2020 yılı, şu açıdan ilginç bir yıl: Hegel’in 250., Engels’in 200., Lenin’in ise 150. doğum yılını simgeliyor. Lenin ile Hegel arasında 100 yıl; Engels ile 50 yıl fark var. Hegel (1770-1831), Engels (1820-1895) ve Lenin (1870-1924) yılları arasında yaşadılar. İnsanlığa çok katkıları olan bu üç büyük insanı anmak benim açımdan önemli.

Bu vesileyle, bu yazıda, çok iyi anlaşıldığı sanılan, fakat en az anlaşılan iki konuyu (diyalektik ve materyalizm-idealizm ilişkisi) ele alma gereğini hissettim. Bu iki alandaki eksik bilgilerin, politika üzerine olumsuz sonuçlar yarattığını, II. Enternasyonalin sosyalizme ihanet etmesinde görmek mümkündür. Avrupa işçi sınıfı hareketinin 1914’de başarısızlığa uğramasının nedenlerinden biri; ‘öznel’ etkenlerin, yani sınıf bilincinin, ‘nesnel’ gerçekliğin gerektirdiğinin gerisinde kalmasıydı. Dolayısıyla felsefe ve politika arasında ince bağlar olduğunu kavramak gerçekten önem taşıyor.

Marx’ın diyalektik bakış açısının en önemli yanlarından biri; teori ile pratiğin birliğidir. Teori ile pratiğin birliği; çok sık kullanılan, ama içeriği çok iyi anlaşılamayan konulardan biridir. Bu nedenle; kısa da olsa, bu birliğe birkaç cümle ile değinmek isterim.

Gerçekliği ‘kavramak’, hem teorik hem de pratik boyutu gerektirir. Şöyle ki; insan, yalnızca düşünerek değil, aynı zamanda yaparak bir şeyi kavrayabilir. Bir örnek vermek gerekirse; insan denize girmeden yüzmeyi öğrenemez; bisiklete binmeden bisiklet sürmeyi öğrenemez. Politik alana aktarılınca şu olgu gündeme gelir: Gerçekliği kavramak, onu değiştirmek yoluyla mümkündür. Dolayısıyla gerçekliği değiştirecek özneleri, araçları bulup çıkarmak ve etkin olmalarını sağlamak büyük önem arz etmektedir.

Hegel felsefesinin, özellikle diyalektiğinin önemi şundan kaynaklanıyor: Burjuva toplumundaki olguları, bilinç biçimlerini anlamak için, çok değerli olan düşünsel araçlar sunmaktadır. Bu nedenle Marksizmin karşıtları da ondan yararlanmaya çalışmışlardır. Hegel felsefesini; belli bir teoriye sahip olmadan, deneyimleri, olguları vb. anlamak zordur. Örneğin; belli konular (Elips, daire, küre, matematik vb.) üzerine teorik bilgisi olmayan, bir gök bilimcisi, teleskopla evreni izlese bile bir şey anlayamaz. Teori olmadan, olgular dilsiz ve suskundur. Olgular, teorik bilgisi olanlara bir şey anlatır. Dolayısıyla teori (felsefe) ile politik arasında bağlar olduğunu göz önüne sermek önemlidir.

Amacım, cevap vermekten çok, sorular ortaya atmak, daha doğrusu doğru soruların nasıl sorulacağını ortaya çıkarmaktır. Diyalektik nedir? Diyalektik hem doğa hem de toplum için geçerli midir? Öznelliğin olmadığı doğa ile, özne-nesne ilişkisine dayanan toplumsal olguların diyalektiği aynı olur mu? Olmazsa aralarındaki fark nedir?

İlkin Hegel’in doğa ve tarih arasında yaptığı ayrım konusuyla başlayalım.

Hegel felsefesinde Doğa ve Tarih arasındaki Fark

18. yüzyılda doğadaki ve tarihteki gelişmeler arasında fark olduğuna ilk dikkati çeken düşünür; İtalyan tarih ve hukuk filozofu olan Giambattista Vico (1668-1744) idi. Hegel’in, Vico’dan haberi olmadığı, onun eserlerini görmediği anlaşılıyor. Çünkü Hegel’in eserlerinde Vico’ya hiçbir gönderme yapılmamıştır.

Hegel’in; Aydınlanmanın ilerleme anlayışının öncülerinden biri olan Fransız Filozofu Condorcet’a da (1743-1794) bir göndermesi yok. Buna karşın, bu iki filozofun; yani Vico’nun tarih anlayışı ile Condorcet’in ‘ilerleme’ fikrini birleştirdiğini kendisi de bilemedi. Hegel, Tunuslu düşünür İbn Haldun’un Vico’dan çok önce geliştirmiş olduğu tarih anlayışından da habersiz görünüyor.

Vico, Die Neue Wissenschaft (Yeni Bilim) adlı eserinde, doğa tarihi ve insanlık tarihini birbirinden ayırdı. Vico önemli bir saptama yaptı: İnsanlar doğayı yaratmadılar; ama tarihi yarattılar. Bu saptamayı ilk yapan filozof olan Vico açısından, “insan ancak kendi yarattığı şeyi tam olarak bilebilir.” İnsanlık tarihi ise, insanın etkinliğinin ürünüdür. Dolayısıyla toplumsal-tarihi incelemek suretiyle, hakikatin bilgisine ulaşılabilir. İnsanlık tarihini insanın kendisi yaptığı için, tarihin derlenmesi daha kolaydır. Antikçağ düşüncesine çok saygı gösteren Vico, o çağın mantığını sahiplenerek, tarihin çevrimsel hareketiyle, bir başka deyişle uygarlıkların yükselişi ve çöküşü ile ilgilendi. Vico bu durumu corso (yükseliş) ve ricorso(çöküş) olarak adlandırır. Corso’nun amacı, insanlığı ve Usçuluğu gerçekleştirmektir. Usçuluğun gerçeklemesi ise bir dönem sonra, karşıtına, irrasyonalizme ve anti-hümanizme dönüşür ve toplum çökmeye başlar.

Vico’nun; Yeni Bilim olarak adlandırdığı eserinde iki görüşü önemlidir. Vico, Tarih biliminin önemini göstermekle kalmamış, bu bilimi, diğer toplumsal alanlarla (şiir, ahlak, gelenek, politik gelişme vb.) birleştirerek, bir insanlık bilimi yaratmaya çalışmıştır. Bu görüşü, ufuk açıcı olmuştur. İkinci önemli görüşü, yukarıda ifade edildiği gibi şudur: Doğa’nın tarihini biz yapmayız; ama insanlığın tarihini biz yaparız. Tarih, insanların eseridir; bu nedenle ‘insan kendi yarattığı eserini bilir’ diyerek, insanın etkinliğinin önemini bilince çıkarmıştır.

Vico; insanlık tarihini, sonsuza dek tekrarlanan, üç aşamalı, döngüsel bir model olarak tasarladı. Bu üç aşamayı; Tanrılar Çağı, Kahramanlar Çağı ve İnsanlar Çağı olarak adlandırdı. Ona göre her çağda, insanlar doğa ile belirli bir ilişki geliştirirler. Doğa ile olan ilişkileri ise toplumsal hayatı örgütledikleri kurumlara da yansır.

Hegel, de Vico’ya benzer bir biçimde tarihe yaklaşıyor. Dünya tarihine Us (akıl) açısından yaklaşarak, Usçu olanın ilerlediği görüşünü savunur. Us’un tarih-toplum alanında Geist olarak ortaya çıktığını düşünür. Geist ise; bilinç-irade-eylem üçlüsünü içeren yaratıcı etkinliktir. Geist kendi içerisinde; halk-tini, devlet-tini, bireysel-tin vb. gibi biçimlere bürünür.

Hegel’e göre, doğadaki gelişme ile toplumdaki gelişme arasında önemli farklar vardır. Peki, nedir bu farklar? İlkin ‘doğa’ denildiğinde, veya ‘doğadaki gelişme’ dendiğinde kastedilen nedir? Cansız doğa (taş, gezegenler) ile canlı doğa (bitkiler, hayvanlar ve insanlar) ayrımı yapmak gerekmez mi?

Hegel, Mantık Bilimi adlı eserinde, cansız dünya (Taş) ve canlı dünya (bitki) ile bilinçli canlı (insanı) karşılaştırıyor. Hegel’e göre cansız varlık olan Taş, kendi sınırlarını aşamaz. Bu anlamda, bir taşın bir iç dinamiği, iç çelişkisi ve bilinci yoktur. Taşı etkileyen dış koşullardır; Taş; yağmurda ıslanır; baltaya direnir; üstündeki belli bir ağırlığa dayanabilir. Taş, kendini değiştiremez, onu değiştiren dış kuvvet (balta, yağmur vb.) vardır. Taşın varoluşu, bilinçli bir varoluş değildir; taş öznellikten yoksundur. Dolayısıyla cansız doğanın ne bir iç dinamiği, ne bilinci, ne de herhangi bir amacı vardır.

Oysa bitki; belli bir ‘öznelliğe’, iç-dinamiğe sahiptir; çünkü bitki, serpilip, gelişmektedir. Örneğin bir tomurcuk, çiçeğe; çiçek ise meyveye doğru gelişen bir devinime sahiptir. Bu yüzden, bitki, taştan daha fazla bir 'özne' olma özelliği göstermektedir. Çünkü bitkinin gelişiminin çeşitli evreleri, onun kendisinden doğmaktadır; bu evreler, bitkinin varoluş biçimidir; bitkinin yaşamının evreleridir ve ona dışarıdan dayatılmamışlardır. Ancak bitki, bu gelişimi ‘kavrayamaz’; kendi öz gelişiminin ‘bilincine’ varamaz. Bu nedenle, bitki kendi olanaklarını, bilinçli bir şekilde varlığa dönüştüremez. ‘Bilinç’ ve bilinçli dönüştürme, gerçek özne olma, yalnızca insana özgüdür ve insanın varoluş biçimidir. Hayvan dünyası, bitki dünyasından daha fazla bir ‘öznelliğe’ sahiptir. İçgüdüleri, sezgileri vb. vardır. Ama hayvanda Us ve Ussallık yoktur. Yalnızca insan ve toplum yaşamında, Us, Ussallık, amaçlı ve bilinçli bir etkinlik olarak mevcuttur.

Hegel’e göre doğadaki gelişim; döngüsel olarak yinelenen bir harekettir. Bu nedenle ‘güneşin altında yeni bir şey yoktur’. Doğadaki gelişim; dolaysız, karşıtsız ve engelsizdir. Ayrıca kavram ile onun gerçekleşmesi arasına bir şey girmez, yani doğadaki gelişme, bilinç ve irade etkinliğine dayanmaz. Oysa tarih ve toplumda durum farklıdır. Tarihsel-toplumsal gelişme, doğadaki gibi döngüsel bir yineleme değildir. Çünkü toplum yaşamında sürekli bir değişim ve ilerleme vardır. Ayrıca değişim ve ilerleme, bilinç ve irade aracılığıyla gerçekleşir. Hegel’in deyişiyle Tin; kendi karşıtı olan nesnel bir şeye dönüşür; bu yeni nesnellik üzerinden tekrar kendine dönmek, yeni bir Tine geçmek ister. Ancak Tin, kendisinin karşıtı ve düşmanı olan nesnelliğin üstesinden gelmek zorundadır. Bu nedenle, doğada sakin ve dingin bir biçimde seyreden gelişme, toplumsal yaşamda, sonsuz bir kavga ve mücadele olarak ortaya çıkar. Toplumsal yaşamda gerçekliğe ve aşınmış Tine karşı mücadele ise yeni bir Tine ihtiyaç duyar. Toplumdaki çelişkileri aşmak, yüksek bir bilinci ve bilinçli müdahaleyi gerektirir. Yüksek bilinç ise, bireysel özgürlük temelinde oluşur.

Hegel’e göre diyalektik, anlaşılması en zor olan bilimlerden biridir. Neden mi? Bunu gelecek yazıda ele alalım.