğü siyaset düzeyini bir akademisyenin gözünden aktarırsak:

“Fikirlerinden ziyade ‘billboard’lardaki çehreleriyle seçime hazırlanan, programla değil promosyonla halkın tercihini hedefleyen, seçim konuşmalarını reklam paketleriyle takviye eden siyasi liderler, başbakanlar, cumhurbaşkanları ve belediye başkanları…”[4]

"Kazan da, nasıl ve ne pahasına kazanırsan kazan!"

Burjuvazi politikayı tıpkı futbol gibi, rekabet derecesi çok yüksek, masrafı ve getirisi çok büyük seyirlik bir oyun haline getirmiştir. Başarının tek bir tanımı vardır, kazanmak. İlke ve değerlerin, yöntem ve taktiklerin bir önemi kalmamıştır. Kazan da, nasıl ve ne pahasına kazanırsan kazan!

Artık seçimlerin ne olduğu, neden olduğu değil, seçimlerde nasıl daha fazla oyun kazanılacağı tartışılıyor, halkın ihtiyaçları, talepleri değil anket şirketlerinin belirlemeleri-önermeleri öncelikle dikkate alınıyor.

Gökhan Zan’ı ve TİP’i bir kenara bırakırsak, nedir seçim devrimciler-sosyalistler açısından ve devrimciler-sosyalistler seçimlerde neyi hedeflerler?

Bu ülkede, hem de demokratik hak ve özgürlüklerin ve de devrimcilerin-sosyalistlerin etki ve güçlerinin kat be kat fazla olduğu dönemlerde de seçimler tartışılmıştır.

Bazı durumlarda, özellikle demokratik bir mevzi elde etme olanaklarının olduğu yerel istisnalar dışında, seçim tartışmalarının temelini oluşturan kavramlar “boykot” ve “propaganda” olmuştur.

Nedir bunların anlamı? Öncelikle sistemin reddedilmesidir, ortaya bir alternatifin koyulmasıdır. Alınan tavrın (boykot dahil) hedefi, kendilerini seçim sürecinden izole etmek değil, tam tersine kendi kimlik ve ideolojileriyle, program ve hedefleriyle politik duyarlılığın en üst düzeye ulaştığı bu sürecin önemli aktörlerinden biri olmaya çalışmaktır.

Devrimciler-sosyalistler seçim süreçlerini “oy toplama” fırsatı olarak ele almazlar ve almamışlardır. Seçim süreçleri politik gerçeklerin açıklanması, ekonomik-sosyal çıkmazların, eşitsizliklerin ortaya konulması, kitlelere kavratılması süreci olarak ele alınmış, buna yönelik politikalar-sloganlar belirlenip eylem programları oluşturulmuş ve en geniş kitlelere ulaşabilmek hedeflenmiştir.

Birçoğu için bugünden bakıldığında bu “iş”ler ve kavramlar çok “keskin” gelebilir. Politikanın ve özelde seçimlerin sınıfsal boyutundan soyutlanıp gruplar arası bir yarışma-tanıtım/reklam etkinliğine dönüştürüldüğü günümüz koşullarında, salt sıradan vatandaşlar için değil, birçok “sol”cu için de “keskin”, “hayattan kopuk” “iş”ler ve kavramlardır bunlar: ideolojiymiş sınıfsallıkmış, programmış, sloganmış, hele hele eylemmiş!..

"Burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde 'politikacılık' oynamak"

Bu terminoloji TİP ve diğerleri için artık hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü bunları çoktan aşmış durumdalar, artık geçmiş dönemin modası geçmiş kavramlarıyla oyalanmıyor “büyük politika” yapıyorlar.

TİP ve benzerlerinin büyük politikadan anladıkları ise burjuva siyaset arenasında oynayabilme icazetine sahip olabilmeleridir başka bir şey değil. Sınıf mücadelesinde demokratik/legal olanaklarını kullanmak .başka , burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde “politikacılık” oynamak başka bir şeydir.

Bugün parlamentarizme hapsolmuş TİP vb. partilerin yapabildiği en büyük faaliyet, meclis çatışı altında yaptıkları basın açıklamalarıdır.

Bir siyasi parti muhalefetini basın toplantılarıyla da gösterebilir, kitlelere insani yardım faaliyetleriyle de ulaşmaya çalışabilir. Ancak adında “İŞÇİ”, “EMEK”, “SOL”, SOSYALİST-KOMÜNİST” vb. kavramlar bulunan ve öyle ya da böyle sol/sosyalist bir geleneğe/tarihe sahip olduğunu iddia eden siyasal partilerin asıl mücadele alanı ezilen-sömürülen baskı altında tutulan kitlelerin yanıdır, onların örgütlülüğüdür, mücadelesidir. Bu türden partilerin temel mücadele alanları fabrikalar, grev çadırları, gençlerin geleceklerinin karartıldığı okullar ve halkların yoksulluktan kırıldığı, çıkış aradığı mahalleler/sokaklardır.

Bu alanlarda örgütlenemeyen, bu alanlardaki kitlelerin taleplerine cevap veremeyen, sorunlarını çözme doğrultusunda program-taktik üretemeyen partilerin sol veya sosyalist olma iddiaları altı boş birer demagoji olmaktan öteye gitmez.

Kitlelere seçim dışında bir alternatif sunamayan, tüm politika ve örgütlenmelerini seçimlere endeksleyen “sol”-“sosyalist” geçinen kesimlerin şuna cevap vermesi gerekir:  Siz sosyalizm adına, sol adına halka ne anlatıyorsunuz, hangi hedefi gösteriyorsunuz ve kimlerle çalışıyorsunuz?

Kaç grev örgütlediniz, hangi grev çadırına gittiniz, kaç gece işçilerle nöbet tuttunuz, sendikaları dönüştürmek için perspektifiniz ne? Bu doğrultuda ne yapıyorsunuz? Gerici-faşist eğitime karşı, okullardaki faşist-gerici saldırılara karşı nasıl bir perspektif oluşturdunuz, hangi okulun önüne gittiniz, hangi rektörden-dekandan hesap sordunuz? Mahallelerdeki yoksulluk-bakımsızlık-çaresizlik ve uyuşturucu çetelerinin-mafyaların egemenliği konusunda ne düşünüyorsunuz, buralara yönelik bir perspektifiniz/programınız var mı?

Çevre sorunları, kadın sorunu, LGBTİ vb. konularda programınız var mı diye sormuyoruz, çünkü mutlaka vardır ve hiç yoktan bu da bir şeydir.

Daha birçok soru sorulabilir ve bunlar bizzat yaşamın, yani fabrikaların, okulların, sokakların sorduğu sorulardır. Ama bu sorular cevapsızdır, cevap vermesi gerekenlerin yapılacak daha önemli işleri, daha büyük hedefleri vardır.

Ne yaptıkları ortada aslında. Birileri her seçim döneminde burjuva ana muhalefet partisinin kanatları altında kendisine yer aramanın ötesinde onlarla sistemin restorasyonunu tartışıp nasıl yeniden eski haline getirileceği noktasında “beyin fırtınaları” düzenleyip “ekonomik-sosyal” çözümler üretirken diğer bir kısmı milletvekili değiş-tokuşuyla veya popüler adaylarla meclisteki varlığını sürdürmeye çalışıyor.

Sonuçta bir bütün olarak ele alındığında solun bir kesimi, hem de önemli bir kesimi “sol”da sayılmalarını sağlayan en temel niteliklerini kaybetmiş durumdadır. Seçim politikalarıyla sınırlayamayacağımız bir çürüme içindedir sol. Politika-taktik üretimiyle, kadro ve kitlelere yaklaşımlarıyla, eylem anlayışlarıyla büyük bir çıkmaz içindedir ve göründüğü kadarıyla da bunu aşabilecek potansiyellerini yitirmiş durumdalar.

Solun, devrimci/sosyalist kesimin kendi ideolojik çizgisiyle, ilke ve değerleriyle, politika ve taktikleriyle yeniden ayağa kalkması gerekiyor ve bu doğrultuda kendini hala devrimci/sosyalist olarak niteleyen, bütün bu olumsuzlukların, yetersizliklerin acısını yüreğinde bilincinde hisseden genç/yaşlı herkese büyük görevler düşmektedir. Hiçbir gerekçe bu görevden muaf tutulmamızı haklı gösteremez.


[1] Daha önceki seçimlerde de aynı kafa yapısıyla Mısra Öz aday gösterilmişti. Mısra Öz’ün kişiliği, iyiniyeti ve mücadelesi -tıpkı Gökhan Zan gibi- her türlü tartışmanın dışındadır, burada tartışılması gereken TİP yöneticilerinin popülist yaklaşımıdır.

[2] 12 Mart öncesi ile 12 Eylül öncesi olmak üzere iki ayrı TİP deneyimi arasında belli farklar olsa da bunlar nüansın ötesine geçmeyen, ayrıntıya ilişkin noktalar olduğu için her ikisini de aynı kaba koymakta bir sakınca olmadığı düşüncesindeyiz.

[3] Bu kafa yapısı sadece TİP’e ait değil tabii ki. Hizip çatışmalarının taraflarından biri olan TKP’nin durumu da pek farklı değil. Maçoğlu’nun Kadıköy’de aday gösterilmesinde ortaya çıkan çelişkiler, açmazlar, geri dönüşler, boyun eğmeler, kabullenmeler gazete manşetlerini süslemeye devam ediyor.

[4] Tayfun Atay, Görünüyorum O halde Varım, Can Y. Kasım 2017, Syf. 132