“Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum.

Yeniden doğmak için çıkardığım yangından...”[1]

Cemal Süreya’nın, “Dokunulmasa da, görülmese de,/ Kalpte yer verilir bazısına; nedensiz...”

Turgut Uyar’ın, “Herkesin bir gideni vardır,/ İçinden bir türlü uğurlayamadığı...”

Edip Cansever’in, “Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar/ Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak/ Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir...” dizeleriyle müsemma Onun için “Bir serüveni aynı safta yaşadık. Onurumdur. O, hepimize “Aşk olsun” dedirten sevgili Şîrîn (Fatma İrier) yoldaşım(ız)dı. Ardında fırtınalı günlerin anılarını bırakıp, içimizi yakarak gitti. Anan öle ölüm... HAYRANLIKLA,” satırlarını boğazıma binlerce şey dizilircesine yazarken günlerden 27 Eylül 2022 idi…

Yani bana Ahmed Arif’in, “Seni, anlatabilsem seni.../ Yokluğun,/ Cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini...” dizelerini terennüm ettirip, veda ederek ayrıldığı gündü…

* * * * *

Yutkunmanın tam ortasına düğümlenen kelimeler zamanıdır veda ya da ayrılmak.

Vedalaşmak, gitmek bazen ayrılmakla özdeştir; hani hüznü, burukluğuyla kekremsi bir acıdır; ağırlığını taşımanın kahrettiği, kalbi kavuran bir yangındır…

Ayrılsak da veda edemediklerimiz, hep bizimledir; içimizde sakladıklarımız; yani bize “Vale et me ama/ Elveda ve beni sevmeye devam et”, “Vale et memor sis mei/ Elveda ve beni unutma,” dedirtendir.

Ancak her veda, er geç veda edilen ile buluşacaktır elbette. Lakin yine de veda edemediklerimizi yüreğimizde saklamaya devam ediyoruz; istesek de istemesek de vefakâr Şîrîn (Fatma İrier) yoldaş gibi.

* * * * *

O, kadir kıymet bilen, unut(ul)mayan, bağlılığı önemseyen, kadirşinas bir ölümsüzdü.

İnsanın hayatı kucaklayan “XI. Tez”ci hikâyesi, ne kadar derin ise, hikâyesi de ondan sonra da yaşarken ölümsüz olur.

Çünkü ölümsüzlük, daima hatırlanmak, unutulmamaktır; ölüme bağışıklık kazanmaktır.

Odysseus’un senelerce süren yolculuktan sonra, “Hayatımı boşa mı harcadım acaba?” tereddüdünden azade eve dönüşündeki epikle yaşarken; destansal bir hâldi, namı diğer Şîrîn’in hikâyesi!

* * * * *

Mücadeleci, örgütlü, militandı.

Etkileyici, büyüleyiciydi; iz bırakırdı; en çok da içten ve samimiydi.

Varlığı insana huzur ve umut verirdi.

Direngen, ayak direyen bir inadın tutkulu türküsüydü sanki.

“Türkü” dedim: Saz çalardı; tanığı oldum birkaç kez; Onun saz çalma eylemini, sevdasını en iyi Kıvırcık Ali’nin, “Mızrap tetik çekti, tel vurdu beni” sözleri betimliyordu…

* * * * *

 “Müzik olmadan hayati anlayamıyorum,”[2] diyenlerdendi O…

Sazını çalarken, “Müzik bana soyut hislerini, enfes suretlerini veriyor sevdiğim şeylerin-değişimin, hareketin, karışımın, akışın, dönüşümün...” derdi, Paul Valéry gibi…

Kolay mı?

Türküleri “Şarkılar bağ kurar, toparlar ve bir araya getirir. Söylenmedikleri zamanlarda bile hazır bulunan toplama noktalarıdır onlar…”[3]

* * * * *

Nâzım Hikmet Ran’ın, “insanların türküleri kendilerinden güzel,/ kendilerinden umutlu,/ kendilerinden kederli,/ daha uzun ömürlü kendilerinden./ sevdim insanlardan çok türkülerini./ insansız yaşayabildim/ türküsüz hiçbir zaman./ hiçbir zaman beni aldatmadı türküler de.

türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin./ bu dünyada yiyip içtiklerimin,/ gezip tozduklarımın,/ görüp işittiklerimin,/ dokunduklarımın, anladıklarımın/ hiçbiri, hiçbiri,/ beni bahtiyar etmedi türküler kadar...” dizelerini anımsatanlardandı…

Güneşin ve toprağın türküleri cennet kadar sır, insan kadar zahirken; O da bu minval üzere dili mecaz; ince, derin ve işlenmiş türküler gibi yaşadı…

Tıpkı Neşet Ertaş’ın, “Nerede bir türkü duyarsan korkma otur dinle; çünkü kötü insanların türküsü olmaz,” sözlerini anımsatırcasına…

‘Çökertme’, ‘Ah Bir Ataş Ver’, ‘Çarşambayı Sel Aldı’, ‘Ordu’nun Dereleri’, ‘Bir Of Çeksem Karşıki Dağlar Yıkılır’, ‘Yarim İstanbul’u Mesken mi Tuttun?’, ‘Deniz Üstü Köpürür’, ‘Drama Köprüsü’, ‘Ezo Gelin’, ‘İzmir’in Kavakları’, ‘Yemen Türküsü’, ‘Gesi Bağları’, ‘İki Keklik’, ‘Kütahya’nın Pınarları’, ‘Eklemedir Koca Konak’, ‘Tatlı Dillim’ vd’lerini söyleyenlerin dudaklarından dökülen nameler eşliğinde; son türküsünü söyleyen bir yıldız gibi kayıp gitti gökyüzünden…

* * * * *

Vazgeçemediği türküleri eşliğinde aldığı kararlarına hep sadık kaldı.

Stefan Zweig’ın, “İnsanlar sadece bir şeyden yorgun düşerler: Kararsızlıktan,” uyarısını “es” geçmeyenlerdendi.

Sebatlıydı; kararlılığı insan olma ve kalma etiğin güvencesiydi sanki.

Paulo Coelho gibi, “Gitmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur,” vurgusuyla, “Mücadele, yüceltir,”[4] diyen ısrarlı bir mücadele neferiydi; “Söz konusu olan iyi öğrenmek veya öğrenememek, çabuk veya yavaş öğrenmek değil, serüvene atılmaya cesaret etmektir,”[5] diyen cüretkâr bir sergüzeştti; “vurulup düşseler de her kuşatmada/ serüvencidir onlar ve hiç ölmezler,” dedirtendi Ahmet Telli’nin dizelerindeki üzere…

* * * * *

Uzun yolları da göze alabilen bir dostluktu bizimki. Yoldaşımdı. Sevgiyle, dostlukla nice yılları geride bıraktık; beraberce büyüdük, beraberce olgunlaştık.

Kazanılması kolay olmayan bir kavramdır dostluk; sorumluluk, sahiplenmek ister.

Kazanması yıllar, kaybetmesi saniyeler süren kıldan ince kılıçtan keskin özellikleriyle dostluk, anlaşmayı aşar; onunda ötesindedir; beraberce gülmek, hüzünlenmek, aynı yolda yürümek, aynı ufka bakmak gibi…

“Dostluk, her şeyden önce, kesin güven duymaktır;… aynı zamanda saygıdır; başka bir varlığın bütün her şeyiyle kabullenilmesidir.”[6]

“Dostluk, iki insanın her konuda güven, sevgi ve saygı duyarak birbirine bağlanmasıdır. Dostlukla erdem arasında yakın ilişki vardır. Erdem oluşmadan dostluk oluşturulamaz. Sürdürülemez. Bu nedenle dostluk ancak iyi, erdemli insanlar arasında olabilir”ken; şarap gibi yıllandıkça değeri artardı.

Yoldaştık; kimseye değil, komünizm ütopyasına eşlik ettik, omuz omuza beraberce aynı yolda yürüdük; macerayı paylaştık, güvendik, sevebildik insan(lar)ı…

Kuşkuyla “İnsan denen varlıktan ne bekleyebiliriz?”[7] diyenlere inat; “Umut insanda” dedik; insan(lık)ın acılarını çekmeye talip/ taraf olduk; sadece bir kere yaşarken; bir kere bile doğru yapmanın yeterli olduğundan kuşku duymadık!

Her şeyin ilk ve en büyük şartının hakikâte bağlanıp, sevmek olduğu bilinciyle “Gracias a la vida/ Hayat sana teşekkür ederim” dedik…

Sevgimiz insanın kendi kendisi aşmasıyken; Sait Faik Abasıyanık’ın, “Bizim yüreğimiz bir tahtası eksiklerin yüreğidir,” deyişindeki üzere olabildiği kadar yalındı…

Cemal Süreya’nın, “Biz kırıldık daha da kırılırız/ Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü/ Hırsız da bilmiyor çaldığını/ Biz yeni bir hayatın acemileriyiz,” dizelerindeki çocuksulukla…

Ve de Attila İlhan’ın, “Bunca yıl sönmemiş umudum/ Nisan değilse mayıs/ Perşembe değilse Pazar,” mısralarındaki içtenlikle…

* * * * *

64 yaşında, 27 Eylül 2022 sabaha karşı bırakıp gitti bizi Fatma, Mahsa Amini’nin rüzgarı fabrikalar, tarlalar ve siyasi iktidar cümle cihanda emeğin olsun diye İran sokaklarını kapitalist mollarşiye dar ederken…[8]

Şimdi biz nerede olursa olsun, her başkaldırdığımızda Şîrîn yanımızda, omuz başımızda olacak…

8 Ekim 2022 15:26:19, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Newroz, Kasım 2022…

[1] Edip Cansever.

[2] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2017, s.47.

[3] John Berger, Hoşbeş, çev: Aslı Biçen-Beril Eyüpoğlu-Oğuz Tecimen, Metis Yay., 2016, s.78.

[4] Fyodor Dostoyevski, Kumarbaz, çev: Nurullah Ataç, Ahmet Halit Kitapevi, 1941.

[5] Jacques Ranciere, Cahil Hoca-Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders, çev: Savaş Kılıç, Metis Yay., 2015.

[6] Marguerite Yourcenar, Bir Ölüm Bağışlamak, çev: Hür Yumer, Adam Yay., 2000.

[7] Umberto Eco, Gülün Adı, çev: Şadan Karadeniz, Can Yay., 1985, s.100.

[8] “Mücadele ve yol arkadaşımız Fatma İrier’i kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyoruz. Kendisine Allah’tan rahmet yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyoruz,” (https://hdpİstanbul.org/ındex.php/authors/) demeyin; o bir komünistti!