“Aralık’tı! Zemheriydi. Kar tanelerine kan bulaşmıştı. Kandı, zulümdü, ölümdü payımıza düşen. Diri diri yakılsak da, çiğnense de postallar altında bedenlerimiz; inadına sarıldık düşlerimize. Gelincik kızılı düşlerimiz bir bahar dalı olup ısıttı içimizi. Çalamadılar gelecek düşümüzü. Baharın cemresi oldukça içimizde, umut bir erik ağacının dalında filizlenen çiçekler gibi gülümser hayata...”

Yıl 2009. Arzu Torun ve Muhabbet Kurt’un hazırladığı bu kitap, “İçimizdeki Bahar” düştü ellerime. Bir “Görüldü” kaşesiyle. Aynı koğuşta kaldığımız, aynı yemekhaneyi ve havalandırmayı paylaştığımız Muhabbet ise hâlâ içeride!

Kitabın Sunuş Bölümü’nde; bütün bu yaşanmışlıkların, tanıklıkların neden kadınların kaleminden kaydedilememiş olduğuna değiniliyor ve bu romanın bir kadın çalışması olarak ortaya çıktığına vurgu yapılıyordu.

Hayli zorlamıştı bu kitaba dokunmak beni.

Tıpkı şimdiki gibi!

***

Nergiz, Lale, Sibel, Aysun... Aynı koğuşu, aynı yemekhaneyi ve aynı havalandırmayı paylaştıklarımız. Daha nice kadınımız ve erkeğimiz!

“O duvar duvarınız, vız gelir bize vız!” diyerek yaşıyorduk hep birlikte. İşte şu, üç gün boyunca delik deşik edilip, tavanlarından duvarlarına dek taş üstünde taş bırakılmayan Ümraniye Hapishanesi’nde.

Ahmet İbili’nin vurulduğu haberi geldi önce. Sonra, sonra...

Gaz bombalarına bulanmış bir vaziyette, abartısız 1915 Ermeni Katliamı’ndaki insan görüntülerindeki hâlimizle, sözümona savcılık tarafından tek tek ifadelerimiz alınmıştı. Sabaha karşı yatakhane pencerelerimizden giren mermi sesleriyle uyanışımızla başlamıştık ifadelerimize. Ardından yaşattıkları üç gün ise tutanak tutma zahmetine katlanamayacakları kadar uzundu! Herbirimize onar dakika ayırmaya dahi tenezzül etmediler.

Sonrasında ise bu davanın gidişatını ve ardımızda kalan hapishane görüntülerini, Ayça Söylemez’in haberlerinden-raporlarından takip edebildik.

***

Nergiz, Lale, Sibel, Aysun... Daha nice kadınımız ve erkeğimiz!

Upuzuuun bir açlık dönemimizde, artık gözlerimiz göremez, ellerimiz zor tutar hâle geldiğinde dahi vızır vızır dolaşan mektuplarımız!

Şimdi, ‘Çitlerin Olmadığı... Bir Ölüm Orucu Direnişi Güncesi’ var elimde.

Sevgili Oya Açan kitabın Sunuş Bölümü’nde şunları yazmış: “Mahpusta mektubun önemi bilinir, kavurucu sıcakta bir damla su gibidir. Kendimizi beslediğimiz, onardığımız, hayaller kurduğumuz bir deryaya dönüşür sonra. Hele bu mektuplar Ölüm Orucu gibi zorlu bir koşuda konmuşsa avuçlarımıza, serinletmişse ruhumuzu, umut ve iyimserlik dağlarını yeşertmişse çok daha anlamlıdır.”

Yüzlerdik, binlerdik. Darmaduman edildik.

Ancak şimdiki mahpusların olduğu gibi, abartısız hepimizin cansuyuydu mektuplarımız. Dışarıdakiler için de bu böyleydi. Sosyal Medya henüz yoktu.

***

Çitlerin Olmadığı... Bir Ölüm Orucu Direnişi Güncesi’nde, gerçekten bir direniş güncesi döküme edilmiş.

Aynı hapishanede, aynı şeyleri yaşayarak dağıtıldıktan sonra, bizlere yaşatılan şeylerin, yaşadıklarımızın türevi o kadar fazlaydı ki; tanıklar olarak dahi bunların hepsinden haberdar olamadık. Başka başka hapishanelere sürüldük. Tedavi-tahliye saldırılarına maruz kaldık. Bütün bunların sonucunda mektuplaşmalarımız da sınırlandı.

İşte bu kitapta, hemen yanıbaşımda uğurladığımız Nergizimiz, Sibelimiz, Aysunumuz’un, ardımızda-hücrelerde bıraktıklarımızın dahi yakalayamadığım anlarını okudum. Aynı anlarda, farklı farklı mekânlarda, Lale de dahil hemen hepimizin, birbirimiz-gidenlerimiz hakkında ortak şeyler duyumsadığımızı ve yazdığımızı görmüş oldum.

Tam biz tahliye olduktan sonra duyduğumuz, “Lale de tahliye olmuş, ancak bilinci kapalıymış” haberinin hemen ardından, onun bize nasıl veda ettiğini okudum.

Bu katliamın ertesinde yansıtılan felâket görüntülerinin ardında, ne denli büyük bir ortak yürek atışı yakaladığımız anlar gözümün önünde canlanıverdi.

Yaşananların bu denli çok ve zengin olduğu bir zaman diliminin aktarıldığı bu kitaptan, şu anda ne aktarsam eksik olacak...

***

Bir deprem olur. Kimlerin gittiği, kimlerin kaldığı bilinir.

Bir yangın olur. Kimlerin gittiği, kimlerin kaldığı bilinir.

Ancak toplu ve günlerce süren bir katliamsa yaşanan, sadece ölenler ve yaralananlarla sınırlı kalmamıştır yaşam. Her katliam, ardında ne kadar da anlatılsa yetersiz kalan izler bırakır.

19 Aralık bir Hapishaneler Katliamı’ydı. Ve o tarihte sadece bir katliamın değil, muazzam bir direnişin de tarihi hafızalarımıza kazındı.

Çitlerin Olmadığı... Bir Ölüm Orucu Direnişi Güncesi, tarihten silinmeye çalışılan bu muazzam direnişin ve direnişçilerinin, hafızalarımızda canlı kalmasını sağlayacak detaylı bir çalışma.

Öznesi olduğum bu tarihsel kesidin, böylesine titiz bir çalışmayla toparlanmasına katkı sunan her ama her kalemin yüreğine ve bilincine sağlık.

***

O kadar zıt karakterleri olmasına rağmen koğuşta, yemekhanede, havalandırmada muhabbet kuşlarını andıran Nergiz ve Muhabbet’in; tüy gibi hafif ve bir çiçek gibi narin, ancak çelik gibi bir iradeyle dev gibi yüreğini daima bizlerle attıran Sibel’in; gölge gibi ancak derin bir tınıyla hafızamıza kazınan Aysun’un ve daha nicelerimizin arşınladığı havalandırmada, Lale’nin çınlayan İstanbul şiirinin üzerine, bir de giderken bıraktığı bir demetle:

“Leylaklar, yaseminler...

Bu kokuların içinde büyüdüm ben. İğde, şeftali, dut, erik, incir ağaçlarının dallarında bir de. Bir tek dut ağacıyla husumetim oldu o zamanlar. Ağaçtan düştüğümü hatırlamıyorum ama dut ağacının sahibi gelince (o da yanlış istihbaratmış), bir evin pencere demirlerinden atlayıp kaçarken düşmüş, ayağımı sakatlamıştım. Bütün suç dutundu bana göre. İyileşir iyileşmez o dutun tepesine çıkıp çatlayasıya yemiştim yemişlerini. Çocukça bir intikam işte. Üsküdar meydanından Kuzguncuk, Çengelköy, Beylerbeyi, Kanlıca hattına gelmişiz bile. Hiç mi hiç alakası yoktur tozunu toprağını kokladığımız kondu sokaklarıyla. Alabildiğine mavinin kenarına konmuş lüks villalar, semirmiş besili ablak yüzlü çocuklar, benzemez Cibali’nin, Tophane’nin, Paşabahçe’nin salya sümük koşuşturan, misket kavgası yapan, uzun eşek oynayan hınzır kenar mahalle çiçeklerine. Kanlıca’da soluklanıp kanlı canlı bir sohbete koyulalım senle. Yüzyıl sonrasının resmini çizelim önümüzde uzanıp giden mavi tuvale. Eminönü’nün, Beşiktaş’ın kalabalığına karışalım mı? Ne kadar azınlıkta mutlu yüzler... Yorgun... Avurtları çökük, omuzları düşmüş insanlarımın. Birbirine yabancılaştırılmış, yaşamaktan bezmiş, kanı çekilmiş soluk benizli insanlarım... Ama her şeye rağmen umudu var “büyük insanlığın.” Biz onlarda solmaya bırakılmış yanı değil, durmadan devinen, ışıyan, çelik gibi parıldayan yanı görüyoruz. O ışıkla buluşturuyoruz gözlerimizi. Sen, ben, biz, hepimiz...”

Mektupların sonunda hep “Görüşeceğiz” vardı!

Lale de, neredeyse her mektubunu hasretle, sevgiyle ve “Görüşeceğiz”le bitirmiş.

“Görüşüyoruz” işte, nereden nereye, o ya da bu şekilde, izlerinizle.

Anıları ve özlemleri bize hâlâ güç veriyor.