"Türkiye’de iş cinayetleri, özellikle 1980 sonrası neoliberal politikaların hız kazanmasıyla belirgin biçimde artış gösterdi. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma süreçleri, işçi ölümlerini olağanlaştırdı.”
Her yıl Türkiye’de binden fazla işçi çalışırken hayatını kaybediyor. Bu ölümlere “iş kazası” deniyor; ancak ortada kaza değil, cinayet var. Çünkü bu ölümler önlenebilir. Bu ölümler, iş güvenliğine yatırım yapmayan patronların, denetim görevini yerine getirmeyen devletin, suskun kalan sendikaların ve örgütsüz bırakılan işçilerin omuzlarında duruyor. Yani sistematik, yani politik.
Şöyle: Kürtler, Türkiye’nin en yoksul bölgelerinde yaşıyor. On yıllardır süren çatışmalı ortam, köy boşaltmaları ve devlet politikaları milyonlarca Kürt’ü zorunlu göçe zorladı. Bugün mevsimlik tarım işçileri arasında ezici çoğunluğu Kürtler oluşturuyor. İnşaatta, madende, taşeron işlerde çalışan Kürt gençlerinin sayısı da az değil. Ve bu alanlar, iş cinayetlerinin en çok yaşandığı yerler.
Yani Kürt işçiler hem sınıfsal sömürüye maruz bırakılıyor hem de ulusal kimliklerinden dolayı baskıya uğruyorlar. Hem güvencesiz çalışıyor hem ayrımcılık görüyorlar; hem örgütsüz hem dışlanmış durumdalar. Bu çifte sömürü, yalnızca ekonomik değil, hayatları pahasına bir baskı biçimine dönüşüyor. Peki, sınıfsal sömürü devam ederken ulusal kimlik hakları bu sorunun çözümünde yeterli olur mu? Devletin sınıfsal karakteriyle ilişkili dışlayıcı politikaları, diğerlerinden ayrılabilir mi?
Bu nedenle meseleye yalnızca “iş güvenliği” ya da “bölgesel kalkınma” penceresinden bakmak yetmez. Bu iki sorun, aslında Türkiye’nin en temel meselelerinden biri olan üretim ilişkilerinde belirleyici unsurun özel mülkiyetin devamlılığı mı yoksa üretimin toplumsal çıkarlar gözetilerek yapılıp yapılmaması mı olduğu sorusu çerçevesinde ele alınmalıdır.
“Kürt sorununu çözmeden bu ülkede tam bir demokrasi kurulamaz” söylemi tek başına büyük bir yanılgıdır. İşçilerin yaşam hakkını güvence altına almadan, çalışma hakkı ve gelir eşitliği sağlanmadan; Kürtlerin, Türklerin ve diğer ulusal kimliklerin birlikteliği inşa edilemez. Çünkü demokrasi yalnızca sandık değildir. Demokrasi aynı zamanda fabrikanın içinde, madenin dibinde, tarlanın sıcağında, işçinin yaşayıp yaşamadığıyla ilgilidir.
Eğer Kürt işçiler hem Türk patronlar hem de Kürt patronlar tarafından sömürülmeye devam edecekse Kürt sorunu çözülmüş sayılabilir mi? Gerçek çözüm, iki hattın birleşmesinden geçer: Emek ve özgürlük. Yani hem sınıfsal eşitlik kurulacak hem de ulusal eşitlik sağlanacak. İşçilerin yaşam hakkını savunmak ile Kürtlerin eşit yurttaşlık hakkını savunmak, birbirine rakip değil; aksine birbirinin tamamlayıcısıdır. Bu iki mücadele, aynı çığlığın farklı yankılarıdır. Dolayısıyla bu mesele, düzen partileriyle müzakere edilerek değil, mücadele edilerek bir noktaya getirilebilir. TÜSİAD ise bu meselede Kürtlerin yanında değil, karşısında yer alan bir kurumdur.
Ve belki de artık bu çığlığı duyma zamanıdır.
Türkiye’de iş cinayetleri, özellikle 1980 sonrası neoliberal politikaların hız kazanmasıyla belirgin biçimde artış gösterdi. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma süreçleri, işçi ölümlerini “olağanlaştırdı.” Öte yandan Kürt sorunu, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla şekillendi. 1984’te PKK’nin silahlı mücadelesiyle çatışmalı dönem başladı. Bu süreçte yüz binlerce Kürt göçe zorlandı; çoğu düşük ücretli, güvencesiz işlere yönlendirildi. Bu tarihsel çakışma, her “kaza” haberinde ve her “çözüm” çağrısında kendini yeniden hatırlatıyor.
Cumhuriyetin gerisine düşmek, aşiretleri savunarak feodal ilişkilerin merkezinde Kürt sorununu tartışmak çözüme değil, çözümsüzlüğe işaret eder. Tarihin çarkını geriye çevirmek değil; tersine, yeni bir cumhuriyetin kurulması bütün işçilerin ortak çıkarıdır.