12 Eylül Darbesi sonrası tutsak düşerek yoğun işkenceli sorguların ardından idam istemiyle yargılanan ve 11 yıl hapishanede kalan Devrimci Yol önderlerinden Nasuh Mitap’ı kaybedeli 9 yıl oldu.

Ölümü sonrasında yazılanları okumuş, ben de kendimce aklıma-dilime gelenleri öylesine bir köşeye not etmiştim.

Geçenlerde değişik konu ve gelişmeler sonrası aldığım bu tarz notları gözden geçirirken Nasuh Mitap’la ilgili notlarım gözüme çarptı ve yaklaşan ölüm yıldönümü beni bu notları bir yazı haline getirme çabasına sürükledi.

Neden derseniz, birincisi, Nasuh Mitap tanıdığım ve çok kısa da olsa, oldukça sancılı bir süreçte örgütsel ilişki yaşadığım biriydi.

Beni böyle bir çabaya sürükleyen ikinci neden ise N. Mitap’ın yenilgi ve örgütsel hesaplaşma noktasında izlediği ve kimilerince “suskunluk” veya “küskünlük” olarak adlandırılan özgün tavrıdır.

1977 ilk baharında başlayan DY içindeki tartışmalar, sonbahar-kış döneminde İstanbul’daki ileri kadroların görevlerini bırakmasıyla yeni bir aşamaya gelmiş ve 1978 başından itibaren başta Nasuh Mitap olmak üzere belli kadrolar İstanbul’a gelerek İstanbul’daki örgütlenmelere müdahale etmeye başlamışlardır. Nasuh Mitap diğer görevlerinden ayrı ve özel olarak İstanbul Dev-Genç örgütlenmesiyle ilgilenmekte, buradaki ilişkileri tanıma ve bir noktadan sonra kişi ve birimleri merkezi yapıya bağlama çalışmalarını organize etmektedir. Belirli aralıklarla yapılan yönetim toplantıları haricinde Nasuh Mitap İstanbul Dev-Genç yönetiminden 2-3 kişiyle de -neredeyse her gün, günlük pratiğe ilişkin görüşmeler yapmaktadır. Her gün görüştüğü bu birkaç kişiden biri de Sinan Kukul’dur. Nasuh Mitap’ın, “en çok onun ayrılmayıp aramızda olmasını isterdim” dediği Sinan Kukul…

Dönem, mahallelerin, okulların, fabrikaların, devlet dairelerinin faşist çetelerce işgal edildiği, faşist çetelere boyun eğmeyip direnenlere yaşam, barınma, çalışma hakkı tanınmadığı bir dönemdir. Her gün onlarca demokrat, ilerici, solcu-devrimci insanın, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden hain pusularda katledildiği ve bu saldırılar karşısında destansı direnişlerin sergilendiği bir süreçten söz ediyoruz.

Okullardaki faşist işgallere karşı mücadelenin İstanbul DEV-GENÇ yönlendiriciliğinde yükseltildiği ve faşistlerin en güçlü olduğu okullarda çatışma-kavgaların yaşandığı bu dönemde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde 16 Mart katliamı gerçekleşir. Katliamın ardından İstanbul Üniversitesi işgal edilir ve Nasuh Mitap da işgale ve ertesi gün yapılan büyük yürüyüşe katılır.

16 Mart katliamı, Üniversite işgali ve sonrasındaki büyük yürüyüş birçok açıdan olduğu gibi DY-DS ayrılığında da bir dönüm noktası olmuş ve o tarihten sonra taraflar, kazandıkları gücü-konumu pekiştirmeye yönelmiştir.

Tüm bu süreç boyunca Nasuh Mitap ilişkilerde hiç zorlayıcı, dışlayıcı olmamış, mütevazılık, sabır ve kararlılık noktasında hepimiz açısından yıllar sonrasında da aklımızdan çıkmayacak bir duruş sergilemiştir. İlişkilerimize, çalışmalarımıza, yöntemlerimize ve tecrübelerimize saygılı olmuş, gerekli gördüğü noktada uyarı, eleştiri ve gerektiğinde takdirlerini ortaya koymaktan geri durmamıştır. Bunlar devrimciler açısından o gün olduğu gibi bugün de önemli özelliklerdir ve Nasuh Mitap’ı kafamızda ayrı bir yere yerleştirmemiz için yeterli olmuştur. Hem de bu süreç sonunda çok keskin çelişkiler-çatışmalar yaşayan iki farklı siyasi yapı haline gelinmesine ve Nasuh Mitap’ın bu iki yapıdan birinin en üst yöneticilerinden biri olmasına karşın…

Diğer DY ileri gelenleriyle karşılaştırdığımızda Nasuh Mitap’ın değeri daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Sürecin sonuna doğru “en üst düzeyde” gerçekleşen bir toplantıda, “bana niye ‘arkadaş! arkadaş!’ deyip duruyorsunuz?” diye üst perdeden bizlere çıkışmaya kalkan arkadaşla Nasuh Mitap’ı bir tutmamız elbette ki mümkün değildi. Büyük misyon biçilen bu toplantı bir arkadaşımızın “arkadaş kelimesi bizim açımızdan devrimci ilişkilere yakışan bir sesleniştir ama senin zoruna gidiyorsa nasıl sesleneceğimizi söylemen lazım, ne önerirsin, sana nasıl seslenelim, abi mi diyelim, dayı mı, amca mı?” cevabıyla tıkanmış ve daha başlamadan bitmiştir. Bu toplantıda Nasuh Mitap da vardır. Yaşanan sorunlara neredeyse hiç değinmeden, bir birimi devredercesine bizleri kabaca tanıttıktan sonra üslup-hitap tartışmasını müdahale etmeden sessizce izlemiş, tek kelime etmemiştir.

Hepimiz açısından olağanüstü bir dönemde yaşanılan ve bir yandan sürecin yüklediği görevleri yerine getirirken diğer yandan da birbirimizi tartıp tanımaya çalıştığımız -hatta bir noktadan sonra kolladığımız, bu kısa ilişki süreci, elbette ki kafamızda bir Nasuh Mitap portresi oluşturmuştu.

Bu nasıl bir portreydi derseniz; ayrılık sonrasında bizlere -onun Sinan Kukul hakkında düşündüğü tarzda, “keşke Nasuh orada kalmasaydı” cümlesini kurduran bir portredir.

Bu kısa, sancılı ve olağanüstü dönemin sonunda herkes kendi yolunda devrimciliğine-mücadelesine devam etti. Bir daha da ilişkimiz olmadı, hatta birbirimizi görmedik bile.

Yıllar sonra, ölümünün ardından, hakkında yazılanları tararken, ta o dönemde yaşadıklarımızın kafamızda oluşturduğu bu “portreyi” aradım tabii ki. Aradan geçen bunca yıla karşın, neredeyse hiç değişmeyen özellikleriyle, kafamızda oluşturduğumuz Nasuh Mitap Portresi yine karşımdaydı…

“Suskun” Ve “Küskün” Olan Sadece Nasuh Mitap Değil.

Nasuh Mitap’ın ölümünden sonra neredeyse her çevreden insan, onun hakkında bir şeyler yazdı-söyledi.

Nasuh Mitap üzerinden DY önderliği ile politik-örgütsel bir hesaplaşmayı hedefleyen yazıların çoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz.

Oğlu Erkan Mitap ile 25 yıl evli kaldığı eşi Alime Yalçın Mitap’ın yazdıklarını bir babanın veya bir eşin anlatımı olarak bir kenara bırakamayız. Çünkü gerek oğlunun ve gerekse de eşinin anlatımlarında, en doğal ortamlarda bile belli bir anlayışın, ilkelerin, yaşam biçiminin savunucusu ve uygulayıcısı biri karşımıza çıkmaktadır.

Tam da bu noktada, gerek bu “eş ve oğul” yazılarında, gerekse de diğer yoldaş-arkadaş yazılarında özellikle vurgulanan önemli bir olgunun üzerinde durulması gerekiyor.

Herkesin bildiği ve söylediği üzere Nasuh Mitap cezaevinden çıktıktan sonra bir daha örgütlü mücadele içinde görev almamış, gelişmeleri ilgiyle ve bütün sıcaklığıyla izlemesine karşın politik çaba ve ilgisini bireysel bir çerçeveye indirgemiş, oğlunun anlatımıyla son 20 yılını iyi bir çiftçi ve çevreci olarak geçirmiştir.

Onu böylesine “sıradan” bir yaşama zorlayan, kavram olarak tam karşılamasa da “suskun”, “küskün” bir durumda kalmasına neden olan etkenler nelerdi acaba?

Nasuh Mitap özelinde bu soru oldukça spekülatif bir alana kapı açıyor ama bizim amacımız bu değil. Nasuh Mitap’ın ölümünün hemen ardından onunla şu veya bu düzeyde ilişki sürdürenler bu spekülatif alanda yeterince at koşturdular zaten.

Bu noktada Nasuh Mitap özelinden ve o spekülatif alandan çıkmak için soruyu genelleştirmek gerekiyor, çünkü bu durumda olan sadece Nasuh Mitap değil.

Özellikle 74-81 arası dönemde mücadelenin yükünü omuzlamış yüzlerce insan şu veya bu dönemde, şu veya bu sebeple kendilerini geri çekmiş ve bir daha da örgütlü ilişkiler içerisinde yer almamışlardır.

Korkuyla, yılgınlıkla izah edilebilir mi? Belki çok küçük bir oranı bu kavramlarla izah edebiliriz ama büyük çoğunluğun kenarda kalmasına neden olan korku-yılgınlık değildir. Keza bilgi-bilinçle ilgili bir etken de fazla rol oynamaz, çünkü şu anda örgütlü mücadele içinde aktif olan çoğu insandan daha bilgili-bilinçli oldukları söylenebilir. Ayrıca devrimci mücadelenin durumu ve sorunları karşısındaki ilgi düzeyleri de birçoğundan yüksektir. Ancak yine de herhangi bir örgüt çatısı altında “örgütlü mücadele” içinde yer almazlar.

Arkadaşlıkları, dostlukları, sohbetleri iyidir, tartışmaları düzeylidir ama gel gör ki ondan ileri gitmezler. Politik-örgütsel zemin onlar açısından kaygan ve güvenilmezdir.

70’li yılların başından itibaren devrimci mücadelenin yükünü omuzlamış yüzlerce, hatta binlerce insanın bu şekilde atıl kalması bugün sol-devrimci hareketin önemli bir sorunudur ve olmalıdır.

Yılgınlık, korku vb. kavramlarla bu sorunu gündemin dışına çıkaran, solun-devrimci mücadelenin sorunlarını, kendi örgütsel sorunları ve ilişkileriyle sınırlayan yapı ve örgütlenmelerin durumu ortadadır.

Sorun, yılgınlık-korkudan öte, kadro-kitle ve sonuçta örgüt anlayışından ve en genelde insana bakıştan kaynaklanan bir sorunudur. 70’lerin kalıbıyla ifade edersek “son tahlilde” sosyalizm anlayışından kaynaklanan bir sorundur.

Bu ise, çok daha geniş ve genel kapsamı nedeniyle ayrı bir yazı/yazıların ve yaygın tartışmaların alanına girer.

Yine de çok özele girmeden vurgulanması gerekir: Solun-devrimci örgütlenmelerin değişik gerekçelerle yok saydığı, görmezden geldiği bu “suskun”, “küskün” insanların durumunu belirleyen temel olgu; var olan örgütlenmelere karşı ideolojik-pratik anlamda büyük bir güvensizlik içinde olmalarıdır.

Gerek Nasuh Mitap’ın ve gerekse bir kenarda bekleyen yüzlerce insanın “suskunluk” ve “küskünlük”leri biraz da bu yönden irdelenmeli, dersler çıkarılmalıdır.

Bu irdelemeyi kim yapacak, çıkarılan dersleri kim önümüze koyacak?

Yaşanılan çok büyük yenilgilerin hesaplaşmasını dahi yapmayan-yapamayan örgütlenmelerden böyle bir şey bekleyebilir miyiz?

Bu biraz boş bir beklenti gibi görünüyor.

Burada görev daha çok kendilerini yeniden mücadelenin içine çekecek tavrı, kişiyi veya dalgayı bekleyen “suskun” ve “küskün”lere düşüyor. Bir şeyler yapmanın, konuşup tartışmanın, hatta yazıp yaymanın zamanı gelmedi mi sorusunu kendilerine sormaları gerekiyor artık.

Yapabilirler mi?

Bir şey söylemek zor, ancak, kimse bir şey yapmasa da konuşup yazmasa da “suskunluk” ve “küskünlük” de bir tavırdır. Her tavır gibi, biraz gecikerek ve çok zayıf da olsa kendi sonuçlarını yaratır, yaratıyor da