“Entelektüel her zaman

yalnızlık ile saf tutma arasında

bir yerde durur.”[1]

Aydın ya da entelektüel, emek mücadelesinin önemli nirengi noktalarından birisidir. Elbette “eğitenlerin eğitilmesi” ilkesi “es” geçilmeden; yani “Aydınlar bilir, fakat kitleler hisseder,” ikazını unutmadan Antonio Gramsci’nin…

Çünkü “Her zaman, halk ile aydınlar, halk ile kültür arasında bir mesafe olmuştur.”[2]

“Hiç kimse kendisinin ‘sıradan insan’ olduğuna inanmaz ama herkes etrafındaki insanların ‘sıradan halk’ olduğunu düşünür.”[3]

“Entelektüelin hatası, kişinin anlamadan, özellikle de hissetmeden ve tutkulu olmadan bilgiye ulaşabileceğine inanmasından ibarettir.” “Düşüncenin organik bütünlüğü, sağlamlığı ancak, aydınlarla ‘basit’ insanlar arasında teori ile pratiği birleştiren türden bir birlik olursa gerçekleşebilir.”[4]

“Halktan bir kişi ‘duyar’ ama anlamaz ya da bilmez her zaman; aydın kişi ‘bilir’ ama anlamaz, hele ‘duymaz’ her zaman. İki uçtan birinde bilgiçlik ve dar kafalılık, ötekinde de kör tutku ile bağnazlık görülür. Bu, bilgicin tutkusuz olduğu anlamına gelmez. Tersine, tutkulu bilgiçlik, gemi azıya almış bağnazlık ve demagogluk kadar gülünç ve tehlikelidir. Aydının yanılgısı, anlamadan, hele duymadan ‘bilgiye’ erişebileceğini sanmasıdır (yalnız bilginin kendisi değil konusu da). Sanılır ki aydın, ulusun halk kesiminden ayrı ve kopuk olur, halkın ilksel (elementaires) tutkularını duymaz, bu tutkuları belirli bir tarihsel durumun içinde açıklar ve buna uygunluğunu saptar ve bunları diyalektikçe tarihin yasalarına, yüksek bir dünya görüşüne bağlar, bilimsel ve bütünleşmiş bir yöntemle ‘bilgi’yi yoğurursa gerçekten aydın olacaktır. Bir tutku olmazsa, yani aydınla ulusun halk kesimi arasında bir duygu bağıntısı olmazsa tarihsel bir politika olamaz.

Böyle bir bağ olmaksızın aydınla, ulusun halk kesiminin ilişkileri salt bürokratça biçimsel ilişkilere indirgenmiş olur; böylece aydınlar bir kastı ya da (örgütsel merkezcilik) adı verilen bir kutsal kişiler topluluğu oluştururlar.[5]

Şayet, aydınlarla ulusun halk kesimi, yönetenlerle yönetilenler, hükümet adamlarıyla halk arasındaki ilişkiler, duygu-tutkunun anlayışa ve giderek bilgiye (mekânik olarak değil canlı bir biçimde) vardığı organik bir bütünleşme ile belirlenmiş ise, işte o zaman ve yalnız bu koşulla, yönetenlerle yönetilenler, hükümet adamlarıyla halk arasında bireysel öğelerin değiş tokuşu var demektir. Yani biricik toplumsal güç olan yaşam birliği gerçekleşmiş, ‘tarihsel blok’[6] yaratılmış demektir.”[7]

Bunlar tam da böyleyken aydın/ entelektüel “Anlaşılmayı beklemek ve kendini yanlış anlaşıldığını iddia ederek meşrulaştırmak tam anlamıyla kendini beğenmişliktir.”[8]

O hâlde Georges Politzer’in, “Entelektüel bağımsızlık, eleştirel zekâ, tepkiye boyun eğmek değil, tersine boyun eğmemek demektir,” saptamasını hatırlatarak Bertrand Russell’dan aktaralım: “Aydınca düşünme özgürlüğüne kişisel açıdan önem verenler, bir toplulukta azınlıkta olabilirler ama geleceğin en önemli kişilerinin bu azınlığın içinde olduklarını unutmamak gerekir.”[9]

Mao Zedung’dan da ekleyelim:[10] “Son tahlilde, devrimci aydınları devrimci olmayan aydınlardan ya da karşı-devrimci aydınlardan ayıran şey, onların işçi ve köylülerle kaynaşmak isteyip istememeleri ve bunu gerçekten yapıp yapmamalarıdır.”

Ancak aydın ya da entelektüellerin -Grigory Petrov’un ifadesindeki üzere- “Aydın olmak; güzel kıyafetler giymek, kolalı yaka takmak ve başında modern bir şapka taşımaktan ibaret değildir. Aydınlar halkın beynidir,”[11] tanımından uzakta olduğu koordinatlarda; “Hükümetler hâlâ halklarını açık açık ezmekte, adalet hâlâ ciddi bir biçimde zedelenmekte ve iktidar entelektüelleri hâlâ kendi saflarına katıp seslerini gayet güzel kısabilmektedir;[12] entelektüeller hâlâ sık sık görevlerinden yan çizmektedirler,”[13] saptaması “doğru” olsa da; yani aydınlar/ entelektüeller hayatta kalabilmenin tek yolunun kabul etmek olduğunu düşünseler ve sonunda bu durumun onları yok edeceğini görmüyor olsalar da bu hâl geçicidir ve de “Filozoflar yeniden gerçeğin dostları olacaklardır,” Georges Politzer’in altını çizdiği gibi…

Özetle okumak, görmek, hayata dokunmak kilit önemde olduğu gibi, çok şeyi de değiştiren/ değiştirecek olan dinamiktir. “Çünkü ölümsüzdür kitaplar, yazılmışsa eğer.”[14]

Kolay mı?

Jean Ryhs’ın, “Okumak, hepimizi göçmenlere çevirir. Bizi evimizden sürüp çıkarır, ama en mühimi bizim için her yerde yuvalar bulur,” derken; Franz Kafka’nın, “Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?” diye uyardığı şeydir okumak eylemi…

* * * * *

Umberto Eco’nun, “Gençler artık hiçbir şey öğrenmek istemiyorlar, bilim geriliyor, tüm dünya tepetaklak olmuş, körler körleri yönetiyor ve onları uçuruma sürüklüyorlar, kuşlar, daha uçmayı öğrenmeden yuvadan ayrılıyor, eşekler çalıyor, öküzler oynuyor,” ifadesiyle betimlediği yerkürenin çılgınlık kesitinde[15] insan(lık) hâli -olumsuz görüngüleriyle- giderek ağırlaşıyor; “İnsan ne kadar az bilirse o kadar çok bildiğini sanır,”[16] saptamasındaki üzere…

Bu bağlamda Serbest piyasa ya da dinsel motiflerden hangisiyle ilişkili olursa olsun, cehalet büyüyorken; M.Ö. IV. yüzyılda Attikalı ozan Menander’in, “Okuyabilenler iki misli görürler,”[17] uyarısını anımsamamak mümkün mü?

Denis Diderot’nun, “İnsanlar okumayı bıraktıklarında düşünmeyi bırakıyorlar”; Ray Bradbury’nin, “Bir kültürü yok etmek için kitapları yakmanıza gerek yok. İnsanların okumayı bırakmasını sağlayın yeter.” “Kitap yakmaktan daha kötü suçlar vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır,” uyarılarından da ötede mesele sadece kitap okumamak değil; bir de insan(lar)ın sürüleşirken eylemsizleşmesi var!

Kitap okunmaya okunmuyor da; okuyanlar da sürüleşmenin girdabında eylemsizleşiyorlar.

Gerçekten de “Onlarca kitap okumuş olmakla övünmenin ne manası var? Gerçek okuma, kendini bana açan ve benim de kendimi verdiğim metinle kurulan bir tür ilişkidir ve metnin özünü kavramadan özne olma sürecini yaşayamam. Okuduğum metin sadece yazarının bir ürünüymüş gibi, metnin aklının esiri olmamalıyım. Bu türden bir okuma, gerçek okumanın çarpıtılmış hâlidir ve düşünmekle veya doğru eğitimle de ilgisi yoktur.”[18]

Cehalet büyürken; insan(lar)ın sürüleş(tiril)mesinde, elbette “tarafsızlık/ bilimsellik” incir yaprağından medet uman akademisyenlerin -negatif- rolü büyük; “Sınıfsız bir dünyada yaşıyormuşuz gibi davranmak muazzam bir hata, hatta belki akademik bir namussuzluktur,”[19] satırlarıyla Paulo Freire’nin altını çizdiği üzere!

Ha bir de Eric J. Hobsbawm’ın, “Bütün rejimlerin kendi gençlerine okulda bir miktar tarih öğretmelerinin sebebi nedir? Kuşkusuz buradaki amaç, onların toplumlarını ve toplumlarının nasıl değiştiğini anlamaları değil, kendi ülkelerini (diyelim ABD’yi, İspanya’yı, Honduras’ı ya da Irak’ı) onaylamaları, ülkeleriyle iftihar etmeleri, iyi yurttaşlar olmalarıdır,”[20] diye “sırrı”nı (!) deşifre ettiği; “Devletin İdeolojik Aygıtları”ndan (DİA) okul var!

Jean Baudrillard’ın, “İnsanların biyolojik olarak klonlanmasından söz ediliyor. Hâlbuki, zihinsel klonlamaya çoktan başlanmıştır. Okul sistemimiz, birbirinin tamamen aynı insanlar üretiyor zaten”; Louis Althusser’in, “Gerçek şu ki Kilise’nin oynadığı devletin egemen ideolojik aygıtı rolünü günümüzde okul üzerine almıştır”; George Bernard Shaw’un, “Köle gibi eğitilenler, köle gibi yönetilebilirler ancak…”; Ernst Alexander Rauter’in, “Okulda insanlar imal edilir. İnsan yapma olayına eğitim denir. Aile çevresi, sinema, televizyon, tiyatro, radyo, gazeteler, kitaplar ve afişler de bir anlamda okuldur. Yani tüm bilgi ileten yerler okuldur”;[21] Nadejda Krupskaya’nın, “İster monarşi, isterse cumhuriyet olsun, burjuva devletlerde okul; geniş halk kitlelerinin ruhsal ve düşünsel baskı altına alınmaları ve ezilmelerinin bir aracıdır.” “Bütün ortaokul, lise ve yüksekokulların hedefi her türden ve her çeşit memur ve burjuvazinin kalifiye hizmetlisini ‘üretmek’tir,”[22] ifadeleriyle altını çizdikleri gibi “Gerçek eğitimin önündeki en büyük engel hayallerimizin tamamen okullaştırılmış olmasıdır.”[23]

Böylesine bir okullaşmanın, eğitimin aşılması insan(lık)ın cehaletten kurtulup, sürüleştirilmesine ket vuracak önemli bir adımken; kapitalist toplumda insan(lık) eğitim ile aptallaştırılır ve insan(lık)ı insanlaştıran devrimci eğitim, insanın kapitalist eğitimden “öğrendiği”(?) her şeyi ters yüz etmesini gerektirecektir.

Kaldı ki böylesi, bir eğitim, gerçeklerin kavranması yanında; düşünen/ yargılayan/ itiraz eden aklın eğitimini hedefler yarattığı bilinç ile…

“Bilgisizlik, ağır yük”ken;[24] “Docendo discimus/ Öğretirken öğreniyoruz,”[25] diyen bir duruşla bilgili/ bilinçli olduğumuz kadar özgür olabileceğimiz tartışmasız bir gerçektir.

Evet, bilimin işi, görüntülerin yerine gerçekleri, izlenimlerin yerine göstergeleri koymakken; mantık da bilinmeyenin bilinen ile bilinmesini sağlayandır; “Eğitim kıvılcımla ateş yakmaktır. Boş bir kabı doldurmak değildir,” ifadesindeki üzere Sokrates’in…

Ve nihayet düşünen/ yargılayan/ itiraz eden aklın eğitimi için bilmek ezberlemek değil, neden-sonuç arasındaki ilişkiyi kurabilmektir. O, bir şeyler öğretirken; kendi de öğrenerek, ekler Sokrates gibi:

“Kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim.” “Bir şey bilmediğim dışında başka bir şey bilmiyorum.”

“Bunlardan neden bu kadar söz ettim” mi?

Değineceğim anımsanması gereken portreler, ifadeye gayret ettiğim çerçevenin tam da kendisi ya da praksisidir de ondan

* * * * *

Andrei Sakharov’dan söz ettiğimde, hemen “Bu adam anti-komünistti” denildiğini duyar gibiyim…

Bu tutumun, bugün -dünümden farklı olarak!- doğru olmadığını düşünüyorum.

Andrei Sakharov, “Barış Fizikçisi” diye anılan bir bilim insanı[26] ve Kazım Koyuncu’nun, “Sizin için ucuz olan nükleer enerji değil, insan hayatıdır,” ifadesindeki duruşa benzer tutumdaki anti-nükleerci…

Karşı çıktıkları da ne kadar “Komünistler” o da ayrı mesele!

Andrei Sakharov’un barışa gelen yolu aslında savaşla başlamış. II. Dünya Savaşı sırasında, SSCB’nin nükleer silah araştırmalarının başını çeken bir fizikçiydi O. Tez danışmanı Igor Tamm ile beraber hidrojen bombasını geliştirdi. (Tamm, Cherenkov radyasyonu üzerine olan çalışmaları ile 1958 Nobel Fizik Ödülü’nü paylaştı.)

Andrei Sakharov savaş sonrasında bu silahların insanlığa ne kadar zarar verdiğini görüyor ve bu yıkımda kendi sorumluluğu ile yüzleşiyor. Bir yandan da ülkelerin silahlanma yarışına girmesini endişeyle izliyor.

Bir yandan da akademik dergilere nükleer silahların yıkımına dair yazılar gönderiyor. Sakharov’un çabalarının da yardımıyla 1963’de SSCB ve ABD arasında yeraltı harici başka yerlerde nükleer silah testi yapılmasını engelleyen bir sözleşme imzalanıyor.

Andrei Sakharov’u dünya gündemine taşıyan ise 1968’de yazdığı “İlerleme, Barış İçinde Bir Arada Yaşama ve Entelektüel Özgürlük Üzerine Düşünceler” başlıklı manifesto olmuştu. Manifestosu bir yıl içinde 18 milyon baskıya ulaşırken; Sovyet Atom Komisyonu’ndan atılıyor ve araştırma geliştirme projelerinden alınıyor.

Bilimsel araştırmalarına kamu gözünden uzak devam eden Andrei Sakharov, Moskova İnsan Hakları Komitesi’ni kuruyor.

SSCB’nin Çekoslovakya işgalini protesto etmesi gibi, Afganistan’a girmesine karşı çıkıyor. Zaten KGB’nin listesindeki Sakharov, 1980’de Gorky şehrine, 6 yıl sürecek olan bir sürgüne gönderiliyor.

Sonrasında Gorbaçev tarafından serbest bırakılan Sakharov, kelimenin tam anlamıyla son nefesine kadar dünya halklarının özgür ve güvenli bir hayat yaşamaları için uğraşıyor.[27]

Andrei Sakharov’u, belirttiğim gibi nasıl değerlendirseniz değerlendirin, Onun “Hayır” dediği şeyler, yani nükleer bela Çernobil’den Fukuşima’ya (ve bizde Akkuyu!) hâlâ temelli soru(n) olmaya devam ediyor.

Bunlar böyleyken Andrei Sakharov’un itirazı çok önemlidir ve bunu küçümsemek de kimsenin haddi(ne) değidir.

* * * * *

Tıpkı “Hüzün hiçle doludur.” “Hayret etmek bilginin başlangıcıdır.” “Çoğu pratik zekâlı insan, hayalperestlerin alın teri ile ekmek yer,” ifadesiyle Halil Cibran’ın insan ve hayat eksenli hümanist itirazı/ duruşu gibi…

“Dün krallara itaat ettik ve imparatorların önünde boynumuzu eğdik. Ancak bugün sadece gerçeğin önünde diz çöküyoruz,” diyen Onun için “Nehir ve denizin bir oluşu gibi, yaşam ve ölüm de birdir”...

“Gerçekten büyük insan odur ki, ne yönetir ne yönetilir”...

“Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir”...

“Başkalarının haklarını korumak, hayattaki en asil duruştur”...

“Kendiniz gibi olduğunuz zaman iyisinizdir”...

“Biz sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi onları yaşamadan çok önce tercih ederiz”...

“Uygulamaya geçirilen az bir bilgi, kullanılmayan çok bilgiden daha önemlidir”...

“Hayret etmek bilginin başlangıcıdır”...

Ve ayrıca hepimizi “Sırtını güneşe çevirirsen gölgenden gayri bir şey göremezsin,” diye uyaran O; “Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat arkana bakma. Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de”...

“Ne gariptir ki toplum olarak, aklı yavaş olana değil de ayağı yavaş olana, yüreği kör olana değil de gözü kör olana acırız”...

“Bolluğu yeryüzünün armağanlarını birbirinize alıp vermekte bulacak, hoşnut olacaksınız, ancak sevgiyle ve müşfik bir adaletle yapılmazsa bu alış veriş, kimilerini açgözlülüğe sürükler, kimilerini de açlığa”...

“Her insan iki insandır; biri karanlıkta uyanık, diğeri ise aydınlıkta uykudadır”...

“Yumurta dıştan kırılırsa yaşam son bulur; içeriden kırılırsa yaşam başlar. İçten başlamayan dönüşümler ölümcüldür,” satırlarıyla da “Neyin ne ve nasıl olması gerektiği”nin altını çizer ve haykırır:

“Ağlamayan bilgelik, gülmeyen felsefe ve çocukların önünde eğilmeyen bir yücelik benden uzak olsun”...

* * * * *

Bunlarla birlikte “Eğitimcilerin ve siyasetçilerin söylediklerinin anlaşılmadığı sıkça görülür; çünkü dilleri, hedefledikleri insanların somut durumuyla ilişkisizdir,”[28] tipolojisiyle taban tabana zıt ve “Problem tanımlayıcı eğitim, devrimci geleceği olmaktır. Bu nedenle kehanet niteliğindedir (Bu niteliğiyle umut doludur). Bu bakımdan insanın doğasına karşılık düşer,”[29] formülü ile tıpa tıp uyan Hocaların Hocası Korkut Boratav’ı dinlerken içiniz ısınır, yüzünde parlayan bir aydınlıkla anlatır, umutlarınız yeşerir. Akademik hayatının yanı sıra ülke sorunlarına sahip çıkmakta hiçbir vakit geride durmaz.

“Bilge bir insan, dünyayı kavrayışı, aydınlık duruşuyla efsanevi bir kişi.

Düşünen, yorumlayan, duyarlılıkla ülke sorunlarına eğilen, fikirlerindeki derinlik ve zenginlikle çözümlerini ortaya koyan bir filozof,”dur[30] ve iyi ki vardır.

* * * * *

Sonra bir de Will Durant’ın, “Öleceğimizi biliyoruz, ama bu kendiliğinden olacaktır, onun için hayatı düşünmeyi tercih ediyoruz”...[31]

Michel de Montaigne’ın, “Felsefenin amacı erdemdir, insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken de söyleyecekleri vardır”...[32]

Epikuros’un, “İnsan ne gencim diye felsefeden uzak durmalı ne de yaşlandım diye felsefeden usanmalıdır. Çünkü ruh sağlığı söz konusudur. Dolayısıyla gençlikte de yaşlılıkta da felsefeyle uğraşmalı”...

Aristoteles’in, “Hayret eden, bilgisizliğinin farkına varır”...[33]

Albert Einstein’ın, “Zeki bir insan olmanın kötü tarafı salak insanlar tarafından deli sanılmaktır”...

François-Marie Arouet Voltaire’in, “Bir parça delilik, güçlü ve derinden yaralı bir ruhta, mucizevi sonuçlar yaratır”...

Miguel de Cervantes’in, “Şimdi lütfen söyleyin bakalım, elinde olmadan deli olan mı, yoksa bilerek delirenler mi daha akıllıdır?”...

Peyami Safa’nın, “Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekânın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekânın var olmamaya devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok,”[34] ifadelerindeki betimlemeler ile baskın paralellikleri olan bizim Ulus Baker’i, Charlie Chaplin’in, “Felsefem özgürlüğe inanmaktır, silahım gülmektir, lisanım ise kalbimin sesidir,” sözleriyle de tanımlamak mümkündü.

Ve “Doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça ‘hayata yapıştıkça’, mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz,”[35] diyen O, “Çok güzel piyano çalardı. Belki de çok az kişi onun daha önce konservatuarın kompozisyon bölümünü kazandığını bilir. Bana geldiğinde piyanonun başına oturup resitaller verirdi. Muhtelif dünya dillerini bilirdi. Değişik dillerde ilginç mesajları telefonla gönderme kabiliyetine hiçbir zaman vakıf olamadı!

Ulus, disiplinlerarası ilişkinin sınır tanımayanıydı. Felsefeden müziğe, sinemadan edebiyata, resimden sosyolojiye, simyadan kimyaya, matematikten psikolojiye uzanan bir bileşkeydi. Hislerinin anlamını bulma yolunda ilerlemeciydi…

Ulus yaşarken bir dehaydı, şimdi efsane oldu.”[36]

Çünkü O, “Felsefe yükselerek yapılmaz, yani tepeden bakılarak yapılmaz. Aksine yerin dibine geçmek de aynı değerdedir. Yani, alt sınıfa inmek, kendini azaltmak, kendine özgü bir soyluluğa sahiptir,” diyendi…

* * * * *

 “Leo Hoca, ‘XXI. Yüzyıl İçin Planlama’ savlarında, küresel kapitalizmin ‘çalış, borçlan, tüket; her ne pahasına tüket’ çılgınlığı karşı çıkan ütopyalarıyla müsemma idi.”[37]

Önemli sosyalist düşünürlerdendi.

Küresel kapitalizm ve sosyalist hareketin gelecekteki tasavvurları üzerine yapıtlarıyla geleceğe ışık tutan bir entelektüel olarak tanınmaktaydı. (Coğrafyamızda da Barış Akademisyenleri hareketinin yılmaz savunucuları arasında yer almıştı.)

Carlos Fuentes’in, “İlk kapitalist kahraman, Robinson Crusoe, nesnel gerçekliği kabullenip ardından onu çalışma etiği, sağduyu, esneklik, teknoloji ve gerektiğinde ırkçılık ve emperyalizm aracılığıyla kendi ihtiyaçlarına uyduran, kendini yetiştirmiş bir insandır”…

Costa Gavras’ın, “Zengin ülkeler, tıpkı Şarlo filmlerindeki zengin adam gibidirler. O sarhoşken biçare Şarlo’yu kardeşi gibi sevip, ayılınca hor görüp tanımazdan gelir”…

Edward Said’in, “Emperyalizmin en kötü ve çelişkili armağanı, insanların yalnızca, başlıca ve dışlayıcı bir biçimde, beyaz, karaderili, batılı ya da doğulu olduklarına inanmalarına olanak sağlamasıdır”…[38]

Paulo Freire’nin, “Modernleşme ile gelişmeyi birbirine karıştırmamak önemlidir. Gelişmeksizin sürekli modernleşen bir toplum, dış ülkeye bağımlı olmayı sürdürecektir; birazcık temsili karar yetkisi üstlense bile. Bağımlı kaldığı sürece her ülkenin kaderi budur.”[39] “Hiçbir şey insanın itibarsızlaştırılmasını haklı çıkaramaz. Hiçbir şey! İlerleyen bilim veya teknoloji bir ‘sınıf’a meşruiyet sağlamaz ve iktidarı elinde tutan azınlık dünya nimetlerini har vurup harman savururken, büyük çoğunluğun zar zor hayatta kaldığı ve kendi sefaletini takdiri ilahi gibi görüp haklı çıkardığı şeye de ‘düzen’ adı verilemez. Dünyanın lanetlilerini kaderlerine razı olmaya çağıran ‘uzlaştırıcı’lar korosuna katılmayı reddediyorum. Benim sesim başka bir dile, başka bir müziğe alışkın. Sesimde hayal kırıklığına ve ihanete uğrayanların direnişi, kızgınlığı, haklı öfkesi var”…[40]

Zygmunt Bauman’ın, “Küreselleşme çağında devletler sermayenin karakoludur,” dedikleri “küreselleşme” diye anılan ve bir “uygarlık projesi” diye sunulan şeyin, aslında emperyalizmin bir biçimi olduğunu savunan O; özü itibarıyla ABD’nin “hegemonyasını pekiştirecek stratejik çıkarlarına göre düzenlemekte olduğunun altını çiziyordu.

* * * * *

Ve “Nasıl güneşsiz hayat olmazsa, türküsüz hayat da olmaz,”[41] gerçeğini hepimize anımsatan Ahmet Say…

Çok yönlü bir aydınımızdı, 2002’de ilk baskısı yapılmış ‘Müzik Sözlüğü’, 1998’de ilk baskısı yapılmış ‘Türkiye’nin Müzik Atlası’, 2005’te ilk baskısı yapılmış üç ciltlik ‘Müzik Ansiklopedisi’ Onundu.

Coğrafyamızın az sayıdaki müzik yazarından birisi ve en önemlisiydi; 10 Mayıs 2022’de kaybettiğimiz Onun “müzik kitapları” üniversitelerin müzik bölümlerinde temel eser olarak okutuluyorken; “Ahmet Say’ın ödün vermeyen devrimci kimliğini yaşamını paylaşan herkes iyi bilir”di.[42]

Ahmet Say’ın bir diğer yakın çevresi solculardı…

TKP lideri Reşad Fuad Baraner, babam Fazıl Say’ın matematik öğrencisi olarak gittiği Almanya’dan yakın arkadaşıydı ve tabii ki Baraner de 1915 yılında ortaya çıkan devrimci Spartakusbund (Spartaküs Birliği) üyesiydi. Baraner ile iki kez görüşme fırsatı yakalayabildim…”

Babası Fazıl Say’ın yolunda yürüdü; devlet bursuyla Almanya’da gazetecilik öğrenimi görürken “Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği”ne kaydoldu.

Gözü kara devrimciliği babadan mirastı…

Ahmet Say, 1960’larda Türk Solu, 1970’lerde Türkiye Solu dergilerini çıkardı. Derin kültüründen ve yılmaz mücadeleciliğinden etkilendiği Mihri Belli ile yakın oldu.

Türkiye Yazıları adlı edebiyat dergisini yayınladı. Edebiyatçılar Derneği’ni kurdu.

Daimi örgütçü…

Daima cesur…

Darbe günlerinde Muzaffer Erdost’tan Erdal Öz’e nice aydınla hapis yattı; Mamak’tan Ulucanlar’a…

Koğuş komşuları; yan yana geldiklerinde gülüp eğlendikleri yirmili yaşlarındaki idamlık yoldaşları Deniz Gezmiş’ler…

Ahmet Say, çok arkadaşını genç yaşlarında kaybetti; Türkiye Solu’nu birlikte çıkardığı Bora Gözen bunlardan biri… Kim bilir bu yüzden, katı kabuğunun altından pek çıkmak istemedi. Kalemiyle anlattı kendini. Yazın insanıydı; romanlar, öyküler, makaleler yazdı. Ödüller aldı.

Cemal Süreya’yı, Orhan Kemal’i öğretmeni kabul etti. Kaç yaşında olursa olsun soluksuz açlıkla hep öğrenmek isteyen öğrenciydi özünde…[43]

* * * * *

Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “Ölümlü olmaktan korkan var olmaktan korkuyordur,” uyarısına var olmaktan korkmayanlardandı Metin Çulhaoğlu…

Dünyayı artık O olmadan yaşayacağız ki, bu da çok eksikli olduğumuzu anımsatıyor bana.

Kolay mı? Onun için Erkan Baş, “Metin Ağabey, ‘emsalsiz’ kelimesinin karşılığıydı” derken; Hayri Erdoğan da Çulhaoğlu’nun ufuk genişleten bir sosyalist olduğunu vurgusuyla, “Metin Çulhaoğlu geniş kanatlarıyla Türkiye solunu kucaklayan bir ‘devrimci kartaldı,”[44] diye ekliyordu.

Toparlayıcı, kucaklayıcı bir dildi; kucaklayıcı, teşvik edici ve en önemlisi “öğretici” radikal bir kararlılıktı; “Eğer ‘sosyalist aydın’ olmanın ölçüsü, ‘dünya iyice küreselleşsin, sınırlar ortadan kalksın, demokrasi her yere yerleşsin, bu arada bölgemizde Türkiye büyük güç olsun, buradan sosyalizm daha kolay çıkar’ demekse, kimse kusura bakmasın, bu kadarı şahsen beni aşar” (13 Aralık 2012) ya da “Esasen, AKP iktidarının ve başının bir dönemki ünlü ‘açılımlarını’ da gerçekçilik ve feraset bağlamında değil ‘benden günah gitti’ mantığıyla okumak yerinde olacaktır. Kürtler, Alevîler, aydınlar-sanatçılar ve Romanlar... Bunların arasında, ‘açılımın’ ardından cepheden savaş açılmayan bir tek Romanlar kalmıştır. Mantık basittir: Ben yapacağımı yaptım, gerisini sen düşün... ‘Maksimalizm’ budur,” (7 Eylül 2012) ifadelerindeki üzere…

Özetin özeti: “Başladığı işi tamamlama umuduyla ve gayretiyle yaşayanlardandı. Sükûneti, kararlılığının bir özelliğiydi. Sakindi ama hiç sessiz kalmadı… Geride, düşüncesiyle ve her şeyden önemlisi, ahlâkıyla bir mücadele öğretmeninin silinmeyecek izini bıraktı.”[45]

Ve O; “Konuşurken gayet kendinden emin, hiçbir cümlesinde en ufak bir düşüklük olmaksızın, salonu fikirlerinin peşine takarak dinleyenlere ilham veren Metin, ödülü alırken neredeyse mahcup bir genç gibiydi.”[46]

Hasılı bizden birisiydi ve hep öyle kalacaktı…

* * * * *

19 Ağustos 2022’de yitirdiğimiz Bingöl Erdumlu ağabeyim için ne diyebilirim?

68 kuşağı devrimcilerindendi; THKP-C kurucularındandı; işçi sınıfı mücadelesinde Necmettin Giritlioğlu’nun yoldaşıydı ve Virginia Woolf’vari, “Sana doğru atılacağım, yenik düşmeden ve boyun eğmeden; Ey Ölüm!” diyenlerdendi…

Yaşadıklarıyla, “Sonuçta, önemli olan, yaşamınızdaki yıllar değildir. Yıllar içindeki yaşamınızdır”;[47] “Hiçbir yararı olmayacağını bile bile, insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir,”[48] diyenlerdendi.

En önemlisi, her işin en önemli kısmı hedef belirlemek ve bu hedefe doğru ilk adımı atmaktır anlayışıyla; yaptıklarımızın bir anlamı vardı. Ne dediğimiz, ne düşündüğümüz hiç mi hiç önemli değildir gerçeğinin kanıtıydı.

Düşünceleri uğruna yaptıklarıyla müsemma yaşamı ile; Amin Maalouf’un, “Hayat başlar ve biter. Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil ikisi arasına neler sığdırabildiğin önemlidir aslında”; Napoleon Hill’in, “Önemli olan ne yaptığınız değil, şu anda ne yaptığınızdır”; John Ruskin’in, “Ne düşündüğümüz, ne bildiğimiz ya da neye inandığımız nihayetinde önemsiz. Asıl önemli olan ne yaptığımız”; Henri Barbusse’ün, “Cesareti güzel bir meyve gibi yüreklerinde saklayanlar da yaşadı yeryüzünde… Bazı gerçekleri ve daha önemlisi, artık unutulmuş gerçekleri haykırdılar insanlara,”[49] saptamalarını teyit ederken; Epiktetos gibi, “Sen seçtiğin anda doğmadın, dünyanın sana ihtiyacı olduğu zamanda doğdun. İnsan yerküreye, varoluşa, dünyanın devrine hizmet eder. Önemli olan; burada olduğun zamanlarda üzerine düşeni yapmaktır,” sözlerindeki gibi yaşayanlardandı, Bingöl Erdumlu ağabeyim...

* * * * *

Onlar iyi ki var oldular, yaşayıp ölümsüzleşerek yolumuzu aydınlattılar…

20 Ağustos 2022 17:08:31, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Kaldıraç No:254, Eylül 2022…

[1] Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 1995.

[2] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 2. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.

[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 4. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.

[4] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011, s.10.

[5] “Kendinizi başkalarının yaptıklarının tersini yapmakla sınırlarsanız orijinal olmak çok kolaydır. Ancak bu, sadece mekaniktir. Her şeye karşı çıkmak, bir muhalif olduğunuz anlamına gelmez, diğer herkesin yaptığının tersini yapmak da özgün olduğunuz anlamına gelmez.” “Önceden söylenmiş şeylere razı gelmektense orijinal şeyler söylemek daha kolaydır.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 4. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.)

[6] “Kumanda etmek için, akıllı olmak yeterli değildir: Kumanda etme yeteneği, daha ziyade, derinlemesine bir bilgi birikimi ve kapsamlı bir deneyimin ürünüdür.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 1. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.)

“Her çeşit tarihsel girişimin ödevi, daha önceki kültür aşamasını değiştirmek, kültürü, daha önceki düzeyden daha üstün bir düzeyde bütünleştirmektir.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011, s.106.)

“Olayları önceden görmenin asıl önemi, insanın olayları önceden görmek üzere beynini işletmesinde ve iradesiyle gücünü artırmasındadır.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011, s.227.)

“Her araştırmanın belirli bir yöntemi vardır ve kendine özgü belirli bir bilim meydana getirir; yöntem de, araştırma ve belirli bir bilimle birlikte oluşur; gelişir ve bunlarla bir bütün meydana getirir. Başka bir araştırma ile bütünleşmiş olan bir yöntemi, bu araştırma alanında iyi sonuç verdiğine bakarak örnek yöntem olarak benimseyip herhangi bir bilimsel araştırma alanına uygulamak, bilimden hiçbir şey anlamamak demektir.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011, s.135.)

[7] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011, s.108.

[8] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 3. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.

[9] Bertrand Russell, Din ile Bilim, Çev: Akşit Göktürk, Yapı Kredi Yay., 2019.

[10] “Kültürel gücün fethi, politik güçten önce gelir ve bu, entelektüel ‘organik’ çağrıların tümünün senkronize eylemi ile gerçekleştirilir. Tüm ana akım iletişim, ifade ve akademik medya mecralarına sızarak.” (Antonio Gramsci.)

[11] Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, çev: Burak Cemil Yılmaz, İndigo Yay., 2018.

[12] “Faşizm, hükümetin ve Ebedi Şehrin yanında, birçok İtalyan aydınının kalbini de fethetti. Bazıları onun kullandığı iki tekerlekli savaş arabasına bindi, hazine odasının önünde diz çöktü. Bazıları ise sessiz kalarak ona onay verdi. Kimi aydınlarsa daha ihtiyatlı bir tavır sergileyerek, faşizme karşı mücadelede tarafsız kalmayı seçtiler. Aydınlar, gücün kendilerini mülk edinmelerini severler. Bilhassa faşizm örneğinde olduğu gibi güç, cüretkâr, savaşçı ve maceracı ise bu, daha fazla geçerli bir durumdur.” (José Carlos Mariátegui.)

[13] Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 1995.

[14] Bekir Yıldız, Beyaz Türkü, Cem Yay., 1975.

[15] “Zenginlik ve lüks için hevesli bir istek uyandıran toplumumuz, bilimin değerini anlamıyor.” (Marie Curie.)

[16] Jean-Jacques Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, çev: Sabahattin Eyuboğlu, Cem Yay., 1970.

[17] Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, çev: Füsun Elioğlu, YKY., 2002.

[18] Paulo Freire, Özgürlüğün Pedagojisi-Etik Demokrasi ve Medeni Cesaret, çev: Gülden Kurt, Yordam Kitap, 2019, s.73.

[19] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.19.

[20] Eric J. Hobsbawm, Tarih Üzerine, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2009, s.43.

[21] Ernst Alexander Rauter, Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur, çev: Merlin Ecer, Kaldıraç Yay., 2021

[22] Nadejda Krupskaya, Lenin ve Halk Eğitimi, çev: Özgür Metin Demirel, Evrensel Basım Yay., 2013.

[23] Ivan Illich, Okulsuz Toplum, çev: Mehmet Özay, Şula Yay., 2005.

[24] Andre Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı 2, çev: Kerem Kurtgözü, Evrensel Yay., 2004.

[25] Prof. Dr. Belgin Erdoğmuş, Hukukta Latince Teknik Terimler Özlü Sözler, 2004.

[26] “Bilgi, ‘dünyayı ve insanı bilme’ demektir.” “Bilim, yüzyıllar boyunca gelişme gösterdikçe, insanlar, evreni, bilimsel deneylerden yola çıkarak, maddi fenomenlerle açıklamaya girişmişlerdir.” (Georges Politzer)

[27] Şeyda İpek, “Barış Fizikçisi Andrei Sakharov”, Birgün, 27 Şubat 2022, s.13.

[28] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.116.

[29] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., Ocak 1991.

[30] Lâtife Metli Türkyılmaz, “Hocaların Hocası Korkut Boratav”, Birgün, 6 Şubat 2022, s.5.

[31] Will Durant, Felsefenin Öyküsü, çev: Ender Gürol, İz Yay., 2002

[32] Michel de Montaigne, Denemeler, çev: Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2020

[33] Aristoteles, Metafizik, çev: Ahmet Arslan, Sosyal Yay., 1996.

[34] Peyami Safa, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, İnkilap ve Aka Kitaevleri, 1964.

[35] Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar, Birikim Yay., 2019.

[36] Eren Aysan, “Ulus’un Ardından…”, Birgün, 8 Temmuz 2021, s.15.

[37] Erinç Yeldan, “Leo Panitch ve Ütopyalarımız”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2020, s.11.

[38] Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, çev: Nemciye Alpay, Hil Yay., 2004.

[39] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.182.

[40] Paulo Freire, Özgürlüğün Pedagojisi-Etik Demokrasi ve Medeni Cesaret, çev: Gülden Kurt, Yordam Kitap, 2019.

[41] Julius Fuçik, Darağacında Röportaj, çev: İrfan Yalçın, Yar Yay., 1995, s.49.

[42] Şükran Soner, “Ahmet Say’ın Oğlu Fazıl Say”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2022, s.11.

[43] Soner Yalçın, “Ahmet Say”, Sözcü, 12 Mayıs 2022, s.10.

[44] Nur Kaplan, “Çulhaoğlu Son Yolculuğuna Uğurlandı: Emsalsiz Kelimesinin Karşılığıydı”, 18 Ağustos 2022… https://www.gazeteduvar.com.tr/culhaoglu-son-yolculuguna-ugurlandi-emsalsiz-kelimesinin-karsiligiydi-haber-1577936

[45] Aydın Çubukçu, “Metin İçin...”, 16 Ağustos 2022… https://www.gazeteduvar.com.tr/metin-icin-haber-1577641

[46] Sungur Savran, “Trotskizm ile Stalinizmin En Çok Yaklaştığı Ama Birbirine Değmediği An”,18 Ağustos 2022… https://gercekgazetesi1.net/teori-tarih/trotskizm-ile-stalinizmin-en-cok-yaklastigi-ama-birbirine-degmedigi

[47] Doğan Cüceloğlu, Korku Kültürü, Remzi Kitapevi, 2008, s.261.

[48] George Orwell, 1984, çev: Celal Üster, Can Yay., 2000, s.183.

[49] Henri Barbusse, Aydınlık, çev: Erdoğan Tokatlı, Öncü Kitapevi, 1968.