(Film gibi firar)

Bu gün 24 Nisan. Özür dilerim, bu gün biraz egoistlik yapıp, kendi kaçışımı-kaçırılışımı özetle anlatacağım sizlere.
Öyküyü bilenler diyebilirler ki; “İyi de ağam sen bu öyküyü bu güne kadar kaç kez anlattın?”
Çok eskiden, insanlar Avrupa’ya işçi olarak gitmezden önce bir tekerleme vardı; “Ben Paris’deyken…”
Bazı insanların “Askerlik hikayeleri” vardır, yetmiş sene anlatsalar bitiremezler. Bizimki de öyle bir şey işte, ne yapalım, zindandan kaçmış olsak da beynimize işlemiş olan kesimlerinden bir türlü kaçamıyoruz.

Benim iki ay halim var, Nisan gelince her yanımı kaçma duygusu sarar, heyecanlanır, neşelenirim, Ekim gelince, hücrelerde yıllarca birlikte türkü söylediğim, idam edilen Hıdır Aslan ve İlyas Has’ı anımsar, hüzünlenir, hasta olurum.
Bu kadarcık da kusurumuz olsun değil mi?

“Devletin görevi zindana tıkmak, devrimcinin görevi o zindandan kaçmak” demiştim yıllar önce bir gazete röportajında. Tüneller kazıldı, çöp arabaları kullanıldı, akla hayale gelmeyen senaryolar düzenlendi, sahte tahliyeler gerçekleştirildi ve günümüze kadar yüzlerce insan kaçtı o zindanlardan.

Zindana düşüp de kaçmayı düşünmeyen, rüyasını görmeyen siyasi tutsak olur mu, bilemiyorum. Zindana düşmeden önce çok hareketli biriydim, her gün abartısız 15 kilometre yol yürürdüm, çıta gibiydim. Hücrelerde şişmanlamadım, ama şiştim. Yatanlar bilirler, şişirir cezaevleri insanları, bir çok insanı göbeklendirir, dışarıdakiler de “Bunlar acayip besleniyorlar” diye düşünebilirler. Oysa zift gibi yağlı yemeklerden sinsi bir yağlanma başlamıştır bedende. Hücrelerde üç adımlık volta yetmez o yağları eritmek için. Havalandırmaya çıkmak yasaklanmamışsa koşar tutsaklar daracık bahçede duvarlara bakarak. Ama bazen aylarca çıkamazlar o bahçeye bile.

Angina Pectoris denilen bir zalim, hücrelerde kalbimle oynuyordu. Bir açık görüş sonrasında pat diye düşürdü beni yere. Anladım ki kalbim sevmedi hücreleri.
Cezaevi doktorları “İdamlık bunlar, psikolojik sorunları var” diyerek aspirin yazıp gönderiyorlardı. Oysa psikolojimizde bozuk bir yan bulunmuyordu. Her şeye karşın neşe içinde yatıyorduk hücrelerde. Ölümse ölüm, hırlamaya gerek yoktu. Ama ağrıyordu kalp işte!

Yıllarca uğraşmıştım bir hastanede muayene olabilmek için, Adalet Bakanlığı her defasında “İdamlıktır, kaçar” diyerek reddetmişti isteğimi. Burdur zindanına Bakanlığın emriyle gelen üç kardiyoloji doktoru beni EKG’siz muayene etmiş, ama yine de “Hastalık gerçek” demişlerdi. “O zaman beni bir hastaneye niye göndermiyorsunuz” diye çıkışmıştım. Ukala doktorun biri “Ne yapalım seni Hauston’a mı gönderelim” diye dalga geçmeye çalışmıştı. O günlerde Turgut Özal Hauston’da yatıyordu. O doktora “Bu ülkede beni tedavi edebilecek şerefli doktorların olduğuna inanıyorum” demiştim de acayip kızıvermişlerdi şerefsizler.

Burdur’dan sonra Ermenek, Konya sürgününü yaşamış, Çanakkale zindanına demir atmıştık. Cezaevinin genç doktoru beni hastaneye sevk etti. Götürüldüğüm Çanakkale Devlet Hastanesi’nin başhekimi “Uzman bir doktor tarafından muayene edilmen gerekir, ama ben bunu yazamam” deyince delirmiş, jandarmaları itekleyerek odanın köşesinde gardımı almış, “Bu yazıyı almadan bu odadan çıkmayacağım, siz doktor musunuz devletin memuru mu” diye bağırmıştım.
Utanmıştı, “Bir üniversite kliniğinde muayenesi gereklidir” diye yazmıştı başhekim.
Bir sabah düşmüştük İstanbul yoluna. O yolun beni Almanya’ya getireceğini nereden bilebilirdim?

Biliyor musunuz, yıllardır o hastalıkla yaşıyorum. Kalbime iki kez anjiyo yapan doktorların dışında kimse inanmıyor benim böyle bir hastalığım olduğuna. Nasıl inansınlar, yine tığ gibi sayılırım, yine canımın çektiği gibi yiyor içiyor, canımın çektiği gibi yaşıyorum.
Hastalığı bir yana bırakıp, öyküye devam edeyim en iyisi.

24 Nisan 1989 tarihinde yeniden doğdum!
O tarihi ben seçmedim. İstanbul-Çapa Tıp Fakültesi’nde asık yüzlü profesör doktor kadın verdi o randevu tarihini bana.
“Ben sizi muayene etmem, arkadaşlarınız beni işkenceci ilan ettiler” dedi süpürgesiz cadı kadın. “Öyle demişlerse vardır bir bildikleri” dedim ve ekledim; “Beni söylediğiniz gerekçeyle muayene etmeyeceğinizi yazılı verir misiniz?” Öyle bir belgeyi benim elime veremezdi elbette. “Şimdi git, 24 Nisan 1989 tarihinde gel” dedi, randevu tarihini yazarken.

24 Nisan Ermeni ulusunun tarihinde bir kara gün. Soykırımın başlangıç günü sayılıyor. Nereden bilecektim o günün benim “İkinci doğum günüm” olacağını.
Olayı özetliyorum. Genişini Belge Uluslar arası Yayıncılık tarafından yayınlanan “SU UYUR İNSAN KAÇAR” isimli romanımda yazdım.
Çapa Tıp Fakültesi’nden kaçılabilirdi. Partili arkadaşlarıma bildirdim düşüncemi. “Bir olumsuzluk olmazsa 24 Nisan’da orada olacağız” dediler.
23 Nisan’da zindanda açık görüş vardı. Yatakları serdik havalandırma bahçesine, ziyaretçilerimize el böreği, limonata hazırladık. Açık görüş neşeli geçti. Beynimde bir tek düşünce vardı: 24 Nisan’da özgürlüğüme kavuşabileceğim gibi ölebilirdim-ölebilirdik de.

(23 Nisan 1989 açık görüş) Bu fotoğrafta yer alan Veli Yılmaz ve Gazi Yaman artık yaşamıyorlar.

O gün, 24 Nisan’da bir şeyler olabileceğini sadece iki arkadaşım biliyordu. Hastaneye gitmek için koğuştan çıkarken “Bu gün ya yumruklarınızı havaya kaldırır, yada şapkaları havaya fırlatırsınız” dedim, öpüştüm herkesle. Polikliniğin önündeki kalabalığın içinde tanıdığım kimse yoktu. İki jandarma, bir başçavuş eşliğinde muayene odasına girdik, iki asker kapının önünde kaldı. Hastanenin dışında bir araba dolusu jandarma, bir otomobil dolusu sivil polis bekliyordu.
Doktor “Anlat” dedi, sorunu anlatmaya çalışırken kapı ansızın açıldı, dev gibi bir erkek askerleri yakalarından tutmuştu, onları içeriye itekledi, onun arkasından dev gibi bir kadın, yine dev gibi bir adam girdi içeriye, silahlıydılar, “Yatın” diye bağırdılar.

Doktorlar, hemşire, askerler yattılar, başçavuşun boğazına ben sarıldım arkadan, bir asker silahlı arkadaşlardan birinin eline yapıştı, bırak dersin bırakmaz, yat dersin yatmaz, önden arkadaş vurur, arkadan ben, adam köle, sahibinin malını koruyor sanki, ne silahı bırakıyor, ne de yatıyor. Sonunda “Yat” diye bağırdı başçavuş. İkisi birlikte uzandılar yere.
Çıktık muayenehaneden, geride kalanların gözlerine göz yaşartıcı sprey sıktı arkadaşlar, koridordan koşarak geçtik, üç metrelik Osmanlı duvarını bir solukta aştık, bir otomobile bindik…sonra bir kayıkla denizi geçtik..

15 dakika sonra bir apartman dairesinin kapısının önündeydik. Kapı açıldı, bir kadın “Nerede kaldınız” diye bağırdı! Gülmekten yerlere yattım. Koridorda bir masa kurulmuştu, ev sahibi arkadaş “Abi rakı içer misin” deyince gülmekten zor konuşabildim. İçerdim elbet, sadece o rakıyı değil, şişesini bile içerdim. “Delirdi bu, niye durmadan gülüyor” dedi kadın arkadaş.
Deliririm elbette (Zaten eskiden beri huysuz bir deli olduğum söylenir), 15 dakika önce bileklerimde kelepçe vardı, şimdi önümde o güzel insanlar ve rakı masası…

1 ay kaldım İstanbul’da. Sonra bir buzdolabı kartonunun içinde, bir kamyonun kasasında deniz kenarına taşınan bir “Eski eşya” oldum. Deniz kenarında bir motora bindirdiler beni, küçücük, içi tavşan dolu bir adaya çıkardılar. Gece olunca önüme lastik bir bot koydular, kürekleri naylondu. Küçük çocuklar içindi bu bot, ama ben onunla koca bir denizi geçecektim. Deniz motorunun kaptanı uzaktan küçük bir yıldız gibi görünen deniz fenerini gösterdi, “Doğru oraya gideceksin” dedi. Deniz sakindi, gökyüzünde dolunay, dilimde devrimci türkülerimiz vardı.

Bilmediğim, tanımadığım ülkelere gidiyordum, yepyeni bir yaşam başlamıştı önümde. 5,5 saat kürek çektikten sonra mülteciliğe ilk adımı attım. Yeniden doğmuştum…


 

Bu botla geçtim koca denizi. Ellerim parçalandı kürek çekmekten ama yine de geçtim işte… 

Gerçek doğum tarihime göre şimdi 64 yaşındayım.
İkinci doğum tarihime göre 25. Bu günü bu yıl da kendime özel yaşayacağım elbette.
Ermeni dostlarım “24 Nisan bizim acılı günümüz, böyle bir günde kutlama mı olurmuş ulan” diyerek sakın kızmasınlar bana. Biz acıların içinde de yaşadık kutlamalarımızı.
Yaşamım boyunca tüm ezilen ulusların haklarını savundum. Ermeniler’e uygulanan soykırımda suç sahibi değilim, annem babam da öyle, dedelerim de. Ama hepimizin adına Ermeni ulusundan özür diledim defalarca. Çünkü insanlık dışı bir olay yaşatılmıştı onlara, o acıyı hissetmeyen de asla insan olamazdı.

Acılarla, azıcık da sevinçlerle geçti ömrümüz. Belki o nedenle “Acıyı bal eyledik” demişti şair!
Artık bir idamlık değilim. 25 yıldır Türkiye’ye gidemiyorum, ama Almanya vatandaşıyım. Burası benim ikinci vatanım oldu ve bana “Nasılsın” diye soranlara gülümsüyor, “Hala yaşıyorum” diye yanıt veriyorum. Şimdi de zindanlarda binlerce siyasi tutsak çürütülüyor. Onların da uykularında kaçış rüyaları gördüklerine inanıyorum. Umarım ve dilerim bu rüyaları gerçek olur.