En kötü koşullarda dahi ayakta kalan, kişisel-sanatsal yetenekleri tartışılmaz ve hapishane arkadaşım sevgili Mehmet Kılıç, cezaevi anılarını roman tadında ele alarak bize direnmenin, mücadelenin ve sanatçı ruhun insan olmakla bir ve eşit olduğu gerçeğini anlatıyor.

MAHPUS KAÇA KAÇA BİTER adlı anı roman, 12 Eylül sonrası cezaevi koşullarını, arkadaş ilişkilerini, paylaşımı, dayanışmayı, sosyal iradeyi, atılganlığı, inanılmaz becerileri ve hep özlediğimiz sonsuz güveni, kendisinin de içinde olduğu yaşam ilişkileri ağıyla bize aktarıyor.

Yaşananlar Hasdal, Metris ve esas olarak Sağmalcılar Özel-Bayrampaşa Cezaevlerinde geçiyor. Gruplar arası özlenen ilişkiler, koğuşlardaki örnek komün yaşamı, haberleşme sistemi, idarenin ve tutukluların tavırları ve de kaçışlar için yaratılan inanılmaz aparatlar, yol ve yöntemler, olağanüstü ve çarpıcı bir ustalıkla okuyucuya aktarılmış.

Anı romanın en renkli ve içimizi ısıtan bölümü olan kadın tutuklularla diyaloglar ve gerçekleşen düğünler, bizi heyecandan heyecana sürükleyen kazılan kaçış tünelleri, bazı zamanlarda da karamsarlığa yuvarlayan fakat sonuçta devrimci iradenin zaferiyle bizi ödüllendiren firar finalleriyle kitap bırakılmaz bir serüveni oluşturuyor. Mutlaka okumalısınız. Zaten bu gerçek hikâye de gereksiz bir bölüm de yok diyebilirim.

Mehmet Kılıç'la 1984 yılı baharı, Sağmalcılar Özel Cezaevinde ki Veremliler koğuşunda tanışmış ve 3-4 ay birlikte kalmıştık. Anı kitabımın üçüncüsü KORKUNUN EFENDİLERİ’n de bu anıları fotoğraflarla birlikte tarihe mal etmiştim. Koğuşumuzda Niyazi Aydın ile birlikte üç kişi kalıyorduk. Mehmet ile diyaloğum ve yoldaşça ilişkilerim unutulmaz izler bırakmıştı. Yan koğuşta Dursun Karataş, yukarı koğuşta ise Milli Kürekçi Tayfun Özkök vardı. Tayfun ile de sıcak ilişkileri, benzeri şekilde kurduğumu hatırlıyorum. Mehmet’i, sabaha kadar olan taş düşürme acıları içinde ki kıvranmalarım, Niyazi ile yaptığım bitmez tükenmez siyasi tartışmalarım ve de koğuş yaşamındaki kaçınılmaz gerilimler karşısında dostluğunu ve yoldaşlığını hiç arka plana itmeyen tavrıyla hatırlıyorum.

Mehmet’in daha sonra yaşadıklarını, sanırım 2008 yılında ortak arkadaşımız Neşe Akkuş vasıtasıyla buluşmamızda kendisinden dinledim. Sol içi şiddetin geldiği bu korkunç seviye herkes gibi beni de olağanüstü etkiledi. Bu sorunun kökenine inerek, bu anti-devrimci mikrobu kurutacak devrimci ve demokratik araçları mutlaka yaratmalıyız diye düşündüğümü hatırlıyorum.

En son Facebook aracılığıyla ilişkimizi devam ettirerek bana göre farklı kulvarlardan olsun olmasın bu buluşma platformunu iyi değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Mehmet’in Avrupa macerasını, sanatsal yeteneklerini ve demokrat-devrimci kişiliğini koruyup geliştirdiğine ayrıca tanıklık ettiğim kitabını, büyük bir heyecan ve merakla okudum. Ufak tefek hatalar olsa da, ilk çalışma olarak gerçekten gelecek için büyük umut veren bir cevheri içinde taşıdığını buradan herkese duyurmak isterim. Mütevazı, demokrat, insan canlısı, yetenekli, cesur ve akıllı bu kişinin kitaptaki rolü de aynı özellikleriyle yansıtılmış. Onu en iyi yansıtan bazı diyalogları buraya alarak anlatımımı noktalamak istiyorum.

“Sohbet tamamlanınca, Mustafa bestelemeye çalıştıkları marşı çalıp söyledi:

Selam olsun karanlığı şimşek çakıp yakanlara

Selam olsun bütün kardeş dünya halklarına

Selam olsun özgürlüğe bayrak bayrak koşanlara

Selam olsun devrim savaşçılarına, bin selam!”

(Sf. 14)

Yine;

“Mustafa kendi adına konuş. Anamın ördüğü kazaklarımı hiç kimseyle paylaşmam. Böyle paylaşımcılığa karşıyım. Kazaklarıma göz koyan olursa, komünistlikten istifa ederim.

Bülent, ‘yeni insan’ olamamışsın”

(Sf. 121)

VE

“ … En yakınlarımız bile, çocuklarının bizden etkilenip devrimci olmalarını önlemek için, bizimle tanışmalarını istemiyorlar”

(Sf. 177)