İnsanlığın başına geçmişten günümüze kadar bela olan ırkçılık, en son Amerika'da Minneaopolis kentinde ırkçı polisler tarafından öldürülen siyahinin ardından gelişen yaygın protestolarla dünya kamuoyunun gündemine oturdu.

Amerika'da 16 eyalet de 25 şehirde beklenmedik kitlesel gösteriler, yer yer yağmalamaya ve polis karakol binalarının yakılmasına kadar giden protestolara dönüştü. Buna İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde dayanışma gösterileri de eklendi.

Uluslararası ırkçılık karşıtı eylemlere dönüşen bu gelişme, insanlığın başına bela olmuş ırkçılığa "Yeter artık !" demede olumlu gelişme. Özellikle, dünyanın 1 numaralı süper gücü emperyalist-kapitalist ülkesi olan ABD'de böylesi bir gelişmenin yaşanması insanlık açısından umut veren bir gelişme.

Bir anda kendiliğinden ortaya çıkan onbinlerce ırkçılık karşıtı gösteriler, Amerika'da devlet bünyesindeki ırkçı-faşist kökleri sökme eğiliminde çok geniş bir potansiyelin olduğunu ortaya çıkardı. 1960'ların sonunda öldürülen Martin Luther King'den sonra genelde kabuğuna çekilmiş gözüken toplumsal muhalefet, şimdilerde kabuğundan tekrar çıkmaya başladı.

Trump ulusal muhafızlarını göstericilerin üzerine salarak bu muhalefeti bastırma tehditleri, birikmiş öfke ve nefreti daha da açığa çıkarmaktan başka bir işe yaramayacak. Irkçılığa karşı artık Pandora'nın kutusu açılmış durumda. İnsanlık, sadece Amerika'da değil, dünyanın diğer bölgelerinde de siyasi ve ahlaki olarak ırkçı-faşist akımları köşeye sıkıştırmaya başladı. Her ne kadar bazı ülkelerde, Brazilya'da olduğu gibi sağcı iktidarlar yönetime geldiyse de, genelde ırkçılık eski gücüne ulaşamaz duruma düştü ve hem ahlaki hem insani olarak savunma zorlukları yaşamaya başladı.

17. ve 18. yüzyılda Afrika'dan Amerika'ya vahşice taşınan siyahi kölelerin beyaz efendileri, beyaz ırkın siyah ırk üzerinde her türlü hak ve üstünlüğe sahip olduğunu bizzat kilisenin, yani papa'nın onayı ile meşrulaştırıyordu.

O dönem kilise destekli ırkçılık, ten rengine dayalı siyah-beyaz arasındaki üstün ırk teorisine göre tanrının bir kararı gibi ifade ediliyordu. Bu, daha sonra Avrupa'da, özellikle İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde kiliseden bağımsız bilimsel araştırmalar ve açıklamalar getiren ırkçı bilim adamları sayesinde daha da sistemleştirildi. Hepsinin ortak noktası beyaz ırkın siyah ve diğer sarı, kızılderili insan topluluklarından üstün olduğu noktasında hemfikir oluşlarıydı.

Bu sözde bilim adamları, kilisenin kaba ırkçılık gerekçelerini daha da "Bilimsel" temellere oturtmak için ellerinden geleni yaptılar ve hepsinin amacı, sömürgeciliğe soyunmuş kendi ülkeleri'nin (İspanya, Portekiz, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika vb.) krallarına, burjuvalarına, yönetici sınıflarına sömürgeci politikada ideolojik kaynak olmaktı.

Üstün ırk ideolojisini en acımasız ve barbarca kullananı Hitler oldu. Sonuçları malum.

Daha sonraları ırkçılık çeşitlendi, farklı biçimlere büründü. Kan bağına endeksli üstün saf ırk teorisine, üstün ülke teorileri eklendi. Fransa, ABD, İngiltere burda Alman ırkçılığından ayrı bir ırkçı milliyetçi ekol yarattılar. Bunda, sömürgelerden getirilen eski kölelerinde az da olsa sömürgeci politikalardan nasiplenmeleri ve beslendikleri düzenin sadık bekçileri haline gelmelerinin önemli rolü oldu. Yani bir dönem ırkçılığın kurbanı olanlar, daha sonra ırkçılığa ortak oldu.

Buna en iyi örneklerden biri İsrail'dir.

Hitler tarafından ırkçı-faşist soykırıma uğrayan Yahudiler, 1948 sonrası kendi devletleri olan İsrail'i kurduklarında, kendi milliyetçi ve ırkçı ideolojilerini yarattı. Araplar'a karşı verilen savaşlarında işte bu ideolojiden beslendiler, hâlâ da besleniyorlar.

Bu da doğal olarak Yahudi karşıtı Arap milliyetçiliğine kaynaklık etti. Irkçılık ve milliyetçilik her zaman egemen sınıfların ve devletlerin yukardan aşağı istedikleri toplum biçimini yaratma projesi olarak kullanıldığı bir araç oldu.

Din, dil, kültür tarihsel birikimleriyle yönetici sınıfın üstün ırk yaratma projesinde cömertçe kullanıldı ve yönetici sınıfa biat eden, ona göre dizayn ve disipline olmuş, tekleştirilmiş bir topluma dönüştürüldü.

İnsanların herhangi bir ortak dil, din, kültür ve coğrafyada bir yere ait olma isteği bilinç altında hep olmuştur.

"Sürüden ayrılanı kurt kapar" atasözü bu olguyu en iyi açıklayan cümledir.

İşte bu yüzden, insan gruplarının doğdukları coğrafyada kendilerine aktarılan dil, din, kültür değerleri etrafında kümelenmeleri kendiliğinden olan kolay bir birleşmedir. Daha sonra bu kümeleşmelerin yabancı olan diğer gruplara karşı refleksleri hem yabancıya karşı bir korkuyu içerir, hem de kendini ona karşı koruma güdüsü ile üstünlük taslama ihtiyacını hisseder.

İşte tam da bu nokta da, "Üstün ırk" teorisi onun için meşru bir ideoloji olarak kolay benimsediği silaha dönüşür. Konuşurken 'Onlar ve biz' diye kendini diğerlerinden ayıran tanımlamalar, bilinç altına yerleşmeye başlar.

Ve biz Almanlar, biz Türkler, biz Yunanlılar, biz Kürtler, biz Ruslar gibi kendi ortak değerleri ile onlar ve biz diye ruhsal sınırlar çizmeye başlarız. Oysa, biyolojik, anatomik, psikolojik, genetik yanlarıyla bilimsel olarak birbirlerinden üstün olan hiç bir özellikleri yoktur. Son bilimsel bulgular bunu kesin verilerle kanıtlamıştır.

Farklı dil ve kültürel değerler tümüyle sosyolojik bir aktarımdan başka bir şey değildir.

Yeryüzünde 4 binden fazla farklı dil ve kültür var. Irk teorisine inanacak olursak 4 bin ırk, 4 bin farklı kan grubu olması gerekirdi ama öyle değil.

Tüm dünyadaki insanların her coğrafyada 4 aynı kan grubu var. Genomlarıda yüzde 97 aynı, geri kalan yüzde 3'lük farkda bulundukları coğrafyada mutasyona uğramış genetik farklılık. Bilim, yakın zamanda bunu belgelemiştir.

Tüm bunlar bize ırkçılığın bilimsel olmadığını, milliyetçiliğin ise uyduruk bir üstünlük taslamak olduğunu ve insanları yapay düşmanlıklarla birbirine düşürdüğü gerçeğini gösteriyor.

İşte bu yapay virüsle mücadele etmek dünya barışı için bir zorunluluktur.