Nasuh Mitap’ı da kaybettik. Kanser illeti onu da aramızdan çekip aldı, Ayşe Nur Zarakolu, İbrahim Sevimli, Neşe Ozan, Evrim Alataş gibi...
Bazı arkadaşlarımız da kalpten gidiveriyor işte Veli Yılmaz gibi 43 yaşında, ya da ameliyat masasından kalkmıyor Suzan Zengin gibi 52 yaşında, haksız bir tutuklamadan sonra.
Dostlarım öldüğünde hemen yazamıyorum onlar için.
Yasları uzun süre devam ediyor bende. Hatta sanki, içimden kesilip alan alınan parçalar gibi, hepsi beni eksiltiyor sürekli.
Yarım insan yapıyor beni.
Sol içi şiddet, hatta arkadaş kurşunu kurbanı Balet Aydın, o gülüşü ile hala capcanlı benim içimde.
Gazete yüklü kamyondan sarkan balyaları bir balet sıçrayışı ile yükselerek elini çarpıp düzeltişi geliyor aklıma.
Demokrat gazetesi muhabiri, faşist bir çete tarafından kaçırılıp Fatih’te bir banyo küvetinde boğularak infaz edilmeden bir gün önce, Büyükada’da yüzerken Dil Burnu'nda, o yukarıdan bakıyor bana, Deniz’in elini tutarak.
Mustafa Hayrullahoğlu’nu 1970 yılında Maliye Kütüphanesi'nde Ayşe Nur ile sohbet ederken hatırlıyorum. 1982’de 1. Şube TKP Masası onu işkence ile katletti. Sır vermedi.
Tıpkı Behçet gibi, 1980 yılı Aralığında, Ankara’da Gestapo Merkezi DAL’da işkence ile katledilen Behçet Dinlerer gibi. Sır vermedi. Bir yıl önce nerede ise o da sol içi şiddet kurbanı oluyordu.
Gülten Akın en güzel ilahilerinden birini onun için yazdı. Ölümünden sorumlu Komiser Kemal ise, bizzat madalya aldı, General Evren’in elinden. Vali oldu. Mevsimlik Kürt Fındık işçileri kovmak oldu ilk icraatı Karadeniz’den.
Belini kırdılar Nasuh’un DAL’da, kulağını patlattılar. Her işkence seansından sonra getirip, Alime’nin kucağına atıyorlardı onu, "al bak!" diye. İrinler akıyordu kulaklarından. Bir yıl Mamak’ta, omurgasını haşat ettikleri için sırtta taşındı Nasuh.
Ama Trakya'nın pehlivan çocuğuydu O. Toparlandı, onca ağır işkenceye karşın. Onca araz kaldı yine de. On küsür yıl çınladı durdu kulakları. Devrimci Yol’un efsane olduğu yıllarda, Oğuzhan hareketin Arafat’ı ise, o örgütü inşa eden Ebu Cihad’ı idi. Herkesin 1980 yılında umut bağladığı Direniş Komitelerinin yaratıcısı idi. Hareket içinde gizemli bir oluşumdu onlar. Ve onun çocukları darbeden sonra kırsalda dayandılar ta 1984’e kadar, likidasyon ihanetine kadar.
Nasuh likidasyonu, çözülmeyi, ihaneti affetmedi hiç. O konuşmadı. Kimseyi suçlamadı. Konuşması gerekenlerin konuşmasını bekledi. Yenilgiyi kabullenmedi. Affetmedi. Belki kendini de... Kimseye, Demirel gibi, "tapulu arazimde kimseye gecekondu yaptırmam" da demedi.
"Tapulu arazide"ki, "onaylı" barakaları da onaylamadı, desteklemedi.
Sanki bir suskunluk protestosunda idi. Büyük bir tarihsel dalga yakalanmışken, cuntaya karşı direnişin tökezlemesini hazmedemedi.
1982 yılında bir Direniş Cephesi oluşmuşken, onun dağılmasını da... Yine de AYÖD’de yakılan meşale, Kürt dağlarını tutuşturdu 80’lerde.
Neşe Ozan’ın daha liseyi yeni bitirdikleri sıralar 1982’de Belge’ye gelişlerini hatırlıyorum Zeynep Erkmen ile. Livia Rokach’ın "İsrail’in Kutsal Terörü" adlı kitabını vermiştim tercüme etmeleri için. Livia Rokach da benim için bir ikondu.
Düşünün siz İsrail’in kurucularından bir dışişleri bakanının kızısınız. Etnik arındırmayı onaylamayan babanızın belgelerini yayınlıyorsunuz, linç edileceğinizi bile bile. Livia Filistinin Arap halkının Yahudi halkı ile birlikte varolma hakkına inanıyordu ve "milli güvenlik devletinin" uygulamalarını onaylamıyordu. FKÖ ile dayanışma ağı içinde de yer aldı. İsrail de "hain" ilan edildi. Psikolojik olarak dayanılması zor olan bir durum. 1984 yılında Livia, Roma’da intihar etti.
Sonraları Neşe ve Zeynep, Irak Kürdistan'ında suikast sonucu ölen, Ayşe ile benim can dostumuz Lissy Schmidt’in, "Özgürlüğün Bedeli" adlı kitabını tercüme ettikleri için, DGM de yargılandılar Ayşe Nur ile birlikte.
Neşe Ozan, daha kimseler ilgilenmezken, 1994 yılında Yelda, Ayşe Günaysu ve diğerleriyle ile birlikte, "azınlık hakları" ile, ırkçılık ile, Rum, Ermeni ve Yahudi yurttaşlara yönelik ayrımcılık ve nefret söylemi ile ilgilenmeye başlayarak İHD bünyesinde bir komisyon oluşturdular.
1995 yılında, Patrik Saygıdeğer Barthelameus’un da katılımı ile ilk 6-7 Eylül sergisi için koşturdu Neşe, diğer komisyon üyeleri ile.
Arkasından Tuzla Ermeni Yetimleri Kampı sergisi geldi. Onun açılışı da Saygıdeğer Patrik 2. Mesrop Mutafyan’ın katılımıyla yapıldı.
Ve tarihçi Ara Sarafian ile Hilmar Kaiser Ermeni trajedisine ilişkin ilk resmi olmayan konferansı verdiler İHD’de, Neşe ve arkadaşları sayesinde.
Arkasından 2005 yılından itibaren 24 Nisan anmaları de Neşe ve arkadaşlarının emeği ile başlayabildi.
Bütün bunlar aslında 12 Eylül rejimine ve onun evveliyatına yönelik direniş ruhunun yansımasından başka neydi ki?
Nasuh, Neşe, Ayşe Nur, İbrahim, hepsi o "kısa" sayılacak hayatlarına, kaç hayat sığdırdılar!
Arsızca, "uzun", onurlu tartışmalı bir hayat sürdürmek; aslında "kısa" olan, bu değil mi?