"Eylem hâlindeki cehaletten daha korkutucu bir şey yoktur.” (Goethe)

Sevgili Selçuk Polat’ın “Hoşgörü” konusunda başlattığı polemiği, daha fazla uzatma niyetinde değilim. “Hoşgörü” konusunda birkaç sözden sonra, Schiller, Goethe ve Hegel gibi düşünürlerin insanlık açısından önemine ve Goethe’nin İslam konusundaki görüşüne değinmeyi gerekli görüyorum.

“Hoş görmek” sözcüğü, Almanca’da “tolerieren” veya “dulden” demek. “Dulden” fiilinin Türkçe karşılığı “tahammül etmek” demek. Fransız Devriminden sonra toplanan Ulusal Meclis, Ağustos 1789'da "İnsan Hakları Bildirgesi"ni tartıştığında, meclis başkanlığı yapan devrimci politikacı Mirabeau hoşgörü kelimesine karşı durdu; sözcüğü "zalim" olarak nitelendirdi, çünkü dini özgürlüğü verme veya engelleme gücünü içeriyordu. Goethe nihayet bu hoşgörü eleştirisini ele alacak ve onu siyasi düzeyden kişilerarası düzeye yükseltecektir: “Hoşgörü yalnızca geçici bir tutum olmalıdır: tanınmaya yol açmalıdır.

Daha önce de vurguladığım gibi; asıl amacım, hoşgörü konusu üzerine tartışmak değil. Hoşgörüye; hem bireysel, hem toplumsal, hem de bu ikisinin sentezi açısından yaklaşmak gerekir. Ama bugünkü yazım buna yönelik değil.

Daha önceki yazımın amacı; Goethe, Schiller ve Hegel gibi Alman şair ve filozoflarının gerici olarak gösterilmesine itirazımı yükseltmek, onlara yönelik suçlamanın yanlış olduğunu göstermekti. Selçuk Polat arkadaş, yanlış düşüncesi üzerine direnmiyor; Goethe ve Schiller’i; “devrim düşmanı ve aydınlanma karşıtı olarak” değerlendirmesinin yanlış olduğunu kabul ediyor. Gerçekten güzel bir yaklaşım! Herkeste olmayan istisnai bir özellik! Bu nedenle Selçuk Polat arkadaş yanlışını kabul ettiği için takdiri ve saygıyı hak ediyor.

Tekrar vurgu yapmayı gerekli görüyorum: Alman aydınlanmasında iki eğilim olmuştur: Birincisi; Aydınlanmacı gelenek; Kant, Fichte, Schelling, Schiller, Goethe ve Hegel, gibi düşünürler. Sosyalist değillerdi; ama feodalizme karşı mücadele yürüten, aydınlanmanın düşüncelerini (özgürlük, akıl vb.) savunan düşünürlerdi. İkincisi; Aydınlanmaya tepki olarak doğan, geriyi özleyen romantik gericilik. İkinci eğilim egemen eğilimdir.

Selçuk Polat, Goethe’nin İslam dinine sempati duymasına şaşırıyor. Ve “aydınlanmacı bir şair, nasıl olur da dine sempati duyabilir” diye soruyor. Bu soruya nasıl cevap vereceğimi merak ediyor!

Goethe ve Aydınlanma Düşünürleri

Selçuk Polat, şöyle yazıyor: “Goethe’nin İslam diniyle ilgili araştırmalar ve okumalar yaptığını okuyoruz. Ne kadar doğru bilmiyorum ama şu sözlerin ona ait olduğu söyleniyor: “Ne budalaca herkesin keyfince kendi fikirlerini yüceltmesi! Şayet İslam, Tanrıya tevekkül demekse, hepimiz İslam içinde yaşar ve ölürüz.”

Ve devam ediyor Polat arkadaş: “Aydınlanmacı bir aydının böyle bir tespiti yapabileceğini düşünmüyorum bile. Fakat en iyimser yorumla İslamiyet’e karşı gösterilen bir hoşgörü olsa gerek. Fakat Goethe’nin aydınlanmacı olduğunu söyleyen sevgili Orkunoğlu’nun bu konudaki açıklamasını merakla bekliyorum.”

Üzülerek belirteyim ki, Polat arkadaşın yaklaşımı iki açıdan eksik ve sorunludur. Birincisi; Polat arkadaş, sol-laik aydınlanma anlayışına sahip olanların yaptığı hatalardan kendini henüz kurtaramamıştır. Nedir bu hatalar? Bir: Geçmiş döneme, tarihsel materyalizm açısından yaklaşamayan (Turan Dursun, İlhan Arsel, Arif Tekin) yazarların perspektifinden bakıyor; yani bugünün bilinci ve felsefesi açısından geçmiş olgulara yaklaşıyor. Ama bu söylediklerimin yanlış anlaşılmasını önlemek için bir noktaya dikkat çekmeyi gerekli görüyorum: Felsefenin henüz gelişmediği Türkiye toplumunda, Turan Dursun, İlhan Ersel, Arif Tekin’in kitapları, değerlidir ve yararlıdır; önemi küçümsenmemelidir. Ama geçmişe yaklaşımlarının sorunlu olduğunu düşünenlerdenim.

Eleştirmek istediğim nokta, günümüzün bilinç düzeyinden, geçmişin değerlendirilmesidir. Bir örnek vermek gerekirse; Hegel’e göre Aristoteles; insanın insan olarak özgür olduğunu bilmiyordu; çünkü zamanın ruhu öyleydi. Ama bu olgu, Aristoteles’in felsefe dünyasını etkileyen bir düşünür olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Özellikle geçmiş tarih söz konusu olduğunda, daha da dikkatli olmak zorundayız. Çünkü tarihin, galip gelenler ve güçlüler tarafından yazılması nedeniyle, genel olarak çarpıtıldığı biliniyor. Örneğin ‘Tarih Hırsızlığı’ başlıklı kitabın yazarı Jack Goody’e göre, tarihi kendine göre çağlara (Antik Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ) ayıran Batı, başka halkların tarihini çalmıştır. Çağları böylesine ayırma, Çin veya Hint toplumu için geçerli değildir. Bir başka yazar Thomas Bauer’ın, ‘Neden İslami Orta Çağ Yok’ başlıklı kitabı; tarihi, dönemlere ayırmaya yönelik bir itirazdır.

İki: Geçmişe bugünün büyütecinden bakan yaklaşım, doğal olarak, bugünkü doğmatik İslam’a bakıp, geçmişinde de öyle olduğunu düşünüyor. Bu yaklaşımın sonucu, İslam Uygarlığının 7-12. Asır arasında ulaşmış olduğu düzeyin Avrupa’dan çok ileride olduğunu görmezden gelmektedir. Yunan Kültürü’nü Avrupa’ya tanıtan, Arapça yazan düşünürlerdi.

Polat’ın dine yaklaşımı; aslında Fransız Aydınlanmasından Kemalizme geçen; oradan da sosyalist hareketin geniş kesimlerine bulaşan, eksik din anlayışından kaynaklanıyor. Fransız Aydınlanması açısından, Ortaçağ karanlık bir dönemdir; böyle bir dönemde bir uygarlığın yaratılması mümkün olmadığı için, bu uygarlıkları araştırmak da zaten gerekli değildir. Sadık Usta’nın dediği gibi, “Bugüne kadar sol gelenek, İslam uygarlığı konusuna çok az ilgi göstermiştir. Çoğunlukla, bu konuda araştırma yapmış birkaç yerli ve yabancı ismin çalışmaları yeterli görülmüştür. Ne yazık ki bu çalışmalar da doğrudan birincil kaynaklara başvurularak yapılmamıştır.”

Böylesi bir ilgisizliğin sonuçları var: Sol gelenek, değiştirmek istediği toplumu, halkı bütünsel olarak tanımıyor; tanımadığı toplumu değiştiremiyor. Değiştiremediği için de ‘bu halk adam olmaz’ deyip işin içinden sıyrılıyor.

Sol geleneğin çok eksiği var. İbn Haldun gibi, ilk önemli tarih ve toplum felsefesi geliştiren bir düşünüre, ilgi gösterilmemesi utanılacak bir davranıştır.

***

Alman filozofları, Fransız Aydınlanmasının din anlayışını tek-yanlı ve çok sığ buldukları için eleştirdiler. Çünkü Fransız Aydınlanmacıları, dinin, toplumsal bir sorun olduğunu görmezden geliyordu. Fransız Aydınlanması, esas olarak şu görüşteydi: Din, papazların, peygamberlerin, insanları ve halkları aldatmasından başka bir şey değildir. İnsanların, dine, kiliseye ve bunların yalanlarına inanmalarının nedeni, halkın cahil olmasına dayandırıyordu. İlk bakışta çekici ve doğru görünen bu anlayışın, yanlış olduğunun gösterilmesi Alman felsefesinin bir kazanımıdır.

Alman felsefesine göre din, insanın çocukluk evresinde ortaya çıkmıştır. Dini yaratan insandır; insanın ihtiyaçlarının sonucu olarak gündeme gelmiştir. Ayrıca din, halkın ilk varoluş biçimidir ve dinin kökleri çok eskiye dayanıyor. Bu özelliği nedeniyle, despotik devletler, dini kendi hizmetine sokmaya çalışmışlardır.

Goethe’nin din anlayışını anlamak için, ilkin genel olarak Alman Aydınlanmasının, Fransız ve İngiliz Aydınlanmasından farkının ortaya konulması iyi olur; ama konumuz bu olmadığından, sadece önemli iki temel farka işaret etmekle yetinmek durumundayım. 1) Fransız Aydınlanması, kiliseye ve dine karşı daha açık ve düşmanca tavır almış olmasıyla, İngiliz ve Alman Aydınlanmasından ayrılır. Dolayısıyla kilise ve teolojiye karşı en açık savaşım, Fransız materyalist filozofları (Holbach, Helvetius, Diderot) tarafından yürütüldü. Ama Voltaire ve Rousseau gibi materyalizme karşı olan filozoflar da, eski feodal sisteme karşı, aristokrasinin ayrıcalıklarına karşı mücadeleden geri kalmadılar. 2) Fransız aydınlanmacılarının çoğunluğu, devletle ve mevcut düzenin üniversiteleriyle bağı olmayan düşünürlerdi. Dolayısıyla eleştirel nitelikleri ağır basan kişiliklerdi. Düzenle bağı olmadıklarından, din konusunda daha radikal yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Oysa Alman Aydınlanmacılarının büyük çoğunluğu, üniversitelerde görev alan profesörlerdi, devlete bağımlı düşünürlerdi.

Alman Aydınlanması elbette teolojinin etkisinden tam kurtulamamıştı; ama Fransız Devriminin hümanizm, özgürlük ve akıl şiarını, etkin filozoflar (az sayıda da olsalar da) benimsediler. Schelling, ‘felsefenin başı ve sonu özgürlük’ diyordu.

Goethe, aydınlanmacı bir filozof-şairdir. Holbach, Voltaire gibi Fransız Aydınlanmacılarının eserlerini inceledi. Holbach’ın “Doğa Sistemi” adlı eserini, yetersiz ve mekanik buldu. Fakat filozof Voltaire’den müthiş etkilendi. Goethe'yi büyüleyen Voltaire'ın anti-dogmatik düşüncesi ve yazısıydı. Voltaire, deist bir filozoftu; Tanrı’ya inanıyordu; ama Tanrı ile insan arasında aracı bir kurumu reddediyordu; kiliseye karşıydı, Voltaire’nin kitaplarını Almancaya çevirdi. Oysa diğer Fransız Aydınlanmacıları, materyalist filozoflardı. D’Holbach ateistti, Helvetius, Diderot gibi, D’Holbach da hem krallığa hem de kiliseye karşıydılar.

Goethe ve Hegel üzerinde fazla etki yapmış filozoflardan biri, Spinoza idi. Her ikisi de, Descartes’in düalizmi aşmış olması nedeniyle Spinoza felsefesine önem vermiştir; çünkü Spinoza, Descartes’in felsefesindeki düalizmi aşan ilk modern filozoftur. Hegel açısından Spinoza, öznellik ve bireysellik ilkeleri konusunda yetersiz olmasına ve töz kavramını; donuk-hareketsiz olarak düşünmesine karşın, düalizmi aşması açısından gerçek felsefesinin temelini atmıştır. Spinoza, kilise tarafından nefret edilen bu asil düşünür, devleti ve siyaseti dinin etkisinden ve boyunduruğundan kurtarmayı amaçlayan bir felsefeyi geliştirdi: “Eğer felsefe yapmaya başlanacaksa, ilkin spinozacı olmak gerekir” diye yazar Hegel, “Felsefe Tarihi” adlı kitabında.

Schiller ve Goethe, Almanya’da 19. Yüzyıl hümanizminin iki büyük temsilcisi. Her ikisi de evrensel filozof-şair kişilikler. Goethe, ‘Dünya Edebiyatı’ kavramını keşfeden ilk şair. Ona göre, dünya edebiyatı, ulusları, edebiyat aracılığıyla birbirine bağlamak demektir. Dünya edebiyatı, insanlığın zihinsel ürünlerinin artışını, kültürel alışverişi geliştirerek, toplumlar arasında önyargıları kıran bir köprü oluşturur. İnsanın zihinsel olarak genişlemesi,, gelişmesi ve yükselmesi, diğer milletlerin edebiyatının bilinmesini gerektirir. Yani hümanist bir şairin, edebiyatçının, sanatçının yalnız kendi milletlerinden söz etmeleri yetmez; başka milletleri de eserlerinde ele almalıdır. Ancak bunu yapabilenler, kendilerini zihinsel olarak yükseltebilirler.

Schiller şöyle dile getirmişti hümanizmini: “Bir şairin tek bir ulus için şiir yazması, küçük ve yoksul bir idealdir. Felsefi bir zihin için bu sınır bütünüyle katlanılamayacak bir durumdur”. Schiller açısından etik anlayışın birinci yasası, ‘başkalarının özgürlüğünü korumaktır’.

Goethe ve İslam

Batı; yüzyıllar boyunca, İslâm’a karşı düşmanca bir duruş sergiledi, ki; bazı Aydınlanma yazarları da böylesi tutuma karşı durdular. Goethe de hümanizm ve evrensellik perspektiften hareket ederek, Hıristiyan olmayan diğer halkları ve dinleri araştırmaya girişti. Esas olarak Çin ve Hindistan gibi ülkelerin dinleri ile değil de, İslam dini ile uğraşmasının nedeni, İslam dini konusunda Oryantalistlerin çalışmalarına dayanan bilginin mevcut olmasıydı. Ayrıca İslam Dini, Avrupa coğrafyasına ve kültürüne daha yakın bir din olarak algılanıyordu. Goethe; “Doğu ve Batı artık birbirlerinden ayrılamazlar (Orient und Okzident sind nicht mehr zu trennen)” diyordu.

Alman dili ve kültürü belli bir seviyeye ulaşıp, kendine güven kazandıktan sonra, Goethe; Doğu kültürünü araştırmalara girişti. Fransızca ve İngilizce’den sonra, Farsça ve Arapça da öğrendi. Doğu’nun, özellikle İran şairlerini incelemeye başladı. Bu konudaki en önemli öneri ve teşvik, ona Doğu kültürü hakkında da bir fikir veren arkadaşı Herder’den geldi. Herder aracılığıyla, Kuran ile ilk temasa geçti. Goethe, İslam dinini daha iyi tanımak için çok uğraştı. Kuran'ın farklı çevirilerini okudu, hatta bazı yerleri kendisi çevirmeye çalıştı. Fakat birçok Batılı tarihçi ve araştırmacı, Goethe’nin İslam konusunda söylediklerini görmezden geldiler.

Uzun yıllara dayanan araştırma ve incelemeleri; “Batının Doğu Divanı” adı altında yayınlandı. Bu eserinde öyle şiirler yayınlandı ki, bir İslamcı gazete, Goethe’nin İslam dinine geçtiğini ileri sürdü (Bkz. Goethe als Müslim: Müslüman olarak Goethe. http://www.enfal.de/gote-fat.htm) Bu iddianın dayanağı ise Goethe’nin şu sözleri: Doğu-Batı Divanı'nın yazarı, ”kendisinin bir Müslüman olduğu şüphesini reddetmiyor!

Goethe ve İslam” başlıklı kitabın yazarı, Katharina Mommsen şuna dikkat çekiyor: Goethe, felsefi öğretmeni Spinoza'nın düşünsel liderliğinde, İslam’ın din, felsefe ve şiir dünyasına girmeyi ve kendisi için benzer düşünen düşünürleri ve şairleri keşfetmeyi başaran bir şair. Goethe, İslam kültürünün en parlak dönemindeki İslam şairlerini ele alan bir düşünür. Goethe’nin ilgisini çeken şu olgu: Doğu'nun en büyük beyinleri, inanç sorunları hakkında özgürce düşündüler ve devletin emri olmadan bu konuda kendilerini özgürce ifade ettiler. Goethe; şiirde kafiyenin, Arap şairleri tarafından geliştirildiğini, Antik Yunan ve Roma’da kafiyenin olmadığını ifade ediyordu.

Bazı yazarlar; Goethe’nin, genel olarak Arap kültürüne, fakat özel olarak İran kültürüne daha çok ilgi gösterdiği görüşündeler. Goethe’yi en çok etkileyen, İran’da şiir ve edebiyat dünyasında Hafız olarak tanınan, Şemsü’d-din Muhammed Şirazi adlı şairdi. (Bkz. Prof. Dr. Melahat Özgü; Goethe Ve Hafız)

“Kendisini tanımak isteyen, diğerini tanımalıdır; diğerini tanıma yoluyla, insan zihinsel olarak zenginleştirilebilir”, diyordu büyük şair Goethe. Onun eserlerini inceleyen, Hindistanlı, fakat Farsça yazan İslam düşünürü Muhammad Iqbal, şöyle diyecekti sonradan: “Ruhumuz, büyük bir ruhla temasa geçtiğinde kendini keşfeder. Sadece Goethe'nin hayal gücünün sonsuzluğunu kavradığımda kendi darlığımı keşfettim.“

18. yüzyılda, sadece Fransa’nın değil, bütün Avrupa’nın entelektüel önderlerinden biri Voltaire idi. Her türlü fanatizme karşı olan Voltaire, Muhammed üzerine bir oyun yazmıştı. “Der Fanatismus oder Mohamet, der Prophet” başlıklı oyun, Muhammed’i fanatik, dolandırıcı, hilekar biri olarak gösteriyor. O zaman Saksonya-Weimar eyalet devletinin dükü (Herzog) olan Carl August, kültür bakanı olan Goethe’ye, Voltaire’nin yazdığı oyunu, Fransızca’dan Almancaya çevirmesi ve sahneye koyması görevini verdi. Goethe’nin ilkin direndiği, ama dükün baskı yapması üzerine, bu görevi isteksiz ve gönülsüz bir şekilde üstlendiği, yazdığı mektuplardan anlaşılıyor.

Ancak Goethe, hem “Fanatizm, Muhomat” adlı oyununun adını “Voltair'e göre Muhammed. Beş Perdelik Trajedi” olarak değiştirdi; hem de Voltaier’nin alaycı hicivlerinde önemli değişikler yaparak, eleştirileri yumuşatmaya, Peygamberin şahsını daha az çarpıtılmış bir şekilde sunmaya çalıştı. Ancak Goethe’nin oyunun içeriğine daha fazla müdahale etmesine izin verilmedi.

Goethe, İslam hakkında sadece olumlu şeyler söylemedi, aynı zamanda eleştirel yaklaştı. İslam’da kadının konumunu eleştirdi. Yalnızca Goethe değil, birçok ünlü düşünür, romancı, şair de İslam ve özellikle Muhammed üzerine incelemeler yaptılar. Ünlü Rus romancısı ve düşünürü Tolstoy’un, Muhammed’in hadislerinden etkilendiği biliniyor. Marksist August Bebel bile Muhammed üzerine bir kitap yazdı.

Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü” başlığı altında Türkçe’ye çevrilmiş bu kitabının önsözünde şöyle diyor Bebel: Günümüzde, Hıristiyanlığın insanlığa iyilik getirmiş olduğu, insanlığı kurtarıcı görevinden söz edip durulmakta, fakat bu arada da Roma İmparatorluğunun parçalanmasından 15. yüzyıldaki Rönesans hareketinin başlamasına kadar geçen süre boyunca kendini duyuran büyük kültür boşluğu gözden kaçırılmaktadır. Arapların, geçmişte büyük bir medeniyet yarattığı görmezden geliniyor. Tabii burada, Arap asıllı olmayan, ama Arapça okuyup yazan bir çok entelektüelin katkısı dikkate alınmalı.

August Bebel, Avrupa’da Rönesans düşüncesinin Araplar tarafından temelinin atıldığını vurguluyor. Ortaçağ’daki İslam’ın Hıristiyanlığa nazaran daha hoşgörülü olduğuna dikkat çekiyor. Hoşgörülü olan İslam’ın daha sonraki fanatikleşmesini Haçlı seferlerine dayandırıyor. Ona göre Hıristiyan Avrupa, Doğu'ya Haçlı seferleri göndermiştir. Haçlı seferleri, özünde haydutluğa soyunmuş talancı ve istilacı ordulardı. Bu orduların barbarlık ve zulümleri, İslam fanatiklerini çığırından çıkarmıştır. Dolayısıyla İslam’da daha önceki başka dinden olanlara gösterilen hoşgörünün yerini Hıristiyanlığa ve Avrupa’ya karşı katı bir düşmanlık almıştır.

August Bebel, kitabında İslam dininin doğuşunu, kültürünü ve İnsanlığa katkısını ele alıyor. Objektif bir bakış açısından konuyu incelemeye çalıştığı aşikar. Öncelikle; genel olarak dinlerin ortaya çıkışı konusuna değindikten sonra, İslam dinini doğuran çevre, iklim, toprak, beslenme koşullarını açıklıyor. Devamında ise, İslam dininin insanlığa kazanımlarına vurgu yapıyor. İlk dönemde olumlu bir rolü olsa da; her din, eninde sonunda insanlığın gelişen maddi ve kültürel gereksinmeleriyle çelişkiye düşecektir.

Evet, bugün İslam, modern çağın sorunlarına cevap olamaz. Hırsızların elinin kesilmesini öneren İslam, modern yaşamın sorunlarına nasıl cevap olabilir ki? Eylem halinde ve iktidara yerleşen cehalet, özgürlüğün en büyük düşmanıdır. Fakat bugünün gölgesi, geçmişe yansıtılmamalıdır

İğneyi Goethe’ye çuvaldızı kendimize batırmamız daha akıllıca yoldur.