Ortada bir “Sorun” var mı?
Var!
Bu sorunun çözüm yolları –üç aşağı beş yukarı- belli mi?
Belli!
Peki yıllardır sürdürülen bu tantana ne?
“Çözeceğiz ama düğümü ve ilmiğin ucunu bulamadık!”
“Sorun” ne?
O ülkede milyonlarca Kürt yaşıyor ve bu insanların ulusal hiçbir hakkı kabul edilmemiş. Ortada bir sorun olunca elbette o sorunun çözümü için çalışanlar da olur. Sorunu ve gelişmeleri kısaca özetleyelim.
Kürt Özgürlük Hareketi, silahlı mücadeleye başlarken bayrağında “Orak-Çekiç” vardı ve “Bağımsız- Sosyalist Kürdistan” düşüncesini savunuyordu.
Sovyet sistemi yıkılınca ortaya atılan “Reel sosyalizm bitmiştir” sözü Kürt Özgürlük Hareketi’ni de etkiledi ve bayraktan orak-çekiç kaldırıldı, ideolojiden de sosyalizm öz olarak silindi.
Kürt gerillaları ve devlet arasında süren savaşta onbinlerce insan yaşamını yitirdi. Oysa bu sorun daha en başından uygarca çözümlenebilirdi. Ama TC. yöneticileri “Ezeceğiz, yok edeceğiz, köklerini kurutacağız” düşüncesiyle her tür iğrençliğe baş vurdu ve mücadeleyi sindirmeye çalıştı.
Kürt ulusunun tamamı –her nedense- kendisi için yürütülen mücadeleyi desteklemedi. Ama mücadeleyi başlatanlar ve sürdürenler Kürt sorununu uluslar arası politikanın içine (Ortasına) taşımayı becerdiler. TC. yöneticileri de bu işin artık “Bir avuç çapulcu hainin” işi olmadığını kavramak, kabullenmek zorunda kaldılar.

Sonra her şey hızla gelişti.

-Bağımsız Kürdistan düşüncesinden vazgeçildi.
-“Ulus devlet” düşüncesi mahkum edildi.
-Birlikte ama eşit koşullarda yaşama düşüncesi öne çıktı.
-Kürtlerin tüm ulusal haklarının “Anayasal güvence” altına alınması istenildi.
-TC. yönetimi Kürtçe yayın yapan TV kanalı kurdu.
-Kürtçe her ne kadar “Serbest” sayıldıysa da bu serbestlik okullarda “Seçmeli ders” olmanın ötesine geçemedi.
-Kürt dili Anayasa’ya giremedi.
-Federal, özerk yönetim düşüncesi “Devleti bölecekler” diye kabul edilmedi.
-Demokratik özerklik düşüncesi ortaya atıldı ama bunun nasıl gerçekleştirileceğini kimse anlayamadı.
-Çatışmalar durdu, devletle gerilla arasındaki görüşmeler Öcalan üzerinden yürütülmeye başlandı.
-Bazen çok açık bir biçimde dile getirildiği gibi Recep Tayyip Erdoğan “Çözümün baş mimarı” olarak gösterildi.
-Recep Tayyip Erdoğan en son konuşmalarının birinde çözümden ne anladığını ortaya koydu: “Tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek dil, tek ulus…”

Benim yaşıtlarım anımsayacak; eskiden coğrafya kitaplarında Türkiye 7 ana bölge olarak gösterilirdi: Akdeniz, Karadeniz, Ege, Marmara, İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi. Eğer TC. bu bölgeleri Almanya’da olduğu gibi “Federal” bir yönetime kavuşturabilseydi, Kürt sorununun çözümüne önemli bir kolaylık sağlamış olacaktı. Ama bırakalım federalizmi bir yana bu “Bölge” isimleri bile unutturulmaya çalışıldı.

“Çözüm” için görüşmelerin yapıldığı biliniyor ama bu görüşmelerde “Nelerin görüşüldüğü” bilinmiyor.

Örneğin; Kürt tarafı devletten açık olarak neleri istiyor? Devlet bunların hangisine evet, hangisine hayır diyor? Görüşmelerin bu kadar uzamasına neden olan istekler neler? Hangi maddeler üzerinde anlaşmaya varılamıyor?
Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay dedi ki:
“Çözüm sürecinin bir ayağı istihbarat teşkilatımız. Biz hükümet ve siyaset kesimi olarak örgüt kesimiyle görüşmüyoruz. Biz siyasi partiyle görüşüyoruz. Örgüt kesimiyle istihbarat teşkilatımız yürütüyor çalışmaları.”
MİT kim, ne, bunu son çıkarılan MİT yasasıyla artık iyice anlamış bulunuyoruz. Ama hem MİT’i görüşmeye gönderip hem de “Biz görüşmüyoruz, MİT görüşüyor” demek salaklık değilse nedir? Görüşen iki taraf var; PKK ve Devlet. Bu gerçek açıkça kabul edilmedikçe devleti yönetenler her zaman bir kıvırtma payı bulabilecekler.
Bana göre Kürt tarafı görüşmelerde ileri sürdüğü tüm istekleri, maddeler halinde tüm Türkiye halkına açıklamalı, bu maddelerden hangisine devletin olumlu, hangisine olumsuz yaklaştığını belirtmeli. “Çözüm süreci” denilen ucubeyi gerçek kimliğe kavuşturmanın yolu bence bu. Böylece halkın önemli bir kesimi de bu tartışmaya katılır, devleti zorlayıcı bir öğe olarak gücünü gösterebilir.
Değilse yerel seçimlerde yüz, ikiyüz belediye başkanlığı alınmış veya alınmamış, bunun hiçbir önemi yoktur.
Yani ben öyle düşünüyorum.
…Şu “Telefon dinleme” ve “Ses kayıtları” ile ilgili birkaç sözcük söylemek istiyorum.
Diktatör; “Bu bir komplo, yapıştırma, yalan” diyerek oğlu ile yaptığı ileri sürülen telefon konuşmasını reddetti.
Bazıları “Hayır, bu konuşmalar gerçek” diye diretti.
Bense şaşırdım kaldım.

Ortada telefon konuşması olsa ne olmasa ne olur? Adam 17 Aralık 2013 tarihinden beri yaptığı her konuşmada yolsuzluğu, rüşveti ve ortak olanları açıkça savundu değil mi? “Komplo” dedi, “Darbe” dedi, “Paralel” dedi, ama “Yolsuzluk olmuştur, rüşvet yenilmiştir” diye ağzından bir tek sözcük çıkmadı. Onu destekleyenler meydanlarda hala ve her şeye karşın “Dik dur, eğilme, biz senin kılın olmaya aşığız, hüloğğğ” diye bağırıyorlar.
Şimdi yüz tane telefon konuşması yayınlansa ne olacak? Utanacak mı, yolsuzluğun üstüne mi gidecek, taraftarları onu terk mi edecek?
“Kurbağanın yüzüne tükürülmüş, oh ne güzel yağmur yağıyor demiş.”
Diktatörün ve taraftarlarının hesabı da bu hesap işte.

Sevgiler