“Bu sarsıntı çağında

duyarlıkla yaşamak

gerçekten cesaret istiyor.”[2]

Ümüş Eylül Kültür Sanat: (ÜEKS) İlk sorumuzu bugüne kadar çok duymuş, çok cevaplandırmışsınızdır; ama bir de bizim için cevaplandırırsanız seviniriz: Antropoloji nedir?

Sibel Özbudun (SÖ): Antropoloji, Grekçe iki sözcüğün birleşiminden türetilmiş bir sözcük: “insan” anlamına gelen anthropos ile “bilim, uzmanlık, söz söyleme sanatı” vb. anlamlarına gelen logia. İnsanbilim olarak Türkçeleştirebiliriz. Yani “insan”ı inceleyen bilim dalı... Üstelik de insanın her hâlini: doğal, toplumsal ve kültürel… Hâl böyle olunca, insana değgin olan her şey ilgi alanına dahil olan, yani bir uçta prehistorik yerleşimlerde bulunan insan fosillerinin diş yapısını, bir uçta kabile örgütlenişlerini, bir uçta insanların gösteri sanatlarıyla birbirlerine ne ilettiklerini ya da hastalıkları nasıl algıladıklarını sorunsallaştıran, ya da ne bileyim, Andaman adalıların toplumsal cinsiyet rolleriyle ABD’dekileri karşılaştıran, dilin toplumsal sınıflara, yaşa, cinsiyete göre kullanımının nasıl farklılaştığıyla ilgilenen bir bilim dalını tanımlamak zor.

Hele ki, geleneksel ilgi alanı Avrupa-dışı küçük ölçekli, yalın toplumlar olan bir bilim dalı, kapitalizmin yeryüzüne yayılmasına koşut olarak bu toplumlar yitip gittikçe.

ÜEKS: Kendi alanında bilgi üretmeye çalışırken antropolojinin karşılaştığı güçlükler nelerdir?

SÖ: Sosyal/kültürel antropoloji açısından yanıtlayayım. Belirttiğim gibi, antropolojinin konusu insan. Yani antropologlar sahada kendileri gibi özne olan varlıklarla ilgileniyorlar. Böyle bir ilişkide, örneğin bir mikroskobun gerisinde mikroorganizmaları inceleyen ya da kaya formasyonlarının kaydını tutan bilimcilerin “nesnelliği”ni yakalayabilmek, olanaksız. Antropologlar kendilerinin de birer “kültürel varlık” olduklarının, yani kendilerini var eden tarihsel, toplumsal, iktisadi, siyasal giderek psikolojik vb. etkilerin dışına çıkamayacaklarını kavradıkça, antropolojik bilginin ne ölçüde “nesnel” olduğu tartışma alanına girdi. Üstelik antropolojinin sahada karşı karşıya olduğu insanların da çeşitli “niyet”leri, özlemleri, düşünceleri vb. olan özneler olduğu düşünülünce antropolojiyi daha çok kültürel “öznelerarası bir karşılaşma” olarak görmek gerektiği sonucuna vardırdı.

Ne denli “nesnel” olunabileceği sorunsalı bir yana, alışageldiği mekanın/habitus’un dışında çalışmak durumunda olan antropolog, alışık olmadığı bir fiziksel ve kültürel çevre ile baş etmek durumunda. Sizi tanımayan, bilmeyen, belki de mensubu olduğunuz ortama dair çeşitli önyargılar besleyen insanları sizinle iletişim kurmaya ve iç dünyalarına ilişkin bildiklerini, düşündüklerini, hissettiklerini paylaşmaya ikna etmek zorundasınız. Bu arada, kendi “kültürel şok”larınızla baş etmek durumundasınız.

ÜEKS: İnceleme ve araştırma yaparken antropolojinin başvurduğu yöntem nedir?

SÖ: Yukarıda belirttiklerimden çıkarsanacağı üzere, antropolojinin başlıca araştırma tekniği, “katılımcı gözlem”dir; yani araştırmacının araştırmak istediği kültürel çevreye (bu bir etnik ya da dinsel grup da olabilir, -gençlik, mahkûmlar, akıl hastaları, maden işçileri, LGBT gruplar vb. vb. gibi bir alt-kültür de) geçici bir süreliğine katılarak onlarla birlikte yaşayıp, yüzyüze görüşmelerle, gündelik yaşama katılarak, bilgi üretmek… Bu tabii, istatistiklerin, anket, formel mülakat gibi tekniklerin, tarihsel belgelerin vb. kullanılmayacağı anlamına gelmez…

4-5. Antropoloji biyolojiden hukuka, sosyolojiden psikolojiye, “insan”ı konu edinen birçok alanla bitişiktir. Peki nedir ayırt edici özelliği? Kanımca bunun yanıtı şu, antropoloji insanların ve toplumların neden ve nasıl birbirine benzediğini ve neden ve nasıl farklı olduklarını sorun edinen bir bilimdir. Ya da şöyle söyleyeyim, insanın hayvanlar âlemi içerisinde onu en yakın akrabalarından (kuyruksuz büyük maymun türleri) ayırt eden ortak biyolojik, toplumsal ve kültürel özellikleri ile insan toplumlarını birbirinden ayırt edenin ne olduğunu araştırır.

Ancak bu dahi, biyolojiden jeolojiye, zoolojiden genetiğe, fosilbilimden arkeolojiye, etnolojiden sosyolojiye, psikolojiden iktisada çok geniş bir bilgi alanları spektrumunun işbirliğini gerekli kılar. Antropoloji tüm bu alanlarla yakın bir iletişim ve işbirliği içerisindedir. Onlarla etkileşim içerisinde, onlardan massettiği yöntem, teknik, bilgi birikimini kendi disipliner birikimiyle harmanlayarak insanın “ne”liğine ilişkin ilişkin görüşler üretir. Bitişik olduğu disiplinlerden onu ayırt eden, belki de hepsinden daha geniş bir ilgi alanını kapsaması ve tabii, doğası gereği “karşılaştırmalı” bir bilim dalı olması.

ÜEKS: Türkiye’de eğitim, araştırma, çalışma boyutuyla antropoloji ne zaman, nasıl başlamıştır; nasıl bir gelişme göstermiştir?

SÖ: Türkiye’de antropoloji, “Türk”ü bulma çabası olarak başladı. 19. yüzyıl herc-ü merciinin içinden, göçler, katliamlar, mübadeleler sonucu oluşan demografik karmaşa içerisinde, kurulan yeni devlete bir “ulus” (ve giderek o ulusa da bir “tarih”) imal etmek üzere göreve koşuldu. Bu nedenle de ağırlıklı olarak fizik antropolojiydi: Türk olmanın fiziksel kriterlerinin saptanması ve tarih içerisinde alabildiğince geri götürülmesi.

Etnografi, ise bu mamûl ulusa (bu arada bütün ulusların “mamûl” olduğunu belirtmeli…) standart(lar) getirme işine koşulmuştu; bir bakıma fizik antropolojinin yedeğindeydi. “Türk”ler hangi alet-edevatları kullanırlar, türküleri nedir, nasıl dans ederler, neye inanırlar, duygularını, düşüncelerini nasıl ifade ederler, nasıl kız ister, nasıl evlenirler, ne yer, ne içerler vb…

Kurucu evrenin ardından, bir süre işlevini tamamlamış addedilerek unutuluşa terk edilen antropolojinin Türkiye’deki ikinci canlanışı, kalkınma iktisadının gözde olduğu 1960-70’li yıllar olmuştur. Kalkınmanın yalnızca iktisadî çabalardan (üretimi arttırmak, köprü, yol, baraj inşa etmek vb.) ibaret olmadığı, sosyo-kültürel boyutlara da sahip olduğu bilinciyle planlamacı mantık, toplum bilimleri de yardıma çağırmıştır. Bu dönemde hazırlanan monografilerin çoğu, dikkat ederseniz sosyo-kültürel değişme üzerinedir: toplumun farklı kesimleri ve yörelerinin sanayileşme, kentleşme ve yayılan kapitalist üretim ilişkilerine ne denli hazır olduğu, direnç noktalarının ne olabileceği, el yordamıyla da olsa anlaşılmaya çalışılmıştır. Hiç kuşkusuz, gerçekleştirilen araştırmaların planlama aşamasında ne denli yararlı olduğu, araştırma sonuçlarının dikkate alınıp alınmadığı, apayrı bir soru.

Üçüncü evre ise, öyle sanıyorum ki ikili -ya da mevcut iktidarı da göz önünde bulundurursak üçlü- basıncın etkisi altında biçimleniyor. Bunlardan ilki, ülkenin etnik ve kültürel çeşitliliğinin keşfi. Bir başka deyişle, Türkiye’de antropoloji günümüzde, kuruluş yıllarında baskılamaya çalıştığı kültürel çeşitliliği keşfetmeye yönelmiştir: Kürtler, Lazlar, Çerkesler, Araplar, Nusayrîler, Ezidîler, Karapapaklar, Poşalar, Ermeniler, Romanlar, Rumlar, Pontuslar, Yahudiler… aklınıza ne gelirse…

Bu, işin bir yönü. İkinci yön ise, diğer sosyal bilimlerle paylaştığı bir baskı: üniversiteler giderek piyasanın talepleri doğrultusunda yeniden biçimlendirilirken, piyasaya, özel sektöre bir girdi sağlamayan bilim dalları giderek değersizleşiyor.

Antropoloji kanımca tam bu arada, yaman bir çelişki yaşıyor. Az önce de değindiğim üzere, esas ilgi alanı “madunlar”, “alttakiler” olan bir disiplinin “piyasa”ya sunabileceklerinin sınırlılığı sorunu. Belki bilirsiniz, uluslararası finans kurumları, finansmanına katkıda bulunduğu projelerde antropolog istihdamını şart koşar çoğunlukla. Bunda, geçmişte kültürel direnç noktalarını hesaba katmayan projelerin başarısızlığa uğramış olması deneyiminin payı vardır. Bugün bu tür projeleri yürüten şirketler ise, istihdam ettikleri antropologları, projelerinden etkilenecek grupların rızasını imal etmekle görevli halkla ilişkiler uzmanları olarak görmekteler. Bu, antropologu aralarında çalıştığı insanları aldatma, yanlış yönlendirme ya da ekmeğinden olma ikilemiyle karşı karşıya bırakıyor.

Benzer bir durum, kültürü tanımaya gereksinim duyduğunun giderek daha fazla ayırtına varan reklam sektörünün antropologlardan yararlanmasında da söz konusu.

Bir başka deyişle, antropologun piyasaya eklemlenmesi yönündeki itim, onu ağır etik sorunlarla karşı karşıya bırakıyor.

Ve üçüncü yön, Türkiye akademik camiasında son on yılda ağırlaşan muhafazakârlaşma/dinselleşme basıncı. Şimdilik çatışma antropolojinin vazgeçilmezi olan Evrim Kuramı çerçevesine yerleşiyor gibi görünse de, kendisi çeşitliliğin bilimi olan ve göreciliği va’zeden antropolojinin, kendi doğasından ödün vererek “tekçi” dayatmalara boyun eğip eğmemesine dayanacak yakın bir süre içerisinde sorun. Örneğin, din antropolojisi dersinde öğrencilere diyelim ki Pueblo yerlilerinin senkretik inançları, Inuitlerin animistik pratikleri, Mbutilerin ormanın kudretine olan imanları ile İslâm dini arasında “ilerilik-gerilik” ya da “gelişkinlik-ilkellik” açısından herhangi bir fark olmadığını, din antropolojisi açısından her birinin eşit ölçüde “din” olduğunu anlatmak, artık bir sorun. “Halkın bir kesiminin dini değerlerini aşağılamak” ya da “kutsal” İslam dinine hakaret gerekçesiyle gerekçesiyle CİMER’e şikayet edilip kovuşturmaya uğramak, tutuklanmak pekala mümkün. Ya da, birkaç yıl önce bir vakıf üniversitesi kurucusunun antropoloji bölümü öğretim elemanları ve öğrencilerini azarlamasında olduğu gibi: “Burada Kürtler, çingeneler, eşcinseller vb. üzerine araştırmalar yapılıyormuş, bundan sonra ‘Türk kültürü’ araştırmalarına ağırlık verilecek…” gibi.

ÜEKS: Sizce, Türkiye’de insanlar, ‘Antropoloji’ isimli bir bilim dalının varlığından ne kadar haberdar?

SÖ: Konuya özel ilgi duyan bir avuç meraklının dışında, bu ad ya hiç bilinmez, ya da kabaca “ırkbilim” diye geçiştirilir. Antropoloji sözcüğünden haberdar olan insanların pek çoğunun da içeriği, ilgi alanları vb. konusunda fikir sahibi olmadığının tanığıyım. Aslında tarihi itibariyle bu kadar heterojen olup böylesine “tektip”leştirilmiş bir toplumun çeşitliliği bir ön kabul olarak benimseyen bir bilim dalından pek haz etmeyeceği vakı’adır.

ÜEKS: Sizce insanlar neden antropoloji öğrenmeli; antropolojinin öğrettiği bilgilerden neden, nasıl faydalanmalıdır?

SÖ: Bir kez daha vurgulamalı: antropoloji insanın türsel birliğinin olduğu kadar, insan çeşitliliğinin, farklılığının bilimidir. Türsel birlik vurgusuyla (tüm insanlar aynı yeti ve kapasitelere sahiptir) ırkçılığa karşı güçlü argümanlar içerdiği gibi, çeşitlilik vurgusuyla da “farklılıklar”ın meşru olduğu, insanlar arasında kültürel farkların (örneğin mızrakla avlananlarla marketten konserve satın alanlar arasındaki farklar) bir “ilerilik-gerilik” sorunu olmadığı, eşitsizlik ve iktidarı meşrulaştırma kaynağı olarak görülemeyeceğini öğretir. İktidar, iktisadi-siyasal bir olaydır, kültürel farklar onu meşrulaştırmaz (Yahudiler, Çingeneler, heterodoks gruplar, azınlıklar, Kürtler vb.)

ÜEKS: “İnsan nasıl insan oldu; insan nasıl insan olur” dersek, ne dersiniz?

SÖ: İnsanın biyolojik ve kültürel olarak insanlaşması milyonlarca yıla yayılan çok uzun bir süreç. İlk atalarımız, australopithecuslar (= Güney maymunları) fiziksel yapı olarak günümüz insanından çok maymuna benziyorlardı, ama insanlaşmaya doğru giden srüvenin ilk adımını atabilmişlerdi: iki ayakları üzerinde dik yürüyebiliyorlardı ve kafatası kapasiteleri maymunlardan daha büyüktü. Böylelikle serbest kalan ve kavrama yetisine sahip eller (başparmakla diğer parmakların karşı karşıya gelme yetisi) ile daha hacimli bir beyin, insanın ayırt edici özelliği olan, bir şeyi tasarlayarak imal etme yetisini olanaklı kılmaktaydı. Gerisi, milyonlarca yıl süren bir süreç içerisinde geldi.

ÜEKS: Kültü nedir?

SÖ: “Kültür” kavramı, bugüne dek en çok tartışılmış, gündelik dil, siyaset ve akademik alandaki yaygın kullanımına karşın, anlamı ve içeriği konusunda üzerinde en az uzlaşılan kavramlardan biri olagelmiştir. Grekçe “colere” (ekip biçmek) fiilinden türetilmiş olan kavram, Batı Avrupa’da dolaşıma girdiği 18. yüzyıldan bu yana, (Fransız) Aydınlanmacı-Rasyonalist ve (Alman) Romantik-özselci düşün geleneklerinin gerilimli bir alanı olmayı sürdüregelmiştir. Bu gerilim, nihaî tahlilde tüm insanların özde aynı olduğunu, aynı yetilerle donandığını, yani insanın “psişik birliği”ni varsayan, teknoloji-temelli, tümel/evrenselci, ilerlemeci, akılcı bir “Uygarlık” fikri ile; uygarlığın kozmopolitanizmi karşısına ulusal geleneğin, maddeciliğin karşısına manevî değerlerin, bilim ve teknolojinin karşısına sanat ve zanaatların, kısıtlayıcı rasyonel bürokrasinin karşısına bireysel dehanın ve kuru aklın karşısına duyguların yerleştirildiği “Kultur” fikri arasında açığa çıkmaktadır. Kültür, böylelikle 18. yüzyılın ikinci yarısı ve 19. yüzyıl boyunca, Batı Avrupa’da tikel toplumları birbirinden ayırt eden tinsel özellikleri, gelenekleri, tarz ve üslûpları, anlayışları vb. imlemek üzere kullanılmıştır. 

“Antropolojik” sayılabilecek ilk kültür tanımı ise, Britanyalı antropolog E. B. Tylor’dan gelmiştir. Klasik yapıtı Primitive Culture’un (İlkel Kültür – 1871) ilk cümlesinde Tylor şu tanımı getirir: “Kültür ya da uygarlık, geniş etnografik anlamında insanın bir toplum üyesi olarak edindiği, bilgi, inanç, sanat, ahlak, yasa, adetler ve diğer yeti ve alışkanlıkları içeren karmaşık bütündür.” Antropoloji çevrelerinde yerleşikleşen bu geniş tanımıyla kültür, bir toplum üyelerinin dünyaları ve birbirleriyle ilişkilerinde kullandığı ve öğrenme yoluyla bir kuşaktan sonrakine aktarılan ortak inanç, değer, adet, davranış ve maddi nesneler sistemine gönderme yapmaktadır. Bu tanım yalnızca davranış örüntülerini değil, düşünce örüntülerini (bir toplumun üyelerinin çeşitli doğal ve, din ve ideolojiler dahil olmak üzere zihinsel görüngülere yakıştırdığı ortak anlamlar), avadanlıkları, çanak-çömleği, konutları, makineleri, sanat yapıtlarını ve bunları biçimlendirmek üzere kullanılan ve kültürel olarak aktarılan becerilerle teknikleri kapsar. Kısacası, kültür içgüdüsel ya da biyolojik-kalıtsal değil de öğrenilmiş olan hemen her davranış biçimini kapsamaktadır.

Ancak, bir hayli muğlak ve geniş kapsamlı olan bu tanımı, farklı antropolojik düşünce okulları, kendi temel yönelişleri doğrultusunda, farklı tarzlarda yeniden formüle etme girişimlerinde bulunmuşlardır. Getirilen çeşitli “kültür” tanımları, onun farklı yönlerine vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla örneğin kültürel maddeciler açısından kültür, toplumların fiziksel, biyolojik ve toplumsal çevrelerine uyarlanma stratejilerine gönderme yapacak tarzda kullanılırken, kültürün bilişsel ve/veya zihinsel yönlerini vurgulayan okulların tanımları, onun “simgesel”, “anlam örüntüleri oluşturan” özelliklerini öne çıkartır.

Mevcut yüzlerce kültür tanımı içinden, işlevsel olabileceklerden biri, “Anlam, değer ve öznellikler oluşturan bir dizi maddi pratik”tir.

Bu tanım, öncelikle “kültür”ün maddî pratikle bağıntılılığını vurgulaması açısından işlevsel gözükmektedir. Çünkü toplumların geçim faaliyetleri, üretim, bölüşüm, paylaşım ilişkilerini düzenleyiş tarzları, kültürel yaşantı/deneyimlerin “son kertedeki” çerçevesini oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, maddi pratiklerimiz, toplumsallığımızı örgütleyiş ve yaşamı, dünyayı, evreni örüntülendiriş tarzlarımızın genel çerçevesini oluşturmaktadır. Ve geçim faaliyetleri, üretim ve bölüşüm ilişkileri değiştikçe, toplumsallığın örgütleniş ve dünyaya, yaşama, toplumsal ilişkilere ilişkin anlamlandırma örüntülerimiz de değişime uğrar.

Ne ki, bu üç düzlem (geçim pratikleri, toplumsal örgütleniş ve anlam sistemleri) arasında mekanik bir belirlenmeden söz etmek, naif bir maddeciliğin yanılsamasını tekrarlamak olacaktır. Çünkü insan ürünü olan her bir kurum, pratik, ilişki, tahayyül, değer, vb.’nin kendisine göreli özerklik sağlayan ve onu kendi içinde tutunumlu ve istikrarlı kılmaya yönelen özgül bir tarihi, bir birikimselliği bulunmaktadır. Bu birikim dağarcığı, onun değişim süreçlerindeki yönelişlerini biçimlendirmede etkili olur. Pratik, kurum ve tahayyül örüntüleri, kendi tarihsel dağarcıklarından kaynaklanan tutunum eğilimleri doğrultusunda, özgül dinamiklerine uygun olarak değişime uğrarlar. Bir başka deyişle “toplumsal bilinç” toplumsal varlığın mekanik bir yansıması olmadığı gibi, ondan tümüyle kopuk, bağımsız da değildir.

Öte yandan, kültürü oluşturduğu varsayılan gereçlerin, tasarımların, örüntülerin, kavrayış ve değerlerin taşıyıcısı insan(lar)dır. Şu hâlde, insan aracılığını yok sayan bir kültür tanımının geçerliliği, kuşkulu olacaktır.

Kültürün oluşturucusu, taşıyıcısı, aktarıcısı olan insanlar ise, yaşamlarını sürdürebilmek için topluca üretip, ürettiklerini bir biçimde mübadeleye sokarlar; yani birbirleriyle geçim/üretim (ve bölüşüm/mübadele) ilişkileri içerisindedirler. Bu bağlamda, bir toplum içinde insanlar, birbirleriyle genellikle eşitsiz güç ilişkileri içinde olan farklı toplumsal konum ya da sınıfları işgal ederler. Genel bir deyişle, iktidara ilişkin konumları farklılaşmış insan grupları, kaynaklara erişim konusunda çatışma içindedir. Çok genel bir formülasyonla, bu kaynakların denetimini ellerinde tutan toplumsal kesimler, yani iktidar sahipleri, diğerlerinin bunlara erişimini sınırlandırma çabası içerisindedir. İktidar konumu, yani tasarımlarını, iradesini ötekilere dayatabilme yetisi, iktidar sahiplerine mensubu oldukları toplumun örgütleniş tarzlarını olduğu kadar, zihinsel müktesebatının tanımlanması ve yorumlanması konusunda önemli bir avantaj sağlamaktadır.

Öte yandan, iktidar ilişkileri, toplumun bütününü kapsayan, makro ölçekli ilişkiler oldukları kadar, her bir kurumun (ya da alanın) içinde, yani mikro ölçekli olarak da gözlemlenebilmektedir. Bu mikro-iktidarlar, zaman zaman kendilerini toplumdaki başat iktidar formundan özerk, hatta onunla çatışmalı kılabilecek bir özerkliğe sahiptir.

Şu hâlde, kültür üzerine düşünmek, birkaç kerteyi birden göz önünde bulundurmayı gerektirecektir:

1. İnsan topluluklarının maddî pratikleri, geçim faaliyetleri. Toplulukların içi ve arasındaki üretim ve bölüşüm ilişkileri;

2. İnsan pratik, kurum ve tahayyüllerinin tarihselliği, birikimsel niteliği ve bu niteliğin her birine kazandırdığı göreli özerklik;

3. Kültürün muhteviyatının oluşturulması, taşınması ve aktarımındaki insan aracılığı ve/veya etkinliği;

4. Kültür oluşturucusu, taşıyıcısı ve aktarıcısı olarak insan(lar)ın aralarındaki eşitsiz iktidar ilişkileri ve iktidar konumlarının sahiplerine kültürel muhtevanın yorumlanması ve/veya yeniden üretilmesinde sağladığı avantajlar.

Bu öncüller, milliyetçi/tikelci söylemlerin sıkça başvurduğu üzere kültürün verili bir momente ilişkin olarak özselleştirilmesi/ebedîleştirilmesine, ya da insan(lar)ın yeryüzündeki varoluş koşullarıyla bağıntısız, fikrî, zihinsel bir kurgu olarak gören idealist yaklaşımlara olduğu kadar, onu üretim ilişkilerinin ve/veya çevresel koşulların mekanik bir yansıması olarak değerlendiren kaba maddeci akımlara da karşı pratikle bağıntılı, dinamik/süreçsel, etkileşimsel bir yaklaşımın ipuçlarını sunmaktadır.

Küresel kapitalizmin yeryüzü kültürlerini tek bir dünya pazarı çerçevesine temellük ederek “deteritoryalize” ettiği, yani geçmişte “yerel” olarak kavranılan hiçbirşeyi artık “yerel” düzlemde çözümlemenin mümkün olmadığı, medya araçlarının taşıyıcısı olduğu kültür emperyalizminin tüketim(ci) standartlarını hızla tüm insan topluluklarına nüfuz ettirdiği, “katı olan her şeyin buharlaştığı” (Karl Marx) çağımızda, iktidar ilişkilerini sorgulayan, dinamik ve etkileşimsel bir kültür kavrayışına gereksinim kültüre ilişkin söylemlere damgasını vurmaktadır.

ÜEKS: Bizi geri çevirmeyip, sorularımızı cevaplandırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.

SÖ: Rica ederim, her zaman…

10 Ekim 2022 15:44:27, İstanbul.

N O T L A R

[1] Ümüş Eylül Kültür Sanat, Yıl:12, No:46, Ocak-Şubat-Mart 2023…

[2] Rollo May.