Biliyorum, çok erken bir yazı bu. Ama yaygara erken başladı, etkilendim.
“1 Mayıs’ı TAKSİM’de kutlayacağız!”
Öyle deniliyor yine.
Efendim sendika yöneticileri karar almışlar, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayacaklar mış…
Hayır, inanın karşı değilim buna. Niye karşı olayım, Taksim benim tarlam mı?
Ama o hikayeyi yıllardır dinliyoruz sendikacılardan. Sonra 1 Mayıs geliyor, bakıyorsun ortada ne sendikacı var, ne sendika.
Yıllardır bir sözü yineliyorum 1 Mayıs öncesinde.
Niye ille de Taksim?
Niye o ülkenin her yerini 1 Mayıs alanı haline getiremiyorsunuz?
“Taksim’e gideceğiz” diyorsunuz, gidemiyorsunuz, dayağı yiyip geri geliyorsunuz, sonra da oturup “Ulan ne biçim dayak yedik” diye espri yapıyorsunuz.
Bir zamanlar “Korsan gösteri” diye bir söz vardı.
İyi örgütlenmiş 3-5 yüz kişi kentlerde ansızın meydanlara akar, sloganlarını seslendirir, sonra kuma süzülen su gibi kaybolurlardı. O kalabalık birkaç saat sonra kentin başka bir yerinde çıkardı ortaya. Oraya buraya koşmaktan deliye dönerdi polisler ve elleri boş dönerlerdi karakollarına.
Kendimi övmek gibi olmasın ama bu yöntemi 1500 kişiyle hem İzmir-Gültepe’de, hem aynı sayıyla Muş-Varto’da uygulayanların içinde yer aldım. O günlerde ülkenin her yerinde yapılırdı bu tür eylemler ve halk acayip neşelenirdi.
Düşünün lütfen, İstanbul’un 30 ayrı noktasında aynı anda patlayan sloganlar, yürüyen insanlar..
Kimi neşelendirmez bu?
Tamam, hemen “Ama Taksim önemli” diyerek hemen itiraz etmeyin.
Katılıyorum bu düşünceye. Taksim elbette önemli. Ama ille gidilecekse perişan olunmayacak, en azından girilecek oraya. Bunu yapamayacaksanız ne diye o günü telef ediyorsunuz?
Sendikacılar gerçekten işçi haklarından yanaysalar 30 Nisan ve 1 Mayıs günlerinde 2 günlük GENEL GREV ilan ederler. Her fabrikanın, her iş yerinin önü bir mayıs alanı olur. Onları destekleyenler de yaşadıkları kentlerin her köşesini 1 Mayıs meydanı haline getirir. Ne kadar insanın katıldığı pek de önemli değil, önemli olan ülke çapında ne kadar insanın 1 Mayıs’ı kutladığıdır.
Üniversiteler, okullar boykotta; bankalarda, devlet kurumlarında, özel şirketlerde çalışanlar grevdeyse, esnaf kepenk kapatmışsa, insanlar sokaklarda dans ediyor, slogan atabiliyorsa bundan iyi Taksim, bundan iyi 1 Mayıs mı olur?
xxx
1 Mayıs (neresinden bakarsanız bakın) artık “Sembolik” bir gündür. Aslolan mücadelenin yaşamın tüm zamanlarında ve alanlarında sürdürülebilmesidir.
Son 5 ayda Türkiye’de insanların ayağa kalkmaları, sokaklara dökülebilmeleri için yeterli gerekçe bulunuyordu. Dünyanın bile doyduğu yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet hikayelerinin yanı sıra, bu olayların ardından gelişen (Güdük de olsa) var olan hukuku katletme girişimleri, yolsuzlukları az da olsa soruşturan savcıların, hakimlerin görevlerinden alınması, MİT’in tanrılaştırılması, toplumsal iletişim kanallarının (Twitter-Youtube) kapatılması, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının hiçe sayılması, seçimdeki yolsuzluklar, yaşamın iyice pahalılaşması sendikaların insanları greve çağırması için yeterli nedenlerdi.
Kızan kızabilir; 1970’lerden beri, özellikle Türkiye Solu’nda önemli bir hastalık hüküm sürdürmektedir. Bu hastalığın adı “Kutlamacılık-Anmacılık ve Kampanyacılıktır!”
Özel günler kutlanır!
Acılı günler anılır!
Önemli sorunlarda kampanyalar açılır!
Ve sonra her şey unutulur, dön baba döne gelinir.
Lütfen anımsar mısınız, yaşamınızda kaç kutlama, kaç anma günü var?
Ve yine lütfen anımsar mısınız, yaşamınızda başarıya ulaştığını, sonuç alındığını gördüğünüz kaç kampanya var?
Sözlerimin karamsarlıkla hiç ilgisi yoktur.
Aylarca, kararlılıkla sürdürülebilen, toplumun malı haline getirilebilen ve yönetime geri adım attırabilen bir kampanya anımsıyorsanız lütfen yazın.
1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayabilmek için İstanbul valisinden izin istenilmiş.
Vali değil, diktatör bu izni verir mi vermez mi bilemiyorum. En son konuşmasında bakın diktatör neler demiş:
”Bize 17 Aralık’tan itibaren çok ağır saldırılar yaptılar. Bana aileme yakın çalışma arkadaşlarıma bakanlarımıza vekillerimize bürokratlarımıza çok adice, haysiyetsizce saldırılarda bulundular. Medyadan sosyal medyadan ahlaka edebe insanlığa ve vicdana sığmayan taarruzlar gerçekleştirdiler. Hiç birisine boyun eğmedik hiçbir iftiraya yalana ithama pabuç bırakmadık.” (Basın)
Yani demek oluyor ki:
-Ayakkabı kutuları yoktu
-Para kasaları yoktu
-Yüz binlik kol saatleri yoktu
-Rüşvet yoktu
-Yolsuzluk yoktu
-Bilal yoktu
Hepsi iftiraydı.
GEZİ olayları sırasında “Polise emri kim verdi diyorlar, emri ben verdim” diyen bir diktatör de yoktu!
Öldürülen gençler aslında öldürülmemişlerdi…!
Hepsi iftiraydı.
Türkiye halkının eline 17 aralıktan sonra yığınla belge geçti. Ama halk bu belgeleri kullanamadı, gereğini yerine getiremedi. “Bize hırsız diktatör yakışır” dedi, seçimlerde oyunu hırsıza verdi.
Şimdi bu halka “Gel kardeşim, elini ver bana, gidelim Taksim’e, bayram edelim” deniliyor!
15 milyonluk bir işçi kentinde birkaç yüz bin insanı bir araya getirmek başarı sayılacaksa bu başarı her zaman elde edilebilir.
Ama günü birlik bir başarı olur bu.
Ve söz yine aynı kalır:
”Ne edek anam, maksat vatan kurtulsun dediydik! Biz heç mi bayram kutlamayak?”