Avrupa bizi kıskanmış olmalı ki, bu “yer”e benzer bir şeyi Almanya’nın Düsseldorf şehrinde de gördüm. İnanamadım ve aklıma ilk gelen şey çadır tiyatrosu oldu.

YOKLUK

Benim çocukluğumda çadır tiyatroları vardı. Küçük şehirler ve kasabaların çevresindeki boşluklarda kurulur, insanları sanatla buluştururlardı.

Bir de sahra hastaneleri vardı. Büyük salgınlar, afetler ve savaş zamanları çadıra kurulan, doktorların yaralılara veya hastalara derman dağıttığı.

Önemliydiler. Hiç yoktan iyiydiler, ancak asla gerçek bir tiyatronun veya hastanenin yerini tutmazlardı.

Elektronik eşyaların, giyecek ve yiyecek türlü şeylerin satıldığı çadırdan pazarların kurulduğu da olurdu. Mesela Ankara'daki Maltepe pazarı yakın zamanlara kadar varlığını koruyordu.

Şu an ne durumda bilmiyorum. Muhtemelen orada satılan her şeyi internette bulmak mümkün olduğundan bu pazara da ihtiyaç kalmamıştır.

Bu saydığım çadırların tümünün ortak bir noktası vardı: Yokluk.

Çadır tiyatrosu kurulmuş ise orada sinema, tiyatro; sahra hastanesi kurulmuş ise kapsamlı bir hastane; çadır pazarlar kurulmuş ise, o şehirde insanların ihtiyaç duyduğu malların veya insanların ürettiğini satacak dükkanları yok demekti.

Peki son zamanlarda şehir dışlarına kurulan ve bir mahkeme salonundan çok çadırı andıran yapılar bize ne anlatıyor.

Adaletin yokluğunu mu?

VATAN HAİNİ, DEVLET DÜŞMANI, TERÖRİST

Eskiden insanların görmesinin istenmediği mahkemeler, genellikle kapalı spor salonlarında kurulurdu. 1980 darbesi sonrası ve benim de avukatlık yaptığım bazıları 1990'lı yıllarda çokça kuruldu.

1984 yılından sonra ise bunlar için Adliye binalarına yapışık ve ayrı girişleri olan ek binalar yapıldı. Ankara Adliye binası bunların ilk örneğidir.

İçeri girmek için kapıdaki polis ve güvenliğin birçok hakaretine, insanlık dışı uygulamalarına maruz kalırdınız. Çünkü, oradaki herhangi bir yargılamayı izlemeyi tercih etmiş iseniz siz de “Devlet düşmanı”, “Vatan haini” veya “Terörist”siniz demektir.

O zaman insan gibi karşılanmayı, insan gibi muamele görmeyi, insanı bir ortamda bulunmayı hak etmiyorsunuz demektir.

Ha yargılanan ananız, babanız, eşiniz, kardeşiniz mi?

Özellikle arkadaşınız mı, demiyorum bile.

Davada avukatlık mı yapacaksınız?

Kimin umurunda?

DEVLET DİYOR Kİ: Burada yargılanan TERÖRİST

Bitti.

Avukat mısınız, gidip başka dava alacaksınız?

Ananızın, babanızın, kocanızın, kardeşinizin adil yargılandığını, uzaktan da olsa sağlığının yerinde olup olmadığını görmek mi istiyorsunuz?

İstemeyeceksiniz.

İsterseniz o zaman sizde teröristsiniz demektir.

O kadar.

Ülke gelişince hapishane kompleksleri yapılmaya başlandı.

Bu komplekslerin amacı, kapıdan giren bir kişinin tutulup, yargılanıp, “ıslah” olduğuna karar verilene kadar hiç insan görmeden, gözden uzak tutulması.

En meşhuru Silivri Hapishane kompleksidir. Nihayetinde dünyadaki en büyük hapishane kompleksleri içinde üçüncü sıradadır.

Bu kompleksin içinde, mahkumların kompleksten çıkmadan, gözden ırak yargılanmaları için kocaman bir “yer” de vardır.

Burada “şimdilik” sadece kimsenin görmesi istenmeyen, önemli insanlara açılan siyasi davalar görülüyor. Yazarlar, avukatlar, mimarlar, askerler gibi.

Binaya giriş için zaten birçok teknik ve polisiye önlem alınmış, turnikeler kurulmuş. Kompleksin dışına ayrı, mahkeme binasının dışına ayrı tel örgülerle duvarlar örülmüş. Yine de insanların, hatta avukatların önüne ayrıca polis ve zırhlı araçlarla kapatıldığına; dövülüp yerlerde sürüklenmelerine çokça tanık olduk.

Bu “yer” sadece büyüklüğüyle değil, yaşananlar nedeniyle de çokça basına yansıdı ve meşhur oldu.

Hatta o kadar meşhur oldu ki, Türkçeye “Silivri soğuktur” diye özlü bir söz kazandırdı ve Silivri Halkı ile Belediyesinin bir araya gelip, dünyada bir ilki başarmalarını sağladı. Böylece adı Marmara olarak anılmaya başlandı. Oysa bölgeye para getireceğine inandıkları için başta ne çok sevinmişlerdi.

AVRUPA BİZİ Mİ KISKANIYOR?

Avrupa bizi kıskanmış olmalı ki, bu “yer”e benzer bir şeyi Almanya’nın Düsseldorf şehrinde de gördüm. İnanamadım ve aklıma ilk gelen şey çadır tiyatrosu oldu.

Birçok davasında avukatlığını yaptığım Grup Ekin'in kurucularından şimdi Grup Yorum elemanı olan İhsan Cibelik, kendisine “Devrimci sanatçı dediği, Grup Yorum üyesi olduğu ve çocukları toplayıp hikayeler anlattığı 'tespit' edildiğinden”, terörist  suçlamasıyla Almanya’da tutuklu yargılanıyor.

Muhalif kimliği olmasa abartısız Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük sanatçılarından biri olarak herkesin kabul etmekte sakınca görmeyeceği İhsan'ın kaderi maalesef sığındığı Avrupa'da da değişmemiş. Elbette kaderini belirleyen, yaptıkları değil örgütlü kötülük.

AKP'nin başını çektiği partileşmiş devlet bazen Türkiye'deki insanları rehin alarak Avrupa’yı tehdit ettiği gibi, Avrupa'daki insanları tutuklatmak için de Avrupa’yı tehdit ediyor.

Yapısı farklı olmayan buradaki örgütlü kötülük de akçalı işlerin bozulmaması için gereğini yapıyor.

İddialar arasında mahkemenin en önemli gördüğü şeyin, İhsan'ın kendisini Devrimci Sanatçı” olarak tanıtması olduğunu duruşmada öğrendim.

Türkiye'de yayınladıkları albümlerin kapağında bile “Devrimci Sanatçı” olduklarını yazmaları sorun olmazken. Fransa'da yaşıyor olması, bu şekilde kendisini tanımladığının Fransız Polisi ve Devletince de sorun olarak görülmemesi, hatta bu kimliği nedeniyle siyasi iltica hakkı almış olması bile mahkemenin fikrini değiştirmemiş.

Üzerine atılı suçun ve tutukluluğunun en önemli sebebinin bu olduğunu kararına yazmakta sakınca görmemiş. Kanser teşhisi konulmasını, tutuklu bulunduğu 19 ay içinde tedavisinin yapılamamış olmasını önemsememiş.

Haydi önemsememiş demeyelim de “Kanser hastası olan mahkûmun tedavi için polis gözetimi, elektronik kelepçe gibi önlemler ile serbest bırakılmasının bile mümkün olmadığını; kamu güvenliğinin, mahkumun tedavi olma hakkı karşısında üstün olduğunu” kararına yazmış. Yattığı sürenin, alacağı cezayı karşılamayacağı da yazılmış gerçi. Aman ihsas-ı rey olur o, boş ver şimdi onu.

Öylesine tehlikeli imiş işte, kendini Devrimci Sanatçı olarak tanımlamak.

İhsan Cibelik tutuklanmadan sadece bir gün önce kanser olduğunu öğrenmiş. Avukatlarının bütün çabasına rağmen tutuklandıktan ancak 15 ay sonunda kendisinden alınan biopsi ile Alman Makamları da hasta olduğunu kabul etmiş.

Sonraki dört ay mı, tam teşekküllü bir hastaneye yatırılması kararı doktorlar, hapishane idaresi ile mahkeme arasında bir topa çevrilmiş. Birbirlerine atıyorlar. Kimse topun elinde kalmasına, yani sorumluluk almaya yanaşmıyor.

İlk defa 21 Aralık 2023 tarihinde izleyebilmiştim duruşmasını, bu yazıyı da aslında o duruşmadan sonra yazmıştım. Hem değişen bir şey olmadığından, hem de söyleyecek söz bulamadığımdan olsa yazıyı revize etmekle yetindim. Çünkü izleyebildiğim 9 Ocak 2024 tarihindeki duruşmada da İhsan'ın tahliyesine veya ek önlemler alınarak doktora ulaşmasına izin verilmedi. Mahkeme başkanı tahliyesi ve tedavisinin yapılması için dosyanın Yargıtay'a gönderildiğini ve oradan gelecek kararı bekleyeceklerini söylemekle yetindi.

Yine ne kanser hastası İhsan'ın, “idam mahkumlarının bile tedavi edilmeden idam edilmediklerini” mahkemeye hatırlatmış olması, ne bu haliyle tedavisinin yapılması için 21 Aralık 2023 tarihinden beri açlık grevinde olması; 

Yine ne Eda Deniz Haydaroğlu isimli gencecik bir kızın 298. (9 Ocak) günden bu yana İhsan'ın tedavisi için açlık grevinde olduğundan ve artık sağlığının iyice kötüleştiğini bilmeleri;  

Yine ne de artık sayıları  bini (1000) bulan insanın destek açlık grevi yapıyor olması etkili olmadı.

Duruşması 16 Ocak 2024 tarihine ertelendi.

MAHKEME NEYDİ?

İhsan'ın yargılandığı bu “yer” de tıpkı Silivri'deki “yer” gibi.

Maalesef yeni ilaçların insanlar üzerindeki etkilerini gözlemlemek için olduğu gibi, insanlık dışı uygulamaların insan üzerindeki etkilerini gözlemlemek için de ülkemiz kullanılıyor. Sonuçlar etkili olursa uygulamalar Avrupa'ya taşınıyor. O yüzden de insanlık dışı uygulamalarda Avrupa taklitçi gibi görünüyor. 

Bunu bilmesem; Erdoğan'ın “Bizi kıskanıyorlar - taklit ediyorlar” sözüne ikna olabilirdim.

Bu “yer” şehrin biraz dışındaki bir arazi içinde büyük bir çadırı andıran bir bina. İçeriye girmek için insan boyunu aşan ve kafesi andıran otomatik açılan turnikelerden, çok ağır ve kalın üç kapıdan geçmeniz, kimliğinizin fotokopisinin çekilmesine razı olmanız, ayrıca üstünüzün aranmasına katlanmanız gerekiyor.

İlk turnikeden geçtikten sonra çıkmak isterseniz ne olur bilmiyorum. Ama turnikenin polis tarafından kontrol edilmesi ve fiziki yapısı nedeniyle çıkamayacağınızı prosedürü tamamlayıp içeri girmek zorunda kalacağınızı sanıyorum. Yani iradeniz tamamen ortadan kalkıyor ve kimliğimi vermem veya üstümü aratmam gibi haklarınızı kullanma şansını yitiriyorsunuz.

Yanınıza ilacınız, suyunuz dahil, içecek ve yiyecek hiçbir şey sokmanıza izin verilmiyor. Bunu bilerek gidiyorsunuz, çünkü buradaki insanlar için de tıpkı Türkiye'deki gibi oraya (mahkeme izlemeye) gitmek çok cesaret isteyen bir şey olarak görülüyor ve gideceğinizi öğrenen herkes yanınıza bir şey almamanız için sizi uyarıyor.

İçeride de yiyecek içecek hiçbir şey olmadığını ise ancak içeri girince öğrendim. Sıcak bir kahve veya çayı geçtim su satan bir otomat bile çok görülmüş. Duruşma saatler bile sürse içeride aç susuz durmak zorundasınız. Kerbela gibi yani. Ya da dışarı çıkacak, arabanıza binip şehre döneceksiniz ve yeniden girerken aynı onur kırıcı uygulamalara katlanacaksınız.

Çünkü burada da Anayasa’da temel bir hak ve adil yargılamanın güvencesi olarak sayılmış mahkeme izleme eylemi/isteği, bazı davalar için hoş karşılanmıyor ve yargılanan sanıklarla suç ortağı olduğunuz ön kabulü var. Yargılananın neyi olursanız olun önemli değil. Bu nedenle de insanı bir muameleyi hak etmediğinize inanılıyor olmalı ki, böyle davranılıyor. İnsanlık o binanın kapısında terk ediliyor. İçeri alınmıyor.

Ben girip çıkmaktansa üç saatten fazla aç ve susuz beklemeyi tercih ettim. Verilen aralara ve yüksek tansiyonum nedeniyle kendimi iyi hissetmememe rağmen. İkinci duruşmada da değişen bir şey yoktu.

Duruşma salonu olarak belirlenen yer ise kocaman bir alan. Buna rağmen dinleyicilere yaklaşık 70-80 kuru sandalyenin sığacağı ve geri kalan alandan yaklaşık iki buçuk metrelik sağlam cam bariyerler ile ayrılmış, içinde kendinizi kapana kıstırılmış gibi hissedeceğiniz dar bir alan tahsis edilmiş. Üst taraflar açık olmasına ve mikrofonlara rağmen içeride konuşulanları duyabilmek çok zor. 

Geri kalan geniş alanda ise Hakimler için biraz yüksek kürsüler kurulmuş, sanıklara ise belki yüze yakın sandalyenin olduğu bir alan ayrılmış. Ve kocaman boşluklar.

Alman marangozlar da Türkiye'dekilerle aynı hataya düşmüş olmalılar ki, savcı için hazırlanan kürsü mahkeme heyetinden ayrı ve çok az alçak olsa da avukatlardan epeyce yüksekte olmalarını sağlayacak yükseklikte idi.

Avukatların konuşurken seslerinin duyulmasını sağlayan mikrofonun açma-kapama düğmesinin hakimin elinin altında olduğunu ve avukatın söylediği şeyleri beğenmeyince mikrofonu kapatmakta sakınca görmediğini söylemeye bile gerek yoktur.

Peki bu “yer” bir mahkeme midir?

Sahi mahkeme neydi?