İşte böyle, güzel, sıcak bir pazar günüydü.

Ama babalar günü değildi. Damda oyun oynadım. Güvercinlerimiz vardı. Havada uçan-uçurulan komşu güvercinlere bakıp saydım. Evin yanında küçük çukurlar kazıp cullup oynadığımız boş arsadan orta yaşlı bir adam geçiyordu, bıyıkları inceydi. Kalın bıyıklı akrabalarımıza benzemediğinden onu "garip bir yabancı" kategorisine koyup damdan inmek üzere ayağımı tahta merdivenin ilk basamağına attım, derken patırtı-gürültü... Sonraki belli bir süreyi hiç hatırlamıyorum. Kendimden geçmiş olmalıyım. Kendime geldiğimde yataktaydım. O gördüğüm "garip bir yabancının -muhtemelen sesi duyduğu için- bizim eve geldiğini, anneme "Yapılacak bir şey var mı bacı?" dediğini, komşuların eve doluştuğunu hayal meyal hatırlıyorum.

Damdan düşmüştüm. İki kolum bileklerimden kırılmıştı. Babam evde yoktu. Annem yeterince dizlerine vurup, bağırıp-çağırarak ağladıktan sonra, beni komşu kadınlardan biriyle kırıkçı dediğimiz bir adama götürdü. O gün orada duyduğum acıyı ne zaman hatırlamaya kalksam, hala bileklerimde durduğunu hissederim.

Neyse, babam haberi alıp eve geldiğinde suskun bir telaş içindeydi. Çaktırmadan anneme biraz söylendikten sonra, ertesi gün beni doktora götürüp kırıkçı işini iyi yapmış mı diye kontrol ettirmeye karar verdi. Tabi o da yeniden para ödemek demekti...

Ertesi gün sabah erkenden babamla yola çıktık, doktara gittik. Film çekildi, herşeyin yolunda gittiği yani adamın işini iyi yaptığı tespit edildi. Babam rahatladı. Eve dönerken şehir kalabalık ve sıcaktı. Durağa doğru yürürken babam aniden hızlandı. Bizi eve götürecek olan dolmuş hareket etmek üzereydi. Hızlı yürümem gerektiği halde kollarım sarılı olduğundan hareketlerim yavaştı. On yaşında cılız bir çocuktum. Babam bir hamlede beni kucağına alıp koşmaya başladı. Dolmuş bizi almadan gitti. Yetişemedik. Kendimi suçladım. Üstelik babama yük olduğum için çok utanmıştım. O terden ıslanan ensemdeki saçlarımı toplarken, ben eziklik içinde ağlamak üzereydim. Ama nedense babam da öyleydi...

Aradan sadece yıllar değil, on yıllar geçti. Almanya´ya gelip yerleştikten, onca ayrılık ve badireden sonra babamla aramızda bir telefon sohbeti oldu. Aklıma bu olay geldi. Ona hatırlattığımda babamın da unutmadığını farkettim. Kırık bir sesle, "Hiç unutur muyum?" dedi. "o gün kızımı niye taksi tutup eve götürmeyi akıl etmemişim de dolmuşla götürmüşüm..."

Babamın o gün neden benim gibi ağlamak üzere olduğunu on yıllar sonraki telefon sohpetinde farkettim. Bu farkındalık da binlerce "Canım babacığım!" ve "Hadi söyle cici kızım! Ne istersen alırım!" ifadelerinden çok daha samimiydi.

Ölme Hakkıma Sahip Çıkan Annem

Babama yük olduğumu düşündüğüm, buna benzer, hatta daha zor, daha çetrefilli bir sürü şey yaşadım, yaşattım. O ise doğal olarak her seferinde aynı şefkati gösterecek sabır ve güce sahip değildi. Söz dinlemediğim, burnumun dikine gittiğim, başımı belaya sokup sadece babamı değil bütün aileyi kaygı, korku ve hatta tehlike içinde bıraktığım günlerde bi sürü nasihat dinledim, fırça yedim, azar işittim. Her seferinde onun bana olan sevgisini, koruma çabasını bütün ruhum ve benliğimle hissettiğim halde, reddettim.

Annemse bu huyumdan dolayı beni hep babama benzetirdi. Belki de o yüzden, yani aklıma koyduğumu zaten yapacağımı bildiğinden, aykırılığımı -tartışma gereği bile duymadan, olduğu gibi kabul etti, ya da görmezden geldi. Evde ne zaman ben "dünyayı kurtarma azmiyle" babamla politik bir tartışmaya girişsem ve bir süre sonra o tartışma kavgayla bitse, annem soranlara hiç istifini bozmadan, sakin bir şekilde "Bizim küçük kız  gene hakkını aradı." derdi. Ben ortada dona kalırdım. Sevinsem mi, üzülsem mi bilemezdim...

Yani anneme göre hak aramak neydi? Başıma kötü bir şey gelmesin diye beni uyaran, korumaya çalışan babama karşı ne hak talep edebilirdim ki?... Annem yapmak istediğim bir şeydeki ısrarımı neden hak aramak olarak dile getirirdi?

Bunu daha yeni, bir kaç ay önce okumaya başladığım pedagojik bir yönelim sayesinde öğrendim:

Das Recht des Kindes auf den Tod; Türkçe´ye çevirirsek; Çocuğun ölme hakkı. Şaka yapmıyorum! Bu çocuğun en doğal-temel haklarından biri olarak 1919 senesinde Janusz Korczak tarafından belirlenmiş.

Çocuğun Temel Hakları

Janusz Korczak Polonyalı bir Yahudi´dir. Doktor olarak başladığı meslek hayatına, eğitmenlik ve çocuk kitabı yazarlığını da ekler. 1919 yılında, yani dünya üzerinde 1. Dünya savaşının ağırlığı hakimken ilk kez çocuğun doğal-temel haklarıyla ilgili üç kategori belirler.

Bunlar sırasıyla:

1. Das Recht des Kindes auf den Tod // Çocuğun ölme hakkı

2. Das Recht des Kindes auf den heutigen Tag // Çocuğun bugünü yaşama hakkı

3. Das Recht des Kindes, das zu sein, was es ist // Çocuğun "kendi" olma hakkı

Çocuğun ölme hakkı, tabi ki onun ille de ölmesi demek değil. Burada Janusz Korczak  pedagojik çizgisini "tecrübeyle öğrenme" olgusundan yola çıkarak kurduğundan, böyle bir ifade kullanıyor sadece. Kastedilen aslında her çocuğun kendi isteği ve iradesiyle yapmak istediğini yapmasına izin verilmesi, başka bir deyişle bilinçli bir şekilde kendi tecrübesini  edinmeye hakkı olduğu. Bu tecrübe tehlikeli bile olsa.

Babalar Günü

Aylardan beri bu öğretiye yoğunlaşmış çalışırken ister istemez babalar günü dolayısıyla böyle bir şey yazmak aklıma geldi. Babam kaygılanıp beni korumaya çalışırken, annem benim en doğal çocuk hakkımı yani tecrübe edinme isteğimi çoktan kabullenmiş olmalı. Her konuda her ikisine de minnettarım.

Alman yazar Wilhelm Busch diyor ki;

"Baba olmak kolay bir iş, ama babalık yapmak tam tersi..."

Benim babam zor olan işi, yani babalık zanaatını hakkıyla yerine getirdi. Senede bir gün bunu söylemek yetmez tabi, ama yine de diyorum ki, babamın ve ona benzeyen başka babaların günü kutlu olsun.

21.06.2020