İlhami’yi, bir taziye ile geçiştirilmemeyecek kadar devrim davasında iz bırakmış bir devrimci olarak düşünüyorum. Bu kısa satırlar bu nedenle kaleme alınmıştır.

Bunun için öncelikle ortak anılarımızdan bahsedeceğim. Bunu yaparken Kurtuluş örgütünün kaptanı ve kurucu lideri olarak, onu değişik yönleriyle tanıtmaya çalışacağım.

1969-1970'li yıllarda ki birkaç yaşanmışlığa değinerek yazıma başlayabilirim.

Birincisi; Eski Meclisin İşgali için 5000 kişilik bir kitleyi Dil-Tarih-Coğrafya’nın yani bizim okulun önünde toplamıştık. Sanırım bu toplantıya (veya benzer bir başka mitingde olabilir) İlhami her zamanki takım elbiseli haliyle ve yanında kız arkadaşı Ayhan ile katılmıştı. Tabii pasaklı aylarca yıkanmamış ve saç-baş karışık halimle(güya Che’ye öykünüyordum) İlhami’ye o müthiş ‘devrimci’ eleştirilerimi gülerek yapmaya başladım: ‘devrimciliğin bu tür kıyafetle olmayacağını’ vb. laflar etmiştim. İlhami ise gülerek “banyo yapıp kılık kıyafetini düzeltirsen, bak senden hoşlanan kızlar varmış Ayhan söylüyor” dediğinde suspus olduğumu hatırlıyorum.

İkinci anımı MAHŞERİN BEYAZ ATLISI kitabımdan aktarıyorum: “TİP içindeki bu kampanyayı (Bilgi: Bu kampanya TİP binalarına saldırı biçiminde oluyordu) sanırım Kaptan İlhami Aras yönetiyordu. … Siyasal kantininde veya eylemlerde karşılaştığımızda sadece selamlaşıyorduk. Fakat TİP içinde yürütülen bu çalışma sırasında sık sık bir araya geliyor ve onun programına göre militan desteğimizi sağlıyorduk.” (ABİDİNPAŞA TOPLANTISI VE A.Ş.K.'IN YOKOLUŞU başlıklı bölümden)

Üçüncüsü ise lanet ile anımsadığım bir geçmiş ile ilgili: birilerine polis diyerek Siyasal Yurdu'nun bodrumundaki odalarında işkence yapıyorduk bazı masum devrimcilere. Bu konuyu da kitaptan aynen aktarıyorum: Mahir(Çayan) dâhil herkes bizimle saygılı, ölçülü, adeta rica eder gibi konuşuyordu. Daha sonraları bu konuyu değerlendirdiğimiz bir sohbetimizde İlhami Aras bana şunları söylemişti: ‘Aşağıda birilerinin sorgulandığını duyunca ben de yapılanları izlemeye başladım. Baktım ki işkence görenler bundan kurtulmak için ilgisiz isimler vermeye başlamışlardı. İşkenceyi yönetenler de bu isimleri alıp getiriyorlardı. Düşündüm ki burada fazla gözükmeyeyim. Bakarsın işkence edenin aklına o an isim gelmez ve beni orada gördüğü için beni de söyler diye bir daha aşağıya inmedim.’ (İŞKENCE VE SAMİ İLE HESAPLAŞMA bölümünden)

Dördüncü ve en önemli anılarımdan biri de THKP-C’nin ilk kuruluş toplantısından. Siyasal Bilgiler Fakültesinin Basın-Yayın Yüksekokulu adlı ek binasında bir Pazar günü gizli bir toplantı yapmıştık. Toplantıda hatırladığım kadarıyla şu arkadaşlar vardı: Yusuf Küpeli, Mahir Çayan, Münir Ramazan Aktolga, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Hüdai Arıkan, Bingöl Erdumlu, İlhami Aras... (MAHŞERİN BEYA ATLISI kitapta bu konuda geniş bilgi mevcut)

YIL 1974 SONU 1975

74 Haziranında afla içerden çıkmıştım. Ankara’da örgütlenme için bir araya gelmek gerekir diye konuştuğum arkadaşlardan biri de İlhami’ydi. Nihayetinde onun Emekteki evinde örgütlenmek için toplandık. Toplantı bir türlü başlamıyordu. Bunu sorduğumda birisi ‘O…’ı bekliyoruz’ deyince ben toplantıyı terk ettim ve uzun dönem İlhami’yle bir araya gelmedim. Taki Şaban İba beni Develi’den arayıp: ‘O…’dan büyük bir kazık yedik, sen haklı çıktın acele gel!’ deyip çağırana kadar. İlhami dâhil 7-8 kişi bir araya gelmiştik. Fakat onlar başka, ben ise başka havalardaydım.

NOT: 78 SOKAK ÖZGÜR FAKAT KANLIYDI adlı kitabın DEV-YOL-KURTULUŞ AYRILIĞINA GİDEN YOL ve diğer bölümlerden bu konuda geniş bilgi alabilirsiniz. Ayrıca kitapta M. Sayın’ın kaleme aldığı DEVGENÇ’TEN GÜNÜMÜZE DEVRİMCİ HAREKET VE KURTULUŞ adlı yazının Birlik Sürecinin İflası bölümünden bir bölümü de okuyabilir ve İlhami’nin nasıl günah keçisi ilan edildiğini izleyebilirsiniz.

YIL 1976-80   

Kurtuluş hareketiyle, örneğin DTFC Fakültesindeki faşist işgali kırma mücadelesini yönettiğim aşamada da herhangi ciddi bir ilişkim yoktu. Şaban aracılığıyla ilişkim sürüyordu. Fakat birçok militanla, hatta GSB(Genç sosyalistler Birliği) adlı örgütlenmeyle ciddi ilişkilerime rağmen ayrı bir örgütlenme işine girişmedim. Çoğu zaman Şaban ile ara sıra da İlhami’yle bir araya geliyor ve sorunları tartışıyorduk.

Benim temel tezim ‘en iyi öncü savaşı biz yaparız’ iki yüzlülüğünden vazgeçmemiz ve Yol ayrımını palyatif değil sınıfı temel alan bir stratejiyle ortaya koymamız şeklindeydi. İlhami ise bunun var olan gerçeklerle çatıştığını ve benim hayal kurduğumu ve de şöyle dediğini hatırlıyorum: “ Hep bildiğini okuyorsun”

1978 yılı itibariyle İstanbul’a yerleşmiş ve evlenmiştim. Kendimde örgütlenme yapacak teorik bir gelişmişlik ve de ilişkilerin buna imkân tanımadığını görerek, Kurtuluş grubuna katılıp İstanbul komitesinde yer almıştım. Bu süre içerisinde İlhami’yle hatırladığım birkaç buluşmamız oldu. Bunlardan iki çarpıcı anıyı aktarmak isterim.

Birinci karşılaşmamız: Kurtuluş Grubu'na yönelttiğim eleştirilerimden biri de kadro politikası üzerineydi. Bunun için bir eğitim, konferans vb. türden etkinliklerin yapılması gerektiğini sürekli dile getiriyordum. Fakat merkezi olarak bir çalışma olmayınca harekete geçip İstanbul’da yönetimimizde olan Tüm-Döküm-İş’te, bu konuyu kadrolarla tartışmaya başladım. Tartışma canlı, hepimiz için aydınlatıcı ve heyecan verici oluyordu. Sanırım merkezdeki arkadaşlara yakın olanlar onları uyardı ki toplantıya merkez adına İlhami katıldı. Toplantıyı izledi ve sonunda söz alıp “konuyu merkez olarak ele alacaklarını ve bu tür bir toplantı yapmamıza gerek olmadığını” açıkladı. Yani toplantı yasaklanmıştı. (78 SOKAK ÖZGÜR FAKAT KANLIYDI adlı kitabın TARTIŞMAYI BAŞLATIYORUM bölümünden)

İkinci karşılaşmamız 1979 yılı yazında oldu. Örgütün gizlice organize ettiği bir konferansa katılmıştım. Konferans Bodrum bölgesinde bir adada yapılıyordu. Fakat İlhami ile herhangi bir konuşmamız olmadı. Konferans merkezdeki farklı kliklerin tartışması biçiminde geçiyordu. Ben ise, hazırladığım üç ayrı tezin, heyecan ve sabırla tartışılacağı günü bekliyordum. Sanırım üçüncü gündeydi: ‘polis yerimizi tespit etti’ diyerek toplantı dağıtıldı. Üzülmüştüm ta ki Tüm-Döküm-İş Başkanı ve gerçekten iyi niyetli Fehmi Bayraktaroğlu gerçeği bana anlatana kadar. Bunu aynı kitaptan aynen aktarıyorum:

 “Oldukça safmışsın be Selçuk! Toplantının hala neden dağıldığını bilmiyor musun? Aramızda kalması ve kimseye söylememen şartıyla olanları anlatmak istiyorum. Niye dersen? Senin bu iyi niyet ve çabanın karşısında yapılanları her şeyden önce devrimci bir tavır olarak görmüyorum.   

Merkez komiteden iki kişinin konuşmasına tanık oldum. Sanırım beni önemsememişler veya farkıma varmamışlardı ki konuşuyorlardı:

-Yahu bu Selçuk’la ne yapacağız?

- Bilmiyorum ki şimdi onunla mı uğraşacağız.

- En iyisi yerimizi polis tespit etti diyerek dağılalım.” (Kitabın FEHMİ BAYRAKTAROĞLU AÇIKLIYOR: “SENDE OLDUKÇA SAFMIŞSIN BE SELÇUK” adlı bölümünden)

Bu komploda İlhami’nin de payı olduğunu düşünmüş ve o tarihten itibaren; komünizm ve örgütlenme konusunu bir güç savaşı ve hile üzerine kuran, merkezdeki bu arkadaşların devrimci olmadıkları sonucuna varmıştım. İlhami ise, 1983 cezaevi sürecinde ki polisteki direnişiyle bu tespitimin dışına çıkmıştı.

12 EYLÜL METRİS

1980 Kasım ayında yakalanmış ve 1981 yılı yazından itibaren Metris'te Kurtuluş hareketini yönetiyordum. Mors alfabesiyle en uzak koğuşlarla bile haberleşiyorduk. Yanımda bulunan H. Topcuoğlu gibi arkadaşlar vasıtasıyla mesaj ve kararlarımı, hemen arkamızdaki koğuşta ki Fikret Çolakoğulları’na aktarıyor, o da bir başka koğuşa gönderiyor sonuçta Kurtuluşçu olanlar ve diğer örgütler bundan haberdar oluyordu. Tüm örgütler de aynı yöntemle çalışıyorlardı. Cezaevindeki siyasi taktiğimiz esas olarak idarenin her baskı ve yaptırımına karşı direnmek üzerine kurulmuştu ve Dev-Sol ve de TİKB ile ortak hareket ediyorduk. Yani elbise giymiyor, marş okumuyor ve her türlü baskıya direnişle karşılık veriyorduk. 1983 yılında İlhami yakalanmış ve Metris'e gelmişti. Yönetimde olan C. Polat, izlediğimiz siyasi taktikle ilgili İlhami’nin kararını bana iletti: Şöyle diyor dedi:“Kurtuluş örgütünün cezaevindeki direniş çizgisine uyacağını fakat elbise giymeme tavrının düşünülmesi gerektiğini”.  

1984 yılında yani Sağmalcılar Cezaevi'ne henüz gitmeden önce Metris Yönetimi, tüm örgütlerin liderlerini (sanırım 30-40 kişiyi) Tecrit denen bir koğuşta toplamış ve baskılara başlamıştı. İlhami’yle birlikteydik. Her gün kıç falakası atılıyor ve sırada bekliyorduk. İlhami’yle sık sık ‘sen önden buyur’ mavrası yapardık.

İlhami’yle stratejide aynı görüşleri savunuyor olsak da taktik ve kadro anlayışında farklı noktalardaydık. Geçmişteki devrimci liderler gibi bizler de kitlelerle ciddi hiçbir ilişki yaratamadık. Fakat iki noktadan bahsetmeliyim: birincisi; onun organizasyonuyla Kurtuluş militanları, Türkiye’nin en popüler ve zekâ dolu banka soygunlarını yaptılar. İkincisi ise daha önemli; İlhami ve kurtuluş örgütlenmesi, Kürd sorunu konusundaki yaklaşımıyla, egemen sınıfın Tekçi ve Irkçı anlayışına karşı önemli bir düşünceye imza attı. İlhami de kitlelerle organik bir bağ ve gelenek yaratılmamış da olsa, M. Belli, H. Kıvılcımlı, Ş. H. Değmer, R. F. Baraner gibi devrimin bayrağını yükseklerde tutmayı başardı. Bu nedenle o, direnenlerin hafızasında ve kalbinde hep yaşayacaktır.

Onu sevgiyle anıyorum.