Misafir işçiler, Kürtler, "Erdoğan göçmenleri" - Almanya birçok Türkiyeli göçmenlere yurt oldu. Onlar da, Almanya ile değişirken Almanya'yı da değiştirdiler. Bir bilanço.
Cem Özdemir anlattı geçenlerde: Bir göçmen ailenin çocuğu olarak gittiği ilkokulda en arka sırada otururmuş hep... Bir gün öğretmenleri, ilerde ne tür bir okula gitmek istediklerini sormuş. Cem "Gymnasium" deyince, bütün sınıf kahkaha atmış. Bir göçmen çocuğunun üniversite hayali kurması pek komik gelmiş arkadaşlarına... İşin acı yanı, gülenler arasında öğretmeni de varmış. Özdemir bunu anlatırken hala o günü yaşarmışçasına, "Sonraki başarımda, o kahkahanın rolü büyüktür" dedi.
Tabii herkes Cem Özdemir gibi yaşadığı itilmişliği başarı hırsına dönüştürüp Almanya'nın yeni kabinesinde görev alma ihtimaline kadar taşıyamıyor.
Bugün 60. yıldönümü kutlanan işgücü anlaşmasıyla Türkiye'den Almanya'ya gelen yaklaşık 900 bin kişiden pek azı, bu önyargı zincirini kırıp yükselebildi. Anadolu'dan kalkan trenlere bindiklerinde, bu uzak ülkeye birkaç yıllığına geçici işçi olarak gittiklerini düşünüyorlardı. "Misafir"likleri, tahmin edilenden çok daha uzun sürdü. Üç kuşak kaldılar burada... Beraberlerinde ailelerini, kültürlerini, sorunlarını da getirmişlerdi. Canlarını dişlerine takıp "Alman mucizesi"nin doğuşuna omuz verdilerse de hep Türkiye'de "Alamancı", Almanya'da "yabancı" diye anıldılar.
Özelde Anadolu, genelde Ortadoğu, huzursuz bir göçmen coğrafyasıdır. Üzerine binene huysuzlanan bir at gibi, asırlardır toprağına yurt kuranı sırtından atmıştır. "Diktiği ağacın meyvesini yiyemeyenler"in yurdudur Anadolu... Göçen kavimlerin, sürülen azınlıkların, yer değiştiren mübadillerin feryadı, türkülere, öykülere, destanlara sinmiştir. Bitmek bilmeyen bu hazin sürgün geleneğinin izlerini, bugün Suriyeli, Afganlı göçmenlerde görüyoruz.
1980'lerde Türkler politik nedenlerle geldi, 90'larda da Kürtler
Ama 1961 Almanya göçmenleri, öncekilerden farklıydı. Belki de tarihte ilk kez, mecburen değil, "davet üzerine" göçmüşlerdi. Asıl motivasyonları, geçimlerini sağlamaktı. Biraz para biriktirip dönmek, ülkelerinde başlarını sokacak bir ev kurmak istiyorlardı. Düşledikleri ev, Almanya oldu.
Bir sonraki göçmen kuşağını Almanya'ya sürükleyen neden, ekonomik değil politikti. Onlar, 1980'de ülkeyi yangın yerine çeviren bir askeri diktatörlükten canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.
Ardından 90'larda köyleri ateşe verilen Kürtlerin göçü başladı.
Ve son olarak da bizler geldik. Yani, "Erdoğan göçmenleri..." Dinlerin boyunduruğundaki Ortadoğu'nun yegâne laik ve demokratik ülkesini kurma mücadelesi verirken, dini bir otokrasiye yenilenler...
"Songelenler"in öncekilerden farkı, çoğunun biraz daha iyi koşullarda, daha iyi eğitim almış ve ülkenin üniversitelerinde, partilerinde, gazetelerinde, yayınevlerinde, sanat galerilerinde kendilerine yer bulabilmiş olmaları... Dini dayatmalara, siyasi baskılara daha fazla dayanamayıp ülkelerinden ayrılmaları... Yasaklanmadan miting yapıp haberlerini özgürce yazabilecekleri, romanlarını korkmadan basıp sansürlenmeden resim yapabilecekleri, üniversitede sınırlanmadan çalışabilecekleri bir özgürlük diyarı aramaları...
Son 60 yılda birbiri peşisıra Almanya'ya gelen bu göçmen kuşakları, toprak katmanları gibi, kimi zaman birbirine karışarak, kimi zaman birbiriyle çatışarak bugüne geldi. Ve sürgünde bir ülke yarattılar kendilerine... Dünyanın -Türkiye dâhil- hiçbir yerine benzemeyen bir ülke: Türkiyelilerin Almanya'sı... Türkiye'de Erdoğan'a, Almanya'da sosyal demokratlara oy veren, "namus cinayetleri"yle olduğu kadar Corona aşısının icadıyla da manşetlere yerleşen, Almanya ile değişirken, Almanya'yı da değiştiren bir büyük diaspora...
Alman bürokrasisi, onlara cami mi, okul mu açacağını, hangi dilde eğitim verip gettolaşmalarını nasıl engelleyeceğini düşünedursun, onlar atalarından devraldıkları asırlık göçmen alışkanlığıyla hemen kendi yaşam biçimlerini inşa ettiler yeni yurtlarına... Ve gün geldi, "uyum, entegrasyon" tartışmalarını bir kenara koyup "Biz de Almanya'yız" dediler. Şimdi yine arka sırada oturanlar çoksa da "Gymnasium" diye bağırınca, artık gülünmüyor göçmen çocuklarına... Büyük bir mücadele sonucu elde edildi bu da...
Yenilere gelince... Onlar camiden çok üniversite kürsüsü, sanat merkezi, kütüphane istiyorlar; akademide, siyasette, medyada, sanat galerisinde, film stüdyosunda, kendilerine yer açmaya çalışıyorlar.
Almanya, bu ani beyin göçüne de hazırlıksız yakalanmışa benziyor. Oysa son akım, Alman entelektüellerin 1930'lardaki göçünü andırıyor. Magdeburg Belediye Başkanı Ernst Reuter, 1935'te yanında tek bir bavul, henüz el konmamış pasaportu ve yanında ancak yola yetecek kadar parayla terk etmişti Almanya'yı... Tıpkı 80 yıl sonra bugün, aynı koşullarda Bremen'e gelen Cizre Belediye Başkanı Leyla İmret gibi...
"Yaşamımı sürdürebileceğim, mesleğimi icra edebileceğim yeni bir ülke arıyordum, ama hangi ülkeye yerleşeceğime karar vermiş değildim" diye yazmıştı anılarında; tıpkı uzun süre kendine yerleşebilecek bir ülke arayıp 5 yıl önce Almanya'da karar kılan film yönetmeni Mustafa Altıoklar gibi...
Reuter'in Atatürk'ün daveti üzerine gittiği Türkiye'de, 80 Alman profesör görev yapıyordu; tıpkı kürsülerinden kovulduktan sonra Alman üniversitelerine dağılan Türkiyeli akademisyenler gibi...