Kasım 2013´te Hrant Dink Vakfı tarafından Fransızca´dan Türkçe'ye çevrilerek yayınlanan 'Kılıç Artıkları' adlı kitap 1915´te, (ama aynı zamanda bir kaç yıl öncesi ve sonrasında) İstanbul ve Anadolu coğrafyasında uygulanan Ermeniler´e yönelik soykırımı ve orada hayatta kalabilmek için üç kuşaktan beri aslını gizlemek (inkar etmek) ya da kaybetmek (unutmak) zorunda bırakılan insanları konu alıyor.

Bu mesele; yakın tarihi, güncel politik sorunları ve bir etnik kimliğin imha ve inkarını kapsadığı halde, çalışmanın akademik olduğunu söylememiz mümkün değil. Yani kitapta ne politik-, ne tarih- ne de toplumbiliminin kriterlerlerine göre sınıflandırılmış bilgi ve çıkarımlara rastlıyoruz. Metin türü ve çalışma yöntemine bakıldığında sözlü tarih çalışması ya da saha araştırması olarak değerlendirilebilecek söyleşilerde, bu meselenin anlaşılmasını kompleks arka planıyla güçlendirmesi gereken, belirgin bir soru konsepti de yok.

Çalışmayı yapanlardan ve kitabın yazarlarından biri olan gazeteci ve toplumbilimci Laurence Ritter de Agos gazetesinden Emre Can Dağlıoğlu´nun 11.11.2013 tarihinde kendisiyle yaptığı röportajda konuyla ilgili şunları dile getiriyor; 

"…Türkiye’nin her yerine değil, özellikle eskiden Ermeni bölgesi olan yerlere odaklandık. Elbette ki Ermenistan’da, Diaspora’da ve İstanbul’da da görüşmeler yaptık. Fakat görüşme yaptığımız tüm insanlar, Doğu Anadolu’dandı. İnsanları bulmak için köylerine gittik, görüşmeler yaptıkça onlardan öğrendiğimiz yeni insanlarla görüşmeye başladık. Onlarla konuştuk ama bu çalışma tamamen bir hikâye anlatısı olduğundan, her şeyin ötesinde onları dinledik. Bana göre bu insanlar, hatıraları, aidiyet veya ait olmama duyguları üzerine çalışma yapmanın tek yolu bu, onları dinlemek. Böylece onlarla ilgili bazı sonuçlara varabilirsiniz. Fakat bunun, bu kitabı yazmanın kesinlikle sadece başlangıç olduğunu düşünüyorum.“

Evet, bu kitap sadece bir başlangıç olarak düşünülebilir. Ama kitap Laurence Ritter´in dediği gibi tamamen hikaye anlatısı üzerinden kurgulanmış bile olsa, her bölgede yapılan değişik kalite ve nitelikteki söyleşiler, insanların sorular karşısında verdikleri tepkiler, yaşama biçimleri, ekonomik bağımlılıkları, kendi aile geçmişlerine, etnik kimliklerine yaklaşımları, korkuları, korkularıyla nasıl baş ettikleri ya da nasıl baş edemedikleri çalışmayı yapanlar tarafından ayıklanıp, kategorize edilerek değerlendirilebilirdi. Malesef bu bağlamdaki soyutlamalar birbirinden kopuk subjektif gözlemler olarak kalıyor. Kismi nesnel soyutlamalara baştaki iki önsözde, „Çalışma Yöntemi“ başlıklı bir metinde, giriş ve sonuç bölümlerinde rastlıyoruz. Ama bunlar da çoğunlukla söyleşilerle çelişen, kitabı bilgilere dayalı soyutlamalar olarak kalıyor.

Kitabın adı neden Kılıç Artıkları?

"Kılıç Artıkları" adını taşıyan bu kitap uzun zamandan beri kitaplığımda durduğu halde, okumak için elime almamıştım. Nihayet okumak istediğimde bu kitapla arama mesafe koyan asıl sebebin –belki duygusal davrandığım için, kitabın ismi olduğunu farkettim.

Giriş bölümü kitabın ismiyle ilgili tam olarak şu cümlelerle başlıyor;

"Kılıç Artıkları tuhaf bir terim. Ama işte 1915 soykırımından kurtulmayı başaran Ermeniler, ister kadın, ister çocuk olsun, ister kaçırılmış ister müslümanlaşmış olsun, bu aşağılama ifadesiyle tanımlanır.“

Sonuç bölümündeyse yine hedef grubun adlandırılmasına yönelik şu ifadelere yer verilmiş;

"Bazı Ermeniler hayatta kalmayı başardı ve yavaş yavaş da olsa, var oldukları keşfediliyor, ortaya çıkartılıyor. Onlara müslümanlaşmış, dönme, gizli Ermeni ya da "Kılıç artığı“ diyebiliriz… Önemli olan var olmaları, burada kalmış olmaları.“

Bu satırları okurken -tabiri caizse bir „kılıç artığının” torunu olarak, ister istemez şu soruyu sorma ihtiyacı duydum;

Neden kendimizi karşıtımızın bizi adlandırdığı şekilde tanımlıyoruz?

Elbette karşıtımıza göre kılıç artığı, dönme, müslümanlaşmış Ermeni, gizli Ermeni, gavur, Ermeni dölü ya da Ermeni piçi olabiliriz. Ama biz kendi gözümüzde neyiz? Soykırımdan haspel kader kurtulmayı başarabilen binlerce mağdur imha ve asimilasyon karşısında, hayatta kalabilmek için onca mücadeleyi verdikten sonra, yukarda sayılan aşağılayıcı ifadeleri hak ediyor mu gerçekten? Neden kendini/kendimizi en azından akademik bilimsel, kültürel sanatsal çalışmalarda kurban psikolojisinden çıkarak, başka bir şekilde adlandırmıyoruz?

Burada bir boşluk olduğunu düşünüyorum. Bu boşluk „başlangıç“ bile sayılsa bu sözlü tarih çalışması ya da saha araştırmasında, belki(!) doldurulabilecekken doldurulmamış. Üzücü…

Anlatıcı Perspektifi

Röportaj tekniğinde en önemli olan şey, belirli bir konuda röportaj yapılan kişinin ya da kişilerin konuyla ilgili perspektifinin/perspektiflerinin mümkün olduğu kadar gerçeğe yakin ve kendi özgün dili ve duruş noktasıyla tarif ederek yansıtılabilmesidir. Yani okuyucu söyleşilere dayalı bir kitabı okuyup bitirdiğinde hem konuyla hem de röportajda yer alan kişi ve ve kişilerle ilgili bütünlüklü bir resme sahip olabilmeli. Kitapta söyleşi yapılan kişilerin çoğu bir bütün(als Ganzheit) olarak görünmüyor/gösterilmiyor maalesef. Onlarla ilgili dağınık bilgileri çalışmayı yapanların bilimsel kriterlere cevap aramayan/vermeyen kişisel gözlemleri hatta yorumları üzerinden ediniyoruz. Bu durum konuya yönelik anlatıcı perspektifini güçlendirirken, üzerinde durulması gereken esas konunun gölgede kalmasına sebep oluyor.

Kitabın hemen her sayfasında anlatıcı perspektifinin hakim olduğu satırların altı çizilebilir. Esas açığa çıkarılması gereken konunun anlatıcı perspektifin müdahalesiyle nasıl gölgede kaldığını anlatabilmek açısından kısa bir örnek vermek gerekirse;

"Hayk´ın karısı Müslümanlaşmış bir Ermeni, onunkiler de Sason dağlarından. Muş ovasında bir köyde doğmuş. Hayk tekrarlıyor: „Soykırımdan kurtulan Ermeniler buralarda Kürt´e kız vermez.“ Ayrımcılığa maruz kaldıkları duygusunu öyle ya da böyle, hiçbir zaman yenemediklerini anlatıyor. Müslüman da olsalar değişen bir şey yok. Kürtler onları zaten hep Ermeni olarak görmüş, gerçekten de Ermeniler, ve farklı bir azınlık olarak hep de öyle kalacaklar.“ (Sayfa 88)

"Kürtlere kız vermeyiz.“ başlığı altındaki metinde Hayk´ın dikkat çekmek istediği Ermeniler´in sadece ayrımcılığa uğradıklarından dolayı kızlarını korumak istemeleri değil aslında. Bu bir çok sebepten biri olabilir belki. Ama asıl sebep soykırıma uğrayan her etnik grupta olduğu gibi Ermeniler´in de kendi etnik kökenlerinin devamını sağlayabilmek için iç-evliliklere mecbur bıraklımış olmaları. Zaten kitapta baştan sona, röportaj yapılan kişilerin hemen hepsi bu fenomenik gerçeğin altını açık ya da dolaylı olarak çiziyorlar. Hatta bu fenomenik gerçekliği ispatlayabilecek en iyi örnek, tanınmış entellektüel bir müzisyen olan Yaşar Kurt´un anlatımlarında bile mevcut. Aile geçmişinde Ermenilik olduğunu yetişkin yaşlarda öğrenen ve haklı bir travma yaşayan Yaşar kendisiyle yapılan röportajın sonlarına doğru şunları söylüyor:

"...Herkes hayatını daha anlamlı kılacak bir yol buluyor kendine. Henüz çocuğum yok, ama bir Ermeni kadınıyla evleneyim, çocuklarım Ermeni olsun isterim.“ (Sayfa 195)

Heteredoks Ermeniler

Kitabın giriş bölümündeki soyutlamalarda Erivan'da yaşayan Türkolog Ruben Melkonian'ın İngilizce yayınlanan bir araştırmasına da değiniliyor. Bu araştırmaya göre Ruben Malkonian Heteredoks Ermeniler olarak adlandırdığı asimilasyona uğrayan Ermeniler'i temel iki kategoride değerlendiriyor; Kripto(gizli) Ermeniler ve Müslümanlaşmak zorunda kalan Ermeniler. Müslümanlaşmak zorunda kalan Ermeniler kategorisini de beş başlık altında sınıflandırmış:

1-Hayatta kalabilmek için alenen Müslümanlığı benimseyenler

2-Kaçırılarak Müslümanlar´la evlenmek zorunda kalan kadınlar ve gençkızlar

3-Evlat edinilen Ermeni yetimler

4-Komşuları ya da başkaları tarafından himaye edilenler

5-Yetkili makamlar tarafından zanaatlari gereği „Müslüman“ olarak kabul gören Ermeniler (hayatta kalmasına izin verilenler) (Sayfa 13-14)

Farkedileceği gibi Ruben Melkonian´ın bu sınıflandırması tamamen soykırım sırasında hayatta kalan Ermeniler´in hangi vesileyle hayatta kaldıklarıyla ilgili. Biraz daha düşünüldüğünde hayatta kalan Ermeniler´in gerek yaşadıkları travma, gerek geride kalan aile üyeleriyle ilişkilerinin nasıl olduğu, dillerini ne kadar koruyabildikleri, kültürlerini hangi oranda yaşadıkları, aile geçmişleri hakkında ne kadar bilgi edinebildikleri ve en önemlisi içinde „kılıç artığı“ olarak yaşamak zorunda bırakıldıkları Müslüman çevrede hangi korkuları taşıdıkları bu kitabın ana çerçevesini oluşturabilirdi. Ama maalesef kitapta sistemli bir soru konsepti, dolayısıyla da ona uygun derli toplu nesnel bir araştırma ortaya çıkmamış.

Sonuçta Kılıç Artıkları adlı bu kitap bana göre, konuyla ilgili art alan bilgisi olmayan insanlara belki önerilebilir. Tabi güçlü akademik bir niteliğinin olmadığı, yeni bir şey tespit etmediği, -hele benim gibi „kılıç artığı“(!!!) olanlar için; sadece bilineni tekrar ettiğini de söylemek şartıyla.