Ülkemiz solunun tarihine ilişkin anlatılar özellikle son on yılda, dikkati çekecek biçimde çoğalmaya başladı. Bazen “Sözlü Tarih Çalışması” adı altında, bazen “anı-biyografi” türünde, bazen belgesel ve bazen de röportajlar biçiminde ortaya çıkan bu anlatımlar sonuçta yazılı veya görsel bir ürüne dönüşüyor ve her yazılı-görsel ürün gibi belirli bir ciddiyet ve gerçeklik kazanıyor. Ki “Söz uçar yazı kalır”[1] diye yerleşmiş ve geçerliliğinden kuşku duyulmayan bir “özdeyiş”imiz de var bilindiği üzere.

Önemli bir kısmı “nostaljik takılmalar”dan öteye geçmiyor olsa da tüm bu çabaları küçümseme lüksümüz yok. Doğrulukları-gerçeklikleri oranında tarihimizin zenginleşmesine katkıda bulunduklarını görmezden gelemeyiz. Bunların dışında bir de yaşadıkları süreci kendilerini merkez alacak şekilde eğip büken kişisel tarih oluşturma çabaları var ki, ideolojik-siyasi herhangi bir hedeften ziyade kişisel birtakım güdülerin belirlediği, farklı motivasyonlara sahip bu çabalar şu an için konumuz değil.[2]

Ancak bir kısım yazılı ve görsel çalışmalar var ki bunlar hiçbir şekilde bir tarih yazımına katkıda bulunmadıkları gibi böyle bir amaç da taşımıyorlar. Çünkü bunların amacı tarih yazımı değil, tarih bozumu

Bunların tek tek örneklerine ya bir “anı” kitabında ya bir söyleşide ya bir belgeselde ya da bunlara benzer çeşitli çalışmalarda tanık oluyoruz.

Şunu kabul etmek gerekir, 12 Eylül’den ve özellikle 2000’li yılların başından itibaren bu ülkede (ve dünyada) devrimci-sol mücadelenin tarihini karartmayı, karalamayı, çarpıtıp özünden uzaklaştırmayı ve halka yabancılaştırmayı hedefleyen çok önemli politikalar geliştirilmiş ve uygulanmıştır.

Tam da bu noktada bizler az çok bizimle ilgili olumlu bir yaklaşım sergileyen, dahası bizlerden birini anlatan çalışmalara hasret durumdayız ve bu türden bir çalışma karşımıza çıktığında ideolojik-politik içeriğini, yaratacağı etkiyi, vereceği mesajı pek de uzun boylu değerlendirme süzgecinden geçirmeden kabulleniyor, sahipleniyoruz. Çünkü gerçekten hasretiz bu tür şeylere ve kendimizin yapamadığı, yapma olanaklarımızın yok edildiği günümüz koşullarında bu tür çalışmalar ilk anda üzerimizde “çölde su bulmuş” etkisi yaratabiliyor. Oysa bu tür çalışmaların hepsi olmasa da birçoğu orta ve uzun vadeli etkileriyle yukarıda belirttiğimiz politikalara hizmet etmekten başka bir sonuç yaratmıyor.

Belki çok ağır bir belirleme olacak ancak bu türden her çalışma kolektif tarihimizden, bilincimizden, kimliğimizden çok önemli olguları burjuvazinin saflarına taşıyor ve biz bunlara seyirci kalıyoruz, dahası kimi zaman seyirciliğin ötesine geçip övgülerimizle, alkışlarımızla destek sunuyoruz.

TARİHİ ELEŞTİRMEK Mİ, KARALAMAK MI?

Öyle dönemler olur ki bazı şeyleri yeniden ve yeniden açıklamak, hatta en başa dönüp işin alfabesini tekrarlamak gerekiyor. 

 “Bugün de öyle bir dönemdeyiz” deyip bir çırpıda üstünden geçemiyoruz, çünkü uzun zamandır böyle bir sürecin içerisinde çırpınıp duruyoruz. Artık olay ve olguları kişiliğimizi-kimliğimizi, tarihimizi oluşturan bakış ve anlayışla değil, kimseyi kırmayacak, herkesi memnun edecek bir anlayış ve bakışla ele alıyoruz. 

Öyle ki bazen çok farklı “hissetsek” de kendimizi egemen eğilime, diğer bir deyişle “moda”ya uydurmaya çalışıyor, bunun dışında kalmamak için özel bir çaba harcıyoruz. Sonuçta dışarıdan bir müdahaleye gerek kalmadan kimliğimizi, kişiliğimizi, tarihimizi, değerlerimizi ayaklar altına alıyoruz.

Elbette bir çoğumuz için bu söylenenleri kabullenmek zor olacaktır. Çünkü sonuçta kendi kafamızla, kendi irademizle karar verip tercihler yaptığımız konusunda en küçük bir şüphemiz yoktur. Bu nedenle de bir çoğumuz bu söylenenleri ‘hadi canım’ deyip geçiştirmeye çalışacaktır.

Tam da bu noktada durup bir sorgulama yapmamız gerekiyor gerçekten kendi irademizde kendi düşüncemizle mi karar veriyoruz yoksa bizim düşüncemizi irademizi belirleyen başka olgular mı var?

Tarihi, daha da özelinde, yaşadığımız, geçmişimizi oluşturan (kimilerimiz açısından birer yönetici olarak) bir parçası olduğumuz tarihimizi ele alış-değerlendiriş biçimimizi ele alalım.

Hemen herkes, özellikle dost-arkadaş sohbetlerinde, geçmişi kişisel etkinlikler, ilişkiler, arkadaşlıklar çerçevesinde bir kahramanlık menkıbesi, bir “Altın Çağ” efsanesi olarak yad ederken sıra geçmişin-mücadelenin bir bütün olarak, diğer bir deyimle ideolojik-siyasal ve özellikle örgütsel çerçevede ele alınmasına geldiğinde, tam tersi bir ruh hali ortaya çıkmakta ve geçmiş mücadele ve örgütlülükler yer yer küfür ve hakarete varan “eleştiri”ler eşliğinde mahkum edilmekte, uygun deyimle “yerin dibine” batırılmaktadır.

Belki biraz ağır olacak ama ortada “şizofren” kavramı çerçevesinde ele alınması gereken bir durum yok mu burada?...

Başka türlü nasıl izah edebiliriz bu yaklaşımı? Bizler tek tek kişiler olarak çok iyiydik, yaptığımız işler de güzeldi, doğruydu ve yiğitçeydi ama bir bütün olarak baktığımızda boş hayaller peşindeydik, örgüt bizi yanlış idealler, fikirler peşinden koşturdu, gençliğimiz-geleceğimiz harcandı vb. vb...

Ha örgüt kim derseniz, onu da birkaç kişide-isimde ve onların yanlış anlayış-kararlarında somutlarız ve böylece kendimizi temiz bir şekilde kenara çekmenin tüm koşullarını yaratmış oluruz.

Sıkıyönetim veya darbe dönemlerindeki “Sıkıyönetim Komutanlığı” imzalı hemen tüm bildirilerde yer alan “saf ve güzide Türk gençliğini kandırıp bu yollara çeken sapkın anlayış sahipleri” söyleminden bir farkı var mı bu yaklaşımın?

Diğer bir kesim ise, eleştiriden de öte, “olmasaydık daha mı iyi olurdu?” sorularının sorulduğu ve hatta bunun savunulduğu bir noktaya varmıştır.

Şu konuda anlaşmak gerekir:

Tarihi eleştirmek ayrı, reddetmek ayrı, karalamak ayrıdır.

Eleştirilerin içeriğine girmenin bu noktada bir anlamı da yok. Öncelikle yaklaşım biçimlerini ele almak gerekiyor. Çünkü yaklaşım biçimlerini ele aldığımızda karşımıza çıkan şey bir tarihin değerlendirilmesi-yerli yerine oturtulması çabası değil de o tarihi mahkûm etme anlayışının daha baştan her şeyi belirlemesidir.

Peki bu bir yanıyla yere göğe sığdıramayıp her fırsat ve ortamda özlemle yad ettiğimiz tarihimizin ideolojik-siyasi örgütsel yanları söz konusu olduğunda neden böylesine “şizofren” bir davranış içerisine giriyoruz? 

Bu, üzerinde durulması gereken çok önemli bir sorudur ve çoğumuz yıllardır bu soruyu kendimize soramamanın, bu soruya doğru cevaplar bulamamanın sıkıntısını yaşıyoruz.

Yazımızın sonraki bölümünde de bu soruyu ve olası cevapları biraz daha ayrıntılı, ideolojik-siyasi boyutlarıyla ortaya koymaya çalışacağımızı belirtip şimdilik noktalayalım…

[1] Veya günümüze uydurursak “Söz uçar yazı ve görüntü kalır”

[2] Bunları kendinden menkul “ciddiyet” ve gerçeklik”leri nedeniyle -şimdilik- bir kenara bırakmanın, görmezden gelmenin sakıncası olmadığı gibi yararı da vardır. Özellikle de bazı anlatımlar var ki, bunlar daha ilk satırdan itibaren kendilerine bir tarih-geçmiş yaratmak niyetlerini, geçmişte-tarihte kendilerine bir yer, bir pay kapmayı hedeflediklerini çok açık bir şekilde ortaya koyarlar. Bu anlatımların bir kitap-röportaj olarak veya sosyal medyada bir paylaşım biçiminde gündeme gelmesinin bir önemi de yok. Özü değişmiyor bütün bu söylenen ve yazılanların; özetle “ben de vardım, ben de yaptım, ben de söyledim”den ibarettir. Hele bir de anlatılanların tanıkları yaşamıyorsa, konuşacak durumda değilse veya konuşmaya değer bulamıyorlarsa, hiçbir sınır tanımaz hale gelip geçmişin veya anlatılan alanın-konunun sahibi-hakimi gibi davranmaya, “ben de” değil de “ben” vurgulamalarıyla üst perdeden konuşmaya başlıyorlar ve bu artık pervasızlaşma aşamasıdır. Böyle bir pervasızlık içinde olanlar, umarız ve dileriz fazla geç olmadan yaptıklarının farkına varır; güdülerini bastırıp motivasyonlarına bir çeki düzen verirler.