Sürekli Almanya üzerine yazılacak değil ya, Avrupa Birliği’nin diğer eksen ülkesi Fransa’nın da izlenmesi gereklidir. Fransızcam hiç iyi olmamasına ve birkaç kere daha iyi öğrenmek için kursa gitmeme ve araya başka işlerin girmesi nedeniyle yarım kalmasına rağmen bu ülkeye açık olarak zaafım vardır. Özellikle Paris’e… Yıllar sonra bile karmakarışık metro sisteminde şaşırmadan gideceğim yönü bulurum, St. Michel ve çevresini neredeyse gözü kapalı dolaşabilirim.

Fransa aynı zamanda Avrupa’da ırkçılığın en fazla gelişmiş olduğu büyük ülkedir. Yıllardan beri Almanya’da ırkçılıktan söz edildiği zaman –vardır- “gidin Fransa’da biraz yaşayın” derim. Kişi olarak karşılaştığımı söyleyemem ama bu da iyi İngilizce bilmem ve farklı tipim sayesindedir.

1981 ortalarında Paris’e geldiğim zaman şimdi artık marjinal bir güce sahip olan Sosyalist Parti’nin devlet başkanı Mitterand göreve yeni başlamıştı ve ilk uygulamalarından birisi de ırkçı bir yasayı kaldırmak olmuştu.

Bu yasaya göre bir Fransız sokakta Fransız olmayan birisine küfür ettiğinde cezası yoktu, tersinin ise vardı. Fransa’da 1981 yılına kadar böyle bir yasa vardı, anlayın artık durumu…

1982 başında üç boş apartmanı bir Fransız örgütüyle birlikte işgal etmiştik. Onlara güç olarak değil, yasal olarak ihtiyacımız vardı. Yabancıların yaptığı bir işgali polis her zaman basıp binayı boşaltabilirdi; Fransızlar da var ise 24 saat geçtikten sonra mahkeme kararı gerekiyordu.

Ne yasa, değil mi!

Bu ülkede en az otuz yıldır ırkçı olduğunu gizlemek gereğini duymayan Ulusal Cephe (Front National) en büyük partidir. Başkanı Le Pen’i hatırlarsınız. Yerini şimdi kızı almış durumdadır. Kamuoyu yoklamalarında FN en fazla yüzdeyi alır ama iktidar olamaz, bunun nedeni ülkedeki iki turlu seçim sistemidir. Dar bölge çoğunluk sisteminde bir seçim bölgesinde az farkla da olsa çoğunluğun oyunu alan, o bölgeden çıkan temsilcilerin hepsini alır. İlk turda adaylardan hiç birisi en az yüzde 50 çoğunluğu alamadıysa en fazla oyu alan iki aday arasında bir tur daha yapılır. Bu turda komünistinden sağcısına kadar herkes FN’in karşısındaki adaya oy verir ve böylece ülkenin en büyük partisi sayıca az temsilcilikle yetinmek zorunda kalır.

Fransa’da gelecek yıl başkanlık seçimi var. Bu ülkede devlet başkanı önemli yetkilere sahiptir ve kamuoyu araştırmasına göre Marine Le Pen, Macron’dan fazla oy almaktadır. Görülen odur ki ikisi ikinci tura kalacaktır ve Le Pen yine başkan olamayacaktır.

FN özellikle Paris çevresindeki eski sanayi bölgelerinin işçilerinden yüksek oy alıyor.

Parti ülkenin çok sayıda politik kurumunda aldığı oy oranının çok altında temsil ediliyor olsa bile, bu partinin sahip olduğu anlayışın devlet memurları başta olmak üzere çok sayıda insanı etkilememesi mümkün değildir. Bu nedenle FN’e oy vermeyen ama zihniyet olarak ondan uzak da olmayanların sayısı az olmasa gerektir.

Almanya’da olduğu gibi Fransa’da da yiyecek satan yerler kapalı, satış ancak paket olarak yapılıyor. Dönercilerin satışı yoğunmuş. Geçenlerde bir Fransız kanalında bir politikacı şu çağrıyı yapmış: “döner değil Fransız mutfağı ürünlerini tüketin!”

Almanya’da “döner yemeyin, wurst yiyin” çağrısı yapan duymadım. Belki vardır ama ancak ciddi bir tepkiyi göze alarak bunu yapabilir.

Almanya Nazi dönemini yaşadıysa, Fransa da yaklaşık 200 yıl dünyanın İngiltere’den sonra iki numaralı sömürgeci ülkesi oldu. Fransız Komünist Partisi’nin Cezayir kurtuluş savaşı sırasında hükümetin aldığı ek baskı önlemlerini desteklediği düşünülürse, “Fransız olmak üstün olmaktır” anlayışının yaygınlığı da anlaşılabilir.

Fransa korona krizi döneminde Avrupa’daki yerini açık olarak Almanya’ya bıraktı. Askeri olarak halen özellikle güçlü bir ülkedir, Avrupa Birliği içinde –İngiltere’nin ayrılmasından sonra- tek nükleer güç olarak kalmıştır.

1980’li yılların başlarında Sosyalist Hükümetin dışişleri bakanı “hangi ülkede olursanız olun, aranıyorsanız Fransa’ya gelin” çağrısı yapmıştı. Yılmaz Güney’in de gidebileceği en uygun ülke burası olmuştu.

Bunlar eskide kalmış gibi görünüyor…