6 Mart 1993 tarihinde bir katliam yaşandı ve bu katliam ülkemiz devrimci solu açısından kırılma noktalarından biri olarak tarihte yerini aldı.

80’lerin sonu ile 90’lı yılların başlangıcı, devrimci yapılanmalar açısından dünya çapında yaşanılan bir yenilgi döneminin en ağır sonuçlarıyla kendini hissettirdiği bir dönemdir. Bir yanda Sovyetler ve Doğu Avrupa rejimlerinin dağılışı ile “sosyalizmin çöküşü" yaşanırken aynı paralelde değişik ülkelerdeki devrimci hareketlerin düzenle uzlaşmalarına, silah bırakmalarına tanık olunmaktadır. 80'Ii yılların başından itibaren emperyalizmin saldırıları karşısında giderek gerileyen uluslararası sosyalist hareketler bu dönemde hızlı bir tasfiye sürecine girmiş, birçok yerde emperyalizm ve yerel devletler karşısında beyaz bayrak çekilmeye başlanmıştır. Beyaz bayraklar emperyalist sistemin, yerel siyasi iktidarların kabul edebileceği bir uzlaşma-statüko uğruna çekilmektedir. Uzlaşma ve statükoların birinci koşulu ise devrim hedefinden vazgeçme, sınıfsallığı reddetme ve düzenin-sistemin kabulleneceği bir muhalefet çizgisine oturmaktır.

Ülkemiz açısından ise bu süreç çok daha derin çelişkilerle yaşanmaktadır. 12 Eylül Cuntası’yla başlayan egemenlerin çok yönlü saldırısı bir yandan devrimci-sol yapılanmaları fiziki ve siyasi açıdan hızla tasfiye etmeye çalışırken, diğer yandan da yeni bir devrimci gelişimin tabanı olabilecek potansiyel güçleri sosyal-siyasal yönlerden tasfiye sürecine sokmuştur.

Asıl olarak 86-87 yıllarına gelindiğinde en üst düzeyine ulaşan bu tasfiyeci saldırı, 90’lı yıllara gelindiğinde, her iki cephede de belli sonuçlar yaratmıştır. Sol-devrimci yapılanmalarda ideolojik-siyasi-örgütsel düzeyde teslimiyetçi-uzlaşmacı, bir eğilim giderek güçlü bir biçimde kendini ifade etmeye başlarken, devrimci bir gelişimin tabanını oluşturacak geniş halk kesimlerinde ise apolitik-köşe dönmeci bir kültür (kültürsüzlük) egemen hale getirilmiştir. Artık yeni bir solculuk-devrimcilik anlayışı, yeni bir kitle tabanı vardır devrimcilerin karşısında. Bu olguların görülemediği, ciddiye alınmadığı bir siyasi çalışmanın mücadele ve örgütlenme sürecinde başarılı olmasından söz edilemezdi. Örgüt kurulabilirdi ve keza kendi çapında bir mücadele de sürdürülebilirdi, ancak bunların ideolojik-siyasi nitelikleri ve uzun vadede gelişim çizgileri tartışılırdı.

Somut koşulların yeni çözümleri, yeni yöntemleri dayattığı bu dönemin tasfiyeciliği salt uzlaşma ve statüko arayışlarıyla, teslimiyetçi politikalarla şekillenmemiştir. Güncel politika batağında çırpınan, günlük “başarı”larla günü kurtarmaya çalışan, temel mottosu “ne olursa olsun benim olsun” şeklinde biçimlenen anlayış ve bu anlayışın belirleyip şekillendirdiği küçük burjuva “önderlik” kültü bu dönemde tasfiyeciliğin gelişmesinde en önemli rollerden birine sahip olmuştur. Tasfiyeciliğin bu biçimi salt ideolojik-politik alanda değil, örgütsel planda da fiziki tasfiyelerin yürütücüsü olmakla kalmamış gerek izlediği politika ve taktiklerle gerekse de kullandığı yöntemlerle önemli kadro kayıplarına yol açmıştır.

Oysa, tasfiyeciliğin tüm süreci belirlediği o günlerde öncelikle yapılması gereken dönemin, sorunların ve yeni koşulların tahlil edilip uzun vadeli bir mücadele ve örgütlenme sürecine ilişkin politika ve taktiklerin belirlenmesi, bütünsel bir programının oluşturulmasıydı.

Bu yapılamadığı gibi kendi varlıklarının-örgütlerinin korunmasını temel alan politika ve taktiklerle[1] tasfiyeciliğe bir anlamda soldan destek verilmiştir.[2]

İşte 6 Mart’ta katledilen arkadaşlar, bu tasfiyeci gelişime karşı radikal bir tavrın, devrimci bir inisiyatifin içinde-önlerinde yer alan devrimcilerdi. Görünümde bir siyasal yapı içerisinde şekillenmiş olsa da bir bütün olarak sol içerisinde etkinlik kuran ve hemen her yapıda değişik biçimler kazanıp değişik sonuçlar yaratan ve bugün de etkisini en üst düzeyde sürdüren tasfiyeciliğe karşı radikal bir tavrı, 13 Eylül İnisiyatifini temsil eden arkadaşlardı orada katledilenler.

Bu anlamıyla 6 Mart’ta oligarşinin hedefi salt oradaki devrimcileri katletmekle sınırlı olmamış, asıl hedef bir bütün solun tasfiyesine karşı gelişen bu devrimci inisiyatife büyük bir darbe vurmayı hedeflemiştir.

Büyük umutlarla yeşeren devrimci inisiyatif 6 Mart gecesi emperyalizm ve oligarşinin katillerince yok edilmek istenmiş, Bedri, Gürcan, Menekşe, Rıfat ve Asiye kurşun yağmuru altında katledilirken Ali ertesi gün “kaybedilmiş”tir.

Devrimci inisiyatif açısından bu büyük bir kayıptır ancak bu ne oligarşiye ne de tasfiyeciliğe zaferi getirmemiştir, getirmeyecektir de…

Anıları, mücadeleleri unutulmadı, unutulmayacak!


[1] Acıdır ama, belki de en çok devrimci kanının döküldüğü “sol içi” şiddete de bu dönemde tanık olunmuştur

[2] Solun büyük kesimi ise 6 Mart’ta simgeleşen devrimci inisiyatifin temsil ettiği tavır ve savunduğu değerlere sahip çıkmak bir yana, karşısında yer alıp “eleştirel” olmanın ötesinde düşmanca tavırlar sergilemiştir.