"İstanbul’da, Madımak Katliamı’nda yitirdiğimiz canlar için yapılan protesto mitinginde bir emniyet müdürü şöyle bağırıyor: “Delikanlı olan çıksın karşıma!” Bu, güç yetkisini kullanarak külhanbeylik narası atmaktır. Gücünü yetkisinden alıp bağırmaktadır."
Dinciliğin ve milliyetçiliğin zaferiyle sonuçlanan seçim politikası, istikrarsızlığını sürdürüyor.
AKP-MHP iktidarı hâlâ istikrara kavuşamamış; haksızlığı, hukuksuzluğu, eşitsizliği en uç düzeye taşımış durumda.
1 Temmuz 2025’te Taksim’de “Yaşasın şeriat!” diye bağıranlar, Madımak Katliamı gibi bir prova girişiminde bulundular.
LeMan dergisine saldırdılar; saldıranlar değil, derginin yöneticileri ve çalışanları tutuklanan oldu.
Problemli bir gelenekte ısrar etmenin kaçınılmaz sonuçları, bütün bu yaşananlardır.
Düşünsenize şöyle bir:
Milliyetçi, dinci bir iktidarla karşı karşıyayız.
AKP, İslam adına sahipliği olan bir partidir.
MHP ise Türkiye siyasal varlığında fetihçi ve ırkçı tarihin partisidir (AKP geleneğinden ayrımla).
“Biz ve onlar” ayrımını yapan bu dinci ve milliyetçi iki partinin asıl hedefi, kuşkusuz Türkiye sınırları içinde yaşayan “ötekiler”dir.
Totaliter dayatmaya karşı çıkan, hak, hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlük talebiyle mevcut iktidara muhalefet eden herkese saldırıyorlar.
Toplum tam anlamıyla bir manipülasyon cenderesinde yaşatılmaktadır.
Yoğun eşitsizlik ve hak ihlalleri; toplumsal kontrol için geliştirilen politikaların ve baskıların, dincileştirilmiş ve milliyetçileştirilmiş prizmasından geçerek daha da uçsallaşmasına neden olmaktadır.
Yani emekten yana demokratik oluşumları ve insan haklarını hazmedecek olgunluktan çok uzaktalar.
Kötü giden ekonomiye, açlığa ve yoksulluğa tepki gösterenlere, pahalılığa ses çıkaranlara, 1 Mayıs Emek Bayramı’na giden emekçilere azgınca saldıran iktidarın baskısı altındayız.
1 Temmuz 2025’te barıştan yana karikatür çizen basın emekçilerinin mekânlarına saldıran şeriatçıları gördük, bizzat tanık olduk.
“Ya onlar ölecekler ya biz öleceğiz!”, “Kahrolsun laiklik, yaşasın şeriat!” diye slogan atanları gördük.
Hem de devlet güvenlik güçlerinin gözleri önünde.
Artık her şeyi bir “geçiş evresi” olarak gözlerimize sokuyorlar. Dijital medyada canlı yayınlıyorlar, yaygara koparıp gözdağı veriyorlar.
Korkuyla dolu anlar yaratıyorlar.
2 Temmuz 1993 ateşi sönmezken, yeni bir Sivas Madımak ateşi provasını yeniden yaptırıyorlar. Şeriatçıların yakma arzusu sönmüyor.
Geçiş denemesi için yine birçok yerden toplandılar, yine aynı sloganları attılar.
Hem de saldırıyı Taksim’de yaptılar.
Yani şeriatçılık ve milliyetçilik, her seferinde kullanılan araç durumundadır.
Devletin yapısında bir değişiklik yok.
Dinci ve milliyetçi iktidar, kendi biçimlendirme kararlılığını göstermektedir.
Dinci, milliyetçi saldırıların oluşmasına yol döşenmek istenmektedir.
Toplum tam anlamıyla korku ve gözdağı cenderesinde yaşatılmaktadır.
Böylesi yoğun bir kuşatma ve saldırı, kâh şeriatçılık kâh milliyetçilik olarak sürekli olağanüstü durumlar çıkarılmasına neden olmaktadır. Kaos ortamı yaratıyorlar.
Taksim’de yaratılan şeriatçı ortamın ardından Saraçhane’de polis şiddeti sonucu yaşananları göz önüne getirmeliyiz.
Şeriatçı bir paranoyanın içine sokuluyoruz.
Düşünsenize şöyle bir; toplum, milliyetçi ve şeriatçı bir kalıba sokulmak istendiği için bugün bu evreye getirildi.
Dolayısıyla toplumu, milliyetçi ve şeriatçı akımların piyonu hâline getirmek istiyorlar.
Asıl sorunumuz, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni bilmemek, okumamaktır.
Dolayısıyla toplumu iki ayaklı primatlara esir etmek istiyorlar.
Eğer bir ülkede sorun karikatür, sanat, fotoğraf, edebiyat ve felsefe oluyorsa,
Eğer bir ülkede halklar arasında farklı kültürler, farklı diller ve inançlar sorun olarak görülüyorsa,
Eğer bir ülkede barış içinde bir arada yaşamak sorun olarak görülüyorsa, elde edilen sonuçlar, rejim açısından milliyetçiliğin ve şeriatçılığın daha da baskın olacağı ve kabul göreceği bir duruma yol alıyoruz demektir.
Dolayısıyla devlet politikası, şeriatçılığı bir yaşam tarzı ve kontrol aracı olarak topluma dayatmak istemektedir.
Düşünsenize şöyle bir; barış içinde yaşamayı, savaşın son bulmasını isteyen bir karikatüre saldıranlar, İsrail devletiyle her türlü ittifakı yapan, ekonomik işbirliği anlaşması imzalayan iktidarı sorgulamıyor.
Gelip savaş karşıtı kurumlara, insanlara saldırıyorlar.
Bu durumun altı özellikle çizilmesi gereken bir durum.
Neden böyle yapıyorlar?
Neden böyle davranıyorlar?
Şeriatçı saldırıların nefret söylemi, iktidar güvencesidir.
Milliyetçi ve şeriatçı medya tarafından yapılan asparagas haberler, kin ve nefretle yazılıyor.
Burada neden-sonuç ilişkisi içinde aslolan, karikatürün kendisi değildir (çünkü karikatürde tam bir barış çığlığı vardır).
Siyasal İslam ve milliyetçilik, hiçbir demokratik kitle gösterisine, savaşa karşı barış isteyenlere, İsrail’in Filistin’e saldırılarını protesto edenlere müsamaha göstermiyor.
Ama İsrail-Filistin savaşı için barış karikatürü çizen LeMan dergisine saldıran şeriatçıları koruyor.
Taksim’i rehin alan şeriatçılar, LeMan dergisinin önüne gelip kapı pencere indiriyorlar.
Bu ne acayip bir ülke! Hiçbir ders çıkarmadan yine aynı katliamın yolcusu olduklarını bir kez daha ispatladılar.
Açık açık Sivas-Madımak Katliamı’nda yaşananlar gibi; güvenlik güçleri taraf olarak LeMan dergisinin önündeydiler, yanlıydılar.
Halkın güvenliğinden sorumlu güvenlik güçleri, “şeriat” diye bağıranları korudu.
İstanbul’da, Madımak Katliamı’nda yitirdiğimiz canlar için yapılan protesto mitinginde bir emniyet müdürü şöyle bağırıyor: “Delikanlı olan çıksın karşıma!” Bu, güç yetkisini kullanarak külhanbeylik narası atmaktır. Gücünü yetkisinden alıp bağırmaktadır.
Gezi’de atılan bir slogan vardı: “Kaskını, copunu bırak da gel!” Bu slogan, tam da bu emniyet müdürünün külhanbey tavrına uymaktadır.
LeMan dergisine yapılan şiddetin gerekçesi nedir?
Düşünsenize şöyle bir:
Gazze’de yaşanan savaş ve zulme dikkat çekmeyi amaçlayan bir karikatür, din adına yürütülen savaşlara karşı barışı yaşatmak için çok anlamlı bir çizimdir.
Sağır sultan bunu böyle bilsin.
Oy uğruna LeMan dergisini kınayanlar din simsarlığı yapıyorlar. Şiddetin geleceğini örüyorlar.
Dincilikten yana gösteriş yapıyorlar.
Söylenme, söyle…
Türkiye’de Bulunan ABD Üs ve Tesisleri…
Adana İncirlik Hava Üssü, İzmir Çiğli, Ankara, Manisa, Diyarbakır, Malatya, Erzurum, Konya, İskenderun, Kocaeli, Çanakkale, Sinop, Ordu ve Trabzon’daki üs ve tesisler, ABD’nin Türkiye’deki askeri varlığıdır.
ABD’nin üslerini ve tesislerini protesto eden değil, alkışlayan ve destekleyenler milliyetçiler ve şeriatçılardır.
Türkiye’de ABD üslerinin kurulması ve faaliyet göstermesi, Menderes iktidarı döneminde 1951’de imzalanan “Askeri Kolaylıklar Anlaşması” sonucu mümkün olmuştur.
Bu anlaşma, ABD’nin Türkiye’de hava üssü ve tesis kurmasına ve kullanmasına izin vermiştir.
Düşünsenize şöyle bir:
İstanbul ve İzmir’de ABD savaş gemilerini protesto eden devrimcilere “vatan haini” diyerek saldıranlar şeriatçı ve milliyetçilerdir.
1946’dan beri ABD savaş gemilerine “dostluk tezahürü” diyen politikacıları ve milliyetçi yazarları unutmadık.
ABD savaş gemilerini protesto eden devrimcilere saldıran şeriatçıları ve milliyetçileri unutmadık.
Türkiye’de 1951’de ABD ile ikili anlaşma yapıldı. 1954’te ilk Amerikan üssü kuruldu.
Sormak istiyorum; Ortadoğu halklarının üzerine bomba yağdıran, savaş çıkaran ABD’ye karşı bu şeriatçılar ve milliyetçiler bir gün olsun protesto ettiler mi?
Müslüman ülkelere bombalar yağdıran, yüz binlerce Müslümanı öldüren ABD’yi bir gün olsun kınadılar mı bunlar?
ABD’nin savaş politikasını protesto eden, kınayan ilerici, demokrat, aydın ve devrimcilere saldırmayı görev bilenler kendilerine “Müslümanım” diyorlar.
Bu şeriatçılar ve milliyetçiler;
Türkiye’deki ABD üs ve tesislerine seslerini dahi çıkarmıyorlar…
Neden?
Niçin?
Hiç merak ettik mi?