“Şiir mutluluğa değil,

direnmeyedir!”[1]

Öncelikle belirteyim: “Şair biat etmez... Bu yüzden de yaşanılan hayatın ta kendisidir şiir... Gündeliği değil, güncel olanı yazmadır. Direndiği kadar da şiirdir.”[2] “Şiirin gücü kesinliğinde yatar”![3]

Şiir, başka türlü şiir ol(a)maz çünkü…

Elbette “Şiir, insanlığımızı hissetmemizi sağlar. Bize duyarlık kazandırır. Düşünmeyi öğretmeye çalışıyor okullar bize. Ama insan sadece düşünerek yaşamaz ki. Duyarlık diye bir şey var. Duyguları var insanların. Duygular ile düşünceler ne kadar bütünleşirse, ne kadar birbirini tamamlarsa, insan insanlığını o kadar zengin bir biçimde yaşayabilir. Bunu da edebiyat sağlar bize. Yani edebiyat bize nasıl hangi durumda nelerle karşılaşılabilineceğini, neleri görebileceğini, görülmeyenin nasıl görüleceğini gösterir.”[4]

Şiir duygulu bir bildiri ya da bir süs değildir. Onun müthiş bir gücü vardır ve yer yer de tehlikelidir. Malum: Şiirin, “aklı başında olmayan şairlerin işi, taklitçi, kışkırtıcı, baştan çıkarıcı” olduğu vb. görüşler söz konusu edildiğinde; akla gelen ilk kişi Platon’dur. Şairlerin “tuhaf sözleri” yalnızca Yunan filozofu ilgilendirmemiştir; şairin “devlet düzeninden” sonsuz sürgünü bazı dinsel metinlerden de kaynaklıdır.[5]

Kolay mı? “Şiir ve şiirsel hakikât, bu düzeyde din ve dini hakikâtle çelişir. Şiirde hakikât sabit, nihai ve anlaşılır değildir. Bu anlamda şiir, dini hakikât sınırının dışında kalır. Bunun yanı sıra şiir zorunlu olarak ne kişiseldir ne ortak bir üründür.

Şiirsel hakikâtte hiçbir şey önceki hâliyle kalmaz. Şiirsel yaratıcılık, sürekli bir kopuştur. Diğer bir ifadeyle şiir, sürekli bir kopuşla kesintisiz temastır. Çünkü şiirin zamanı, dinin zamanından farklıdır. Şiirin zamanı, değişim ve dönüşüm zamanıdır.”[6]

Evet şiirsel yaratıcılık sürekli bir kopuştur; “tehlikeli”dir; devrimcidir!

Şurası kuşku götürmez; “Şiir, duvarcının elinden düşürdüğü tuğlanın yere düşmesinde değildir/ havada asılı kalmasındadır,” dizelerindeki üzeredir İlhan Berk’in…

Şiir gerçeği zorlayarak, aştığı kadar hakikâttir. Yani mümkünü değil, “İmkânsız” denileni istediği, ortaya çıkardığı kadar şiirdir; olağanüstü/ mucizevi ve da dolayımsızca hakikâte erişen/ eriştirendir.

Konuya ilişkin olarak Ataol Behramoğlu’nun 1969 tarihli ilk yapıtı ‘Bir Gün Mutlaka’da, “Bu şiiri bitirmek/ Neye yarar./ Bunlar birer başlangıçtır/ Anlatmak istediklerime/ Birer değini./ Bütün bu yaşadıklarım/ Kalbimde iz bırakan/ Bütün bu şeyler,” derken; aynı yapıttaki ‘İşte Bir Şiir’de ise, “Yaşadığım şu hayatın tanığı olabilmeyi ne kadar çok isterim/ Anlatacak ne kadar çok şey, ne kadar çok yaz günü, yaşanmış ne kadar çok şey var,” diyerek genişletir şiirin kapsadığı alanı.

Şiir derin duyumsamaların, algıların, güçlü gözlemlerin, şairin kendine özgü bir üslupla yoğrulan ürünken; yine ‘Şiir Üstüne Bazı Düşünceler’ başlıklı dizelerinde ekler Ataol Behramoğlu:

“Şiir organik bir şey olmalıdır/ Kendi yaşamımızdan fışkırmalıdır. Gömleğim, sevdiğim kız, yaşadığım şehir/ Sımsıcak, şiirlerime girmelidir./ Doğasını anlatmalısın ülkenin, bütün kuşlarını, ağaçlarını, göğünü, balıklarını./ Bütün çiçeklerin, rüzgârların, ırmakların adlarını./ Küçük şeylerden, küçük ayrıntılardan oluşmalıdır şiir./ Böylece yaşanılan şeylerin gerçek tarihi olacaktır şiir./ Bir duruş, bir ses, bir yürüyüş./ Canlılığı, güncel ve tarihselliğiyle bir gülüş./ Gerçek bir insan yüzü, gerçek bir doğa, gerçek bir toplum yansılamalıdır anlattıklarından...”

Buraya dek altını çizdiklerimiz bağlamında “Nasıl bir şiir?” sorusuna da Cemal Süreya, “Saf olmayan bir şiir” yanıtını verir…

Pablo Neruda’dan yola çıkarak, “tere batmış, dumana gömülmüş, zambak ve sidik kokan” bir şiirdir bu; İnsanın toplumsal hayatta yaşadığı türlü gerçeklikleri kendine katan bir karaktere sahiptir.

“Eşyanın kötü tadını taşıyan” bir şiir; fakat bir farkı var: “Eşyanın kötü tadına bağlanmayan” bir şiirdir sözünü ettiğimiz.

Şair bu kötü tattan korkmamalı. Dünyanın bu hâllerine bağlanma, onun izlerini taşıma ama şiirin özgürlüğünü de elden bırakmamalı.

Özetle şiirin, bir yanı toplumsal gerçeklikte, kiriyle pasıyla dünyada yerini almaktan, bir yanıysa dünyanın olanaklarını genişletmekten geçer.[7]

Tıpkı Vladimir Mayakovski’nin ‘Şair İşçidir’ şiirinde haykırdığı üzere: “Bilirim/ hoşlanmazsınız boş laftan./ kütük yontarsınız kan ter içinde/ Fakat/ bizim işimiz farklı mı sanırsınız bundan:/ Kütükten kafaları yontarız biz de.”

* * * * *

Mesela XX. yüzyıl İran’ının en önemli kadın şairlerinden Füruğ gibi…

Şah rejiminde şüpheli bir “kaza” ile yaşamını kaybettiğinde 32 yaşındaydı. Şiir gibi yaşamına beş şiir kitabı, iki film sığdırmıştı. (Öldüğü zaman dini görevli cenaze namazını kılmak istemedi. Cenazesi iki gün bekletildi!)

Onat Kutlar’ın, “Şah dönemi işkencelerine ve yeryüzündeki tüm haksızlıklara karşı yükselttiği karanlık bir çığlık” olarak nitelediği[8] Onun çok şey anlatan ve hiç unutulmayan “Kuş ölümlüdür/ Sen uçuşu hatırla” dizeleri yer etmiştir belleklerimizde.

Tıpkı “Büyü de baban sana,/ Büyü de/ Acılar alacak/ Büyü de baban sana/ Büyü de/ Yokluklar alacak// Baskılar, işkenceler alacak/ Kelepçeler, gözaltılar, zindanlar alacak/ Büyü de/ Büyüyüp de on yedine geldiğinde,/ Büyü de baban sana/ İdamlar alacak,” ya da “Yasadır, ansıtalım:/ Tohum ekenlerin, fide dikenlerin/ kimse durduramaz yağmurunu/ güneşini kimse kesemez,” dizelerindeki üzere toplumdan hiç uzaklaşmayan, zarafetin ve direncin ozanı Gülten Akın gibi…

* * * * *

‘Bu Şiirin Bitmesini İstemiyorum’ başlıklı yapıtındaki, “Gece ne kadar kısa/ Birlikte ona sığındığımız şu anda,” dizelerin tutkusuyla Filistinli Mahmud Derviş…

“Ve ant içerim ki, bir mendil işleyeceğim yarına kadar,/ gözlerine sunduğum şiirlerle süslü/ ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:/ ‘bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!”

“Bir daha diyorum, kütükte kayıtlıyım/ Birinci sayfanın ta başında, nefret etmem insanlardan/ Saldırmam hiç kimseye/ Ama aç korlarsa beni, korlarsa çırılçıplak/ Yerim etini beni soyanın/ Açlığım ve öfkemi kolla, damarıma basma benim”! diye haykıran militan şair…

İsrail eski Savunma Bakanı Şimon Perez’in, sıkıyönetim uygulamak için devrimci şiirden daha iyi bahane olmayacağını; General Moşe Dayan’ın, Filistinli şair Fedva Tukan’ın bir şiirinin yirmi komandoya bedel olduğunu, mısralarının on suikastten daha yıkıcı olduğunu[9] belirttiği şairlerdendi O da…

Tıpkı ‘Kîme Ez?’ (1973) dizeleriyle sürgün, baskı, göç, tutuklamalara karşın özgürlük mücadelesinde bir adım dahi geri atmayan Seydayê Cegerxwîn gibi…

Ya da “Beat Kuşağı”na[10] yakın olmakla birlikte, kendi özgün şiiriyle Vietnam Savaşı’na karşı çıkan aydınların en ön sıralarında yer alan Amerikalı şair ve aktivist, Jack Hirschman gibi…

* * * * *

“Bunlar,/ Engerekler ve çıyanlardır/ Bunlar,/ Aşımıza, ekmeğimize/ Göz koyanlardır,/ Tanı bunları/ Tanı da büyü,” derdi hepimize…

“Mağlup mu desem, mahçup mu?/ Ama ikisi de değil,/ Ben garip, sen güzel, dünya mutlu.../ Öyle tuhafım bu akşamüstü,/ Sevgilim,/ Canavar götürür gibi/ İki yanım, iki süngü...” diye söz ederdi yaşadıklarından…

Sansaryan’da Parmaksız Hamdi’nin işkencelerinden geçen TKP’li Kürt Ahmed Arif’di; sevdiğine taparcasına aşıktı…

Onu en iyi dostu Cemal Süreya anlatmıştı: Cemal Süreya onun şiiri üzerine: “Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. (Ahmed Arif ise) Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan ‘büyük ve bereketli bir ırmak’ gibidir.”

Ve benzer acıları yaşayan Enver Gökçe; o da TKP’liydi…

“Türkiye yaşanmaz oldu/ Her gün bir başka zehir/ Görmedik/ Bir bahçe bir çiçek bir şehir/ Görmedik bir gülen/ Hasılı bir ferah bir rahat/ Uğruna çekilen/ Derttir mihnettir/ Senden yana olduğumuz sebeptir/ Kolektif hayat” diyen O da 1951 yılında tutuklandığında Sansaryan Han’da iki yıl hücrede tutuldu. Burada yazdığı 30 şiirlik ‘Yusuf ile Balaban Destanı’ kayıp oldu.[11] Cezaevinden çıktıktan sonra herhangi bir işte çalışması engellendi; çekmediği kalmadı; ta ki bir huzurevinde son nefesini verene dek…

Ve “Kaldır başını kan uykulardan/ Böyle yürek böyle atardamar/ Atmaz olsun/ Ses ol ışık ol yumruk ol,” dizelerindeki gibi yaşayan Rıfat Ilgaz da, bir komünisttir. TKP’nin yasaklı olduğu dönemde kurdurduğu legal yapılanması Türkiye Sosyalist Partisi’nin bir üyesi olmuştu.

‘Sınıf’ın yazarıydı… 1974’te emekli olup yerleştiği Cide’de 12 Eylül döneminde başına getirilmeyen kalmamıştır. Örneğin oturduğu evin karşısındaki binaya Rıfat Ilgaz evden atılmadığı takdirde evin taranacağına dair not bile asılmıştı.

Sonra 28 Mayıs 1981 gecesi Rıfat Ilgaz, Yıldız Karayel romanını yazmaktayken gözaltına alınır. Gözleri bağlı ve zincirlenerek merkeze kadar yürütülen yazar, Kastamonu-Et Balık Kurumu mezbahasından bozma hapishaneye konulur.

* * * * *

“ben sana mecburum bilemezsin/ adını mıh gibi aklımda tutuyorum/ büyüdükçe büyüyor gözlerin/ ben sana mecburum bilemezsin,” dizeleri dillerden düşmeyen Attilâ İlhan…

Hayata karşı duruşunu şiirlerine de yansırken; Onun dizelerinde “yağmur altında bir militan ölür”, “sokaklar kuşatılır”, “karakollar taranır”.

Mesela Mayıs 1972, ılık bir İzmir sabahı, Karşıyaka vapurunda bir adam. Elinde kâğıt-kalem yüksek sesle şiir okur: “O mahur beste çalar Müjganla ben ağlaşırız”daki gibi…

Karşıyaka vapurundaki o adam, Attilâ İlhan’dır ve “Denizlerin” idamından sonra yaşadığı büyük hüznü şiire dökmüştür. Kendi ifadesiyle radyodan duyduğu idam haberinden sonra, sabahlara kadar yalnız başına ağlamıştır. Şiirde “Müjganla ben ağlaşırız” lafı sizi yanıltmasın; sanıldığının aksine buradaki “Müjgan” bir kadına ait isim değil; kirpik demektir.

Onun uzun soluklu yolu; İzmir’den başlayıp, Paris sokaklarına, oradan Sansaryan Han’a ve Sisler Bulvarına ulaşır…

Ayrıca “Ben ömrümce muhalif yaşadım/ Devletçe de menfi bir TİP sayıldım/ Onun için kan grubum/ RH NEGATİF,” dizelerindeki gibi taşlamalar, külhanbeyi raconları, güçlü bir hiciv, dil ustalığı, geniş bir dünya ve yaşam kültürü, kara mizah, ironi, tarihsel-güncel bireşimi, toplumsallık, siyasallık, coşku, süslenmiş küfürler, özgün bir biçem, halk deyişi ile sözcüklerden dünya yaratan bir şairdir Can Yücel…

Yapıtlarına insanın ezilişinin sorgulanmasını, insanın ezilmesine karşı olan ideolojisini ve bilincini de ustalıkla katar. Akılsızların, yanlış adım atanların belalısıdır. Sözcüklerden kale kuran, sözünü sakınmayan bir bilgedir. Sözünün gücünü ve zenginliğini tükenmeyen yaşam savaşından alır ve o bu savaşımında yasak dinlemeyen bir şairimizdir “Can Baba”…[12]

* * * * *

Sonra… Bir de şiirin sokak çocuğu, Mülkiyeli bir mülksüz ya da “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ Bir teneffüs daha yaşasaydı,/ Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/ Devlet dersinde öldürülmüştür,” dizelerindeki “Mor Külhani Huysuz” Ece Ayhan…

Ya da “Öfkemi bağışla yüreğim./ Suskun kanamalarım var ceplerimde...” veya “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk,/ hiçbir yere gitmiyor…” dizelerindeki duyarlılıkla kuşatıcı bir şiirin Edip Cansever’i…

Veya O alışılmış”la ilgilenmeyen; kolaycılıktan hep kaçınandı… “Mazlumların evine ateş düşerken,/ zalimlerin saltanat sürmesi gibi/ namussuz bir çağ bu biliyorsun,” uyarısı ile “Canımla besliyorum şu hüzün kuşlarını...” deyişindeki Kürt Cemal Süreya idi…

Bir de, “Keşke bir şiir okumuş,/ Bir kedi sevmiş olsaydınız./ Belki bu kadar kirletmezdiniz dünyayı...” diyen; “sana bir türkü söyleyeyim/ güzel olmasın gerçek olsun/ beklet kendini hazır dur/ adı belirsiz bademlerle birlik dur/ kağnı güdenlerle birlik dur/ şehir kuşatanlarla birlik dur/ ölen ve yara alanlarla birlik dur...” uyarısıyla Turgut Uyar…

Çağrışım gücü yüksek bir şiirdir onun dizeleri… Umutsuzluklardan umut damıtmaya meyillidir. Ayrıca da durgun ve dingin görünmesine bakmayın, birkaç dize sonrasında bir dizede fırtına kopacaktır… Şairanelik yer almaz şiirlerinde, şiirselliktir aslolan “Göğe bakalım” dercesine…

* * * * *

Bitiriyorum: “Horatius’un dizesi (Ne tanrılar, ne insanlar, ne tanıtıcı sütunlar/ İzin verir bir vasat olmasına şairin) şiirin ve benzer şekilde daha yüksek diğer bütün bilgi dallarının sakarlarına her gün korkmadan çekinmeden hatırlatılmalıdır,”[13] ifadesindeki üzere şiirin mümkünün değil, imkânsızın (ve mücadelesinin) olduğunu bilmeyenlere (ve sakarlara) her daim hatırlatılmalıdır…

26 Şubat 2023 18:53:03, Ankara.

N O T L A R

[*] İnsancıl Dergisi, Yıl:33, No: 394, Mayıs 2023…

[1] Turgut Uyar.

[2] Refik Durbaş, Şiirin Gizli Tarihi, Doğan Kitap, 2016, s.201.

[3] Jeanette Winterson, Sanat Başkaldırır: Coşku ve Cüretkârlık Üzerine, çev: Zeynep Baransel, Sel Yay., 2017.

[4] Cevat Çapan, aktaran: Adnan Binyazar, “Yirmi Yazar...”, Cumhuriyet Kitap, No:1722, 16 Şubat 2023, s.3.

[5] Ferruh Tunç, “Maskeli Şiir Balosu”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:796, 12 Haziran 2022, s.16.

[6] Adonis, Kitap, Hitap, Hakikât, çev: Mehmet Hakkı Suçin, Everest Yay., 2022.

[7] Güçlü Ateşoğlu, “Şiir Kuşun Kanatlarıyla Uçması Gibidir”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:829, 29 Ocak 2023, s.13.

[8] Onat Kutlar, Sunu, Furuğ Ferruhzad, Sonsuz Günbatımı, çev: Celal Hosrovşahi, Ada Yay., 1989, s.7.

[9] Hicri İzgören, “Kanayan Yara”, Yeni Yaşam, 6 Şubat 2020, s.11.

[10] “San Francisco’da (North Beach), Güney Kaliforniya’da (Venice Beach) ve New York’un Greenwich Village mahallelerinde 1950’lerde birbirlerinden neredeyse bağımsız bir grup bohem sanatçı, ortak bir dil bularak sosyal ve edebi Beat Hareketi’nibaşlattılar. ‘Yorgun’, ‘yıpranmış’ anlamına gelen ‘beat’ asi bir neslin kendini nasıl hissettiğini iyi ifade ediyordu. Daha sonraları ‘beat’, kalp atışını yansıtan ritmik caz temposunu anlamına ekledi. Bunların yanı sıra, ‘neşe veren’, ruhsal olarak aydınlatan anlamını gelen ‘beatific’ sözcüğünü de anlam zenginleştirmek için kullanmaya başladılar, bu sayede şiirler daha derin bir felsefeye oturtulmuş oluyordu. Akımın öncülerinden Fransız-Kanada asıllı Jack Kerouac (1922-1969) İkinci Dünya Savaşı’nda ordudan şizofren tanısıyla ihraç edilmişti. Beat Hareketi’nin en tanınmış ismi Allen Ginsberg’di.” (Asuman Kafaoğlu-Büke, “Dünyaya Kafa Tutanların Hikâyesi”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:538, 8 Temmuz 2011, s.10.)

[11] Enver Gökçe, Yaşamı ve Bütün Şiirleri, Belge Yay., 1997, s.15.

[12] Öner Yağcı, “Cumhuriyetimizin Don Kişot’u: Can Yücel!”, Cumhuriyet Kitap, No:1698, 1 Eylül 2022, s.8-9.

[13] Arthur Schopenhauer, Güzelin Metafiziği: Sanatın ve Güzelin Sırları, Say Yay., 2010, s.87.