Selanik’teki Atatürk’ün müzeye dönüştürülmüş evine bomba atılması ve Kıbrıs olaylarına halkın duyduğu tepkiden söz edilerek, halkın galeyana geldiğini açıklıyorlardı.

 Atatürk'ün evine iki Türk  tarafından ses bombası atıldı. Birisi konsolosluk görevlisi Hasan Uçar, diğerinin ise üniversite öğrencisi Oktay Engin olduğu sonradan açığa çıktı. 

Hasan Uçar yardım etmiş, Üniversite öğrencisi Oktay Engin ise ses bombasını atmıştı

6-7 Eylül'ün planlayıcıları arasında;

Biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker, biri memur, biri Hukuk Fakültesi öğrencisi.

Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu, Sabri Yirmibeşoğlu, Oktay Engin, Hasan Uçar, Hikmet Bil, Orhan Bilgiç vb.

İşte bunlar 6-7 Eylül'ün köşe taşları arasındalar.

1955 yılının 6-7 Eylül'ünden sonra hayatları birden bire değişenler.

Sonraki senelerde ortaya çıkan bilgi ve belgelere göre, 1955 olayını tezgahlayan Özel Harp Dairesi'dir. 6-7 Eylül saldırısının planlayıcısı da Özel Harp Dairesi Başkanı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu'dur. 

Yirmibeşoğlu “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diye anlatmıştı.

Kamuoyu, Yirmibeşoğlu’nu işte bu sözleriyle tanıdı.

Gazeteci Fatih Güllapoğlu'nun 1991’de yayımlanan 'Tanksız, Topsuz Harekat' isimli kitabında aynen şu diyalog yer almıştı:

Sabri Yirmibeşoğlu: “– Sonra 6/7 Eylül olaylarını ele alırsak...”

Fatih Güllapoğlu: “– Pardon Paşam, pek anlayamadım. 6/7 Eylül olayları mı?”

Sabri Yirmibeşoğlu: “– Tabii... 6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. (Paşa bunları söylerken benden de soğuk terler boşandı) Sorarım size? Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?

Fatih Güllapoğlu: “– Evet Paşam!” (Tanksız, Topsuz Harekat- Fatih Güllapoğlu- S:104)

Selanik'de Atatürk'ün evine kimlerin bomba attığı belirlenmesine rağmen kör ve sağır olanlar inkara devam etti- ediyor. Dini ve Milli duyguların nasıl yalanla ajite edebilecek bir durumun gerçeğidir 6-7 Eylül.  

Sadece İstanbul değil, İzmir’de aynı akıbete uğradı, Ama Beyoğlu, Taksim, Şişli, Kumkapı, Kadırga, Kutuluş, Feriköy, Koca Mustafa Paşa vb Gayrimüslimlerin yaşadıkları bölgelerde mağazalar, kiliseler, hatta mezarlıklar bile tahrip edilmiş ve yağmalanmıştı.

Yahudi, Süryani, Keldani ve Ermenilerde Selanik provokasyonun açık hedefi oldular. Rumlar asıl hedef gösterildi.

Evini, işyerini kurtarmak isteyenler ellerine Türk bayrağı alıp ‘’Ne olur yapmayın, ben Türküm, Türk vatandaşıyım’’ diye yalvarıyorlardı. Kimileri pencere ve kapı önlerine Türk  bayrağı asıyordu. 

Türk ırkçılığın bu kadar rahat sergilenmesi, nefret söyleminin bu kadar kolay dışa vurulması, intikam çağrılarının böylesine pervasızca dillendirilmesi ürperticiydi. 

Türk ırkçılığı, yüzleşilmeyen en derin hakikatlerinden biridir. Gündelik hayatta çeşitli kılıklarda sıkça rastladığımız bir davranış şeklidir. Siyaset, yönetim ve medya dünyası da ırkçılığın normalleşmesini adeta teşvik ediyor. Yargı da, egemen Türkçü ırkçılığı ve devlet politikalarıyla örtüşen nefret söylemini suç olarak görmüyor. 

Toplumsal barışı demokratik temeller üzerine inşa etmek istiyorsak, samimi ve serinkanlı bir yüzleşme politikası izlemekten başka çare yok! 

1955 de İstanbul'da “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları yapanlar belli değil mi?

 Bilindiği gibi 1955 de Istanbul ve İzmir'de 6-7  Eylül saldırıları baştan beri "Özel Harp" tezgahlı bir provakasyondu. Türk medyası "Özel Harp" den hiç söz etmedi ta ki Sabri Yirmibeşoğlu itiraf edene kadar. 

6-7 Eylül saldıraları;  birkaç kendini bilmez olarak açıklanmıştı. İlgili ve ilgisiz bazı siviller göstermelik cezalandırıldı. 

Oysa baştan beri hazırlanmış ırkçı  bir projeydi.

 6/7 Eylül'de, saldırıya uğrayan esnaflar, dükkanları yağmalananlar, yakılıp yıkılan evler, kiliseler, işyerleri hep ama hep azınlıkları temizleme kampanyası olarak başlatılmıştı.

O dönemin DP hükümeti “Kıbrıs Türk'tür, Türk kalacaktır” kampanyası başlatmıştı. Buna bağlı olarak İstanbul ve İzmir Türkleşmesi düşünülmüş olmalı ki, her tarafa "Vatandaş Türkçe Konuş" afişleri yapıştırılıyordu. Dükkanlar, tramvaylar, otobüslerin camlarına yapıştırılan bu afişler ve üniversitelere dalga dalga yayılan ırkçılık geçmişin bir tekrarı gibi saldırgan kimliğini göstermişti. 

Türk milliyetçiliği ırkçılıktan ve şovenizm‘den başka neyin göstergesi olabilirdi? 

Bu dehşeti yönlendirenler arasında Orhan Birgit'in de yer aldığı ortaya çıktı. Bu zatı alem bu dehşet ortamından sonra CHP'de önce milletvekili sonra da Devlet Bakanı oldu.

Türkiye'de devlet eliyle yapılan tüm katliamlar ve vahşetler ayyuka çıkması hep zaman aşımına uğratılmıştır. 

Faili belli cinayetler, insan kemikleri ve ölüm kuyuları ortaya çıkarılmasına rağmen hala sağır ve kör olanlar bu cinayetleri ne görmek ne duymak ne de inanmak istenmiştir. 17.500 faili belli cinayetler hala inkar ediliyor. 

Cumartesi Anneleri'ne saldırılar hala devam ediyor. Provokasyonlara, yalanlara dolanlara inananlar var olmaya devam ediyorlar.

Irkçıların ve dincilerin bizzat sorumlu olduğu katliamlar hasır altı ediliyor. Sürgün-soykırım ve talan tarihin sayfalarına düşmesine rağmen inkar ediliyor.

Varlık vergisi uygulamaları ve Aşkale çalışma kamplarına sürülen azınlıkların mallarına el konulması bu coğrafyanın kara bir tarihi olmasına rağmen inkar ediliyor (Salkım Hanım'ın Taneleri filmi varlık vergisi dönemini gösteren önemli bir filmdir. İzlenmelidir. Yine Güz Sancısı filmi 6-7 Eylül olayını gözler önüne seren film izlenmelir)

Düşünsenize şöyle bir;  Bir dinamit İstanbul'u, Ankara'yı ve İzmir'i tarumar ediyor. Türkçülük şahlanıyor ve komşularının evlerini, isyerlerini, kiliselerini yağmalayan Türkçüler ve dinciler Müslüman olmayanları öldürecek.  

Bu nasıl bir vahşet bu nasıl bir barbarlık.  

Bu nasıl bir kindarlık?

Nasıl bir şey 

Tek dil, Tek din diye diye kavimler kapısının penceresine 

Irkçılık çekmek?

Nasıl bir şey

Irkçılığın ve dinciliğin saldırılarını sloganlaştırmak nasıl bir tahammülsüzlük?

Düşünsenize şöyle bir; Gurur duyulan Laiklik adına; farklılıklar, farklı kültürler ve diller düşmanlaştırıldı.

Laiklik; eşitce çözülememiş ülkeler için her zaman barış içinde yaşamanın karşıtı olmuştur. 

Düşünsenize şöyle bir;

Müslüman ve Türk olmayanların evlerinin, işyerlerinin, dini ibadet yerlerinin yakılıp yıkıldığı günler değil mi? 

Kızılbaş-Aleviler ve Kürdler için de bu vahşet bu  barbarlık hep olageldi, Cumhuriyetten beri. 1925’te tekke zaviyeler kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı hizmete sokuldu. Ve "her şey Türke göre" oldu. 

O dur, budur farklılıklar, farklı düşünenler hep düşman görüldü ve görülmeye devam ediyor.