Ey benim dağım-taşım-toprağım, sen ki beşikler verdin Nuh'a salıncakları, hamakları da bir bir dağlarının zirvesine kondurup kucağında nice peygamberleri yatırdın.

Tabi ki Anadolu´sun sen. Hiç tanımaz olur muyum?

Ruhumsun. Ve hatta; sebeb-i varlığım.

xxxxxxxxxx

Biliyorum… Tanrı hala hayattaysa, o bile şehadet edecektir ki, kardeşliğin, çalışmanın, beraberliğin ve dahi atom güllerinin katmer açtığı dünyanı bir başına sen yarattın. Toprağında besleyip, büyüttüğün şairlerin ve bilginlerin yüz yıllarca seni söyledi, seni yazdı. Her biri her bir taşına aşık oğulların ve kızların -hernedar savrulsa da dünyanın dört bir yanına, hakikatten bir an bile şaşmadı, seni tek başına bırakmadı. Senden uzak kalmadı. Savruldukları yerlerde ellerindeki iş ile, zihinlerindeki fikir ile, yüreklerindeki aşk ile, düş ile hem-i hal oldukları yine sendin.

xxxxxxxxxx

Anlıyorum, köylerine ve kentlerine sinen fıkaralığından utandın. Belki ele güne karşı üşürken çıplak fidanların, harmanların da kesattı. Ama inan, tüm bunlara rağmen, ne zaman üstüne bereketli yağmurlar yağsa, ana rahmi gibi açılır, cesaretlenir ve doğururdu -ne kadar yaşlı da olsa, kahırkeş toprakların!

xxxxxxxxx

Ey Anadolu, senin yaşlı-kahırkeş toprakların… O toprakların binlerce yıl nasıl sağıldığını da gördüm! Ve hatta iliklerime kadar işleyen her savaşı her kırımı yaşayarak teeekkk teekk tecrübe ettim! Korkunç atlıların parçaladığı nazlı seher sabahlarına ben uyandım! Kana ve revana bulanan ırmaklarında şifalanmak zorunda kaldım! Adım Kürt'tü-Türk'tü, Alevi-Sünniydi, Ermeni-Azeriydi, Ezidi, Süryani, Laz, Çerkez, Rum, Yahudi, Keldani ve daha sayamadığım niceleri… Velhasıl her türlü millettin renginde, her dilde türkülerle-ağıtlarla sadece senin dertlerini hem dinleyip hem de dillendirmedim mi?!...

xxxxxxxxxx

Doğurganlığına ve bereketine bakıp ağzının suyunu akıtanlara gelince… Onlar bizden değildi, başkaydı. Hükümdar, saldırgan ve haydut dediklerin geçiciydi kuşkusuz. Aynen söylediğin gibi de oldu. Gölgelerini bile bırakmadan göçüp gittiler… Ve lakin onların yerine gelenler de, selam ettiğin dostun değildi.

Nicedir kirli çizmelerinde kan izleriyle toprağının ırzına geçip, panzerlerini sürmekteler üstüne. Her biri çirkin gülüşlerine sinen hile ile birer cihan celladı.

xxxxxxxxxx

Diyorsun ki bizden olup direnenlere dair;

Nasıl severim bir bilsen.

Köroğlu'nu,

Karayılan´ı,

Meçhul Asker´i...

Sonra Pir Sultan´ı ve Bedrettin´i.”

Bilmez olur muyum hiç?! Hele onlar seni nasıl severdi, aşkınla silkinip cesaretle ölüme güldükleri vakit. Ve hatta nerede olurlarsa olsunlar, diyelim ki; içerde/dışarda, derste/sırada, fırsatçının/fesatçının ve hayının üstüne üstüne yürüyüp, celladın yüzüne tükürürken… Onlar da seni en az bizim sevdiğimiz kadar severdi. Evlatların…

xxxxxxxxxx

Bir yerde “Dayan!” diye nasihat ediyorsun bize, evlatlarına. “Öyle yıkma kendini, öyle mahzun, öyle garip” kalma… “Aman ha, rüsva etmeyesin beni!“ diye de ekliyorsun!

Ah, Anadolum…

Ruhumsun. Bir de sebeb-i varlığım…

Halbuki binlerce yıl her dağın, her taşın, her karış toprağın nasıl her türden şerre katlandıysa, işte her bir evladın da öyle katlandı bu son yüzyılda, “şatafatlı” bir zorbaya ve zorbalığa. Hatta sadece senin emrini başı-gözü üstünde taşıyıp, kitabı-işi meşale, tırnağı-dişi kazma, umudu-sevdayı düş yaptı kendine mesela. Kimi zindanlarda daha. Dayandı ha dayandı… Dayandı ha dayandı…

Daha da dayanırdı belki, ama tam da evlatlarının üstüne ev kurduğu noktada yarılıp onları barksız koymasaydın keşke 6 şubatta, iyiydi...

xxxxxxxx

Ah, Anadolum…

Ruhumsun… Hem de sebeb-i varlığım.

Bak-gör evlatların namuslu genç elleriyle seni yeniden yaratabilecekken, yıkıntılar altında kaldı şimdi.

xxxxxxxxxx

Ah, Anadolum…

Ruhumsun… Hem de sebeb-i varlığım.

Dağına, taşına, her karış toprağına kurban olduğum,

bizi bolluğundan ve bereketinden mahrum bırakma e mi...

xxxxxxxxx

Ah, Anadolum…

Ruhumsun… Hem de sebeb-i varlığım.

gayrı bizi enkaz altında koma e mi...

ellerinden, ellerinden öperim,

tek umudumuz sensin.

Unutma e mi…

18.02.2023