“Tören (Ritüel), bir seyir defteri

ya da anı defteri değildir.

Onun baş anlatısı, söylenen

ve daha sonra üzerinde

düşünülen bir öykü değildir;

o, canlandırılan, oynanan bir külttür.”[2]

Liseyi bitiren her T.C. yurttaşı, 11-12 yıllık öğrenim yaşamı boyunca yaklaşık 1000 kez, ne yaptığı üzerinde fazlaca düşünmeden Cumhuriyet törenlerini deneyimlemiş olur. Hafta başı ve hafta sonlarında bayrağın İstiklal Marşı eşliğinde göndere çekilip indirildiği Bayrak törenleri, 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım’lar… Tören, T.C. yurttaşı bir öğrencinin belki de en çok yaptığı şeydir… Tekrar ediyorum, ne yaptığı üzerine fazla düşünmeden…

Zaten törenlerin temel özelliklerinden biri de budur: katılımcı ve/ veya izleyicilerine, biteviye, tekrarlayıcı, mekanik bir edimler dizisiyle karşı karşıya bırakmak… Bunu yaparken de sorgulama ve düşünceden çok duyguları uyandırmak, hatta mümkünse galeyana getirmek. (İlkokul yıllarınızın 10 Kasım törenlerini anımsayın. Ne kadar çok çocuk gözyaşlarına boğulursa, öğretmenler o denli gururlanırdı!)

Oysa, ilişkin tören mevzuatına göz attığınızda onların ne denli ince düşünülmüş, teferruatlı olarak hazırlanmış, her bir momenti kılı kırk yarar bir titizlik ve kesinlikle saptanmış kurgular olduğunu görürsünüz.

“Bayrak törenleri” dedim, buyrun, ilgili mevzuattan:

“1) Bayrak törenleri, okul/kurum müdürünün denetim ve gözetiminde müdür yardımcısı, beden eğitimi öğretmeni ve müzik öğretmeni ile diğer görevli öğretmenlerce hazırlanıp yürütülür. Birleştirilmiş sınıflı okullarda bayrak töreni müdür yetkili öğretmen tarafından yapılır:

a) Törenlere; okul/kurum müdürü, müdür başyardımcısı, müdür yardımcıları, öğretmenler, öğrenciler ile tören alanında bulunan diğer görevliler kılık kıyafet yönetmeliğine uygun bir şekilde hazır ol duruşunda katılırlar.

b) Törenlerde yapılan konuşmalar, İstiklal Marşı’nın söylenmesinden önce bitirilir.

c) Okul müdürlüklerince bayrak törenleri için Bayrak Kanunu ile Bayrak Tüzüğünde belirtilen özelliklere uygun Bayrak bulundurulur. Bayraklar; yıpranmamış, rengi solmamış, temiz ve ütülenmiş olur. Tören alanında direğe çekilecek Bayrağın büyüklüğü, direk boyuna uygun orantıda olmalıdır. Gerektiğinde ses yayın cihazı da kurulur.

ç) Törenlerde komutlar, beden eğitimi öğretmeni veya okul yönetimince görevlendirilen öğretmen tarafından verilir.

d) İstiklal Marşı’nın ilk iki kıtası, varsa bando ya da usul ve makamına uygun olarak ses kayıt araçlarına kaydedilmiş sözlü/sözsüz müziği eşliğinde müzik öğretmeni veya müzik bilgisi ve yeteneği olan bir öğretmen yönetiminde; bunun mümkün olmadığı durumlarda ise müzik öğretmeni veya müzik bilgisi ve yeteneği olan bir öğretmen yönetiminde törende hazır bulunanlar tarafından yüksek sesle söylenir.

 e) Bayrak, İstiklal Marşı eşliğinde görevli öğrenci tarafından, hızlı bir şekilde direğe çekilir.

(2) Okul veya kurumlarda bayrak törenleri gün batımından önce yapılır.

Tek bayrak direği bulunan okul / kurumlarda bayrak töreni

MADDE 6- (1) Bayrak töreni aşağıda belirtilen şekilde gerçekleştirilir:

a) Öğrenciler ve diğer görevliler tören için yerini almadan bir süre önce direkte çekili bulunan Bayrak, cephesi Bayrağa dönük olarak duran iki öğrenci ve Bayrağı indirecek bir öğrenci tarafından hazır ol duruşta başla selamlandıktan sonra, nöbetçi öğretmen eşliğinde yavaş yavaş indirilir.

 b) İstiklal Marşı’nın ilk iki kıtası, beden eğitimi öğretmeni veya görevli öğretmenin “hazır ol” komutu ile birlikte varsa bando ya da usul ve makamına uygun olarak ses kayıt araçlarına kaydedilmiş sözlü/sözsüz müziği eşliğinde müzik öğretmeni veya müzik bilgisi ve yeteneği olan bir öğretmen yönetiminde, bunun mümkün olmadığı durumlarda ise müzik öğretmeni veya müzik bilgisi ve yeteneği olan bir öğretmen yönetiminde törende hazır bulunanlar tarafından yüksek sesle söylenir.

 c) Bayrak, İstiklal Marşı eşliğinde görevli öğrenci tarafından hızlı bir şekilde direğe çekilir.

ç) Bayrağı çeken öğrenci, çekme işi tamamlandıktan sonra ipi sabitleyip direkten iki adım geriye uzaklaşarak ön cephesi Bayrağa dönük hazır ol duruşunda İstiklal Marşı’na katılır.

d) Beden eğitimi veya görevli öğretmenin “rahat” komutu ile tören tamamlanır.

 (2) Törenlerde Bayrağın çekilme, indirilme ve taşınmasında son sınıftaki kız ve erkek öğrenciler sırayla görevlendirilir.

(3) Okul/kurumlarda bayrak direği bulunması ve tören yapılabilmesi durumunda ayrıca seyyar direkli Bayrak kullanılmaz.”[3]

Yalnız bayrak törenleri değil… Devlet tüm resmi törenleri en ince ayrıntılarına dek planlar, talimat hâline getirir, uygulanmasını denetler. Örneğin “Resmi bayramlar anma günlerinde anıtlara konulacak çelenklerin” nasıl hazırlanacağı, kimler tarafından, nasıl taşınıp anıta nasıl yerleştirileceği de en ince ayrıntısına dek yönetmeliklerle belirlenmiştir. Resmi törenlerde protokolde yer alanların nasıl, hangi renk giysi giymesi gerektiğinden başkentte ve başkent dışında hangi törende hangi devlet büyüğünün töreni kabul edeceği, kimin nerede duracağı, bayrağın, flamaların nasıl taşınacağı [“Bayrak direğini sağ el baş hizasında dirsekten 90 derece bükülü olarak üstten, sol el kemer hizasında ve dıştan tutarak geçer. Bayraklar kırmızı işaret levhaları arasında sağ kol dirseğinin gergin tutulmasıyla hafif öne eğim şeklindeki selamlaması, yalnız Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu tören de yapılır.”[4]], 23 Nisan’daki çocuk oyunlarında hangi oyunların (yumurta yarışı, çuval yarışı…) nasıl oynanacağı… titizce kayda geçirilip talimatlara bağlanmıştır.

“Devletin işi gücü yok mu ki çocuk oyunlarının nasıl oynanacağına dek karışıyor?” diye sorabilirsiniz. Ama ilginçtir, gelmiş geçmiş bütün devletler, “törensever”dirler. Her vesileyle törenler düzenleyip bu törenlerin nasıl uygulanacağını en ince ayrıntılarına dek belirleme konusunda en büyük özeni gösteregelmişlerdir. Sümerler’den Madagaskar Merina Kralları’na, Babil’den İhtilal Fransası’na…

PEKİYİ, AMA TÖREN NEDİR?

İlerlemeden önce dilerseniz törenlerin “ne”liği üzerinde kısaca duralım.

Gündelik dilde çoğunlukla “ayin” ile “tören” kavramlarının eşanlamlı olarak, birbirinin yerine kullanıldığını görürüz. Oysa daha yakından bakıldığında, terimlerin farklı anlamlara işaret ettiği duyumsanacaktır: en yalın anlatımıyla “ayin” terimi daha dinsel, “tören” kavramı ise daha dünyevî bir vurgu içerir. Ancak iki kavram arasındaki farklılığı, dilerseniz bir de sözcük kökenlerine (etimoloji) bakarak görmeye çalışalım.

Batı dillerindeki, Türkçe’ye “ayin” olarak çevirebileceğimiz “rite/ritual” sözcükleri, Hint-Avrupalı dillerdeki rtaarta sözcüklerinden türetilmiştir. Ne demektir bunlar? Tek sözcükle “düzen” (Fr. Ordre, İng. Order) … Kozmosun düzeni, tanrılarla insanlar arasındaki düzen ve/veya insanların kendi aralarındaki düzen… Şu hâlde, “ayin” kavramının dayandığı Latince ritus sözcüğü, insanların, kozmik (buna dilerseniz “ilahî” de diyebilirsiniz) “düzen”i, tanrılarla insanlar arasındaki ilişkilerin düzenini sürdürmek için yapageldikleri düzenli edimlere işaret eder.

Batı dillerindeki, “tören” olarak Türkçeleştirebileceğimiz ceremony terimi ise Sanskritçe kökenli kar (=yapmak) ile mân (şey) sözcüklerinin bileşiminden türetilmiştir ve “yapılan şey, kutsal şey” anlamına gelir. Bir başka deyişle, karmân insan edimi ile kutsal’ı kaynaştıran bir terimdir. 14. yüzyıl sonlarında İngilizce’ye Fransızca ve Ortaçağ Latince’sinden aktarılan ve başlangıçta “dinsel usûl, kutsal rit” anlamında kullanılan cerymonye sözcüğü, zaman içinde “kutsallığa” ilişkin içeriğini yitirip, 16. yüzyıldan itibaren “nezaket, formalite” gibi rutin üst sınıf davranışlarına işaret etmek için kullanılır olmuştur.

Demek ki, başlangıçta her ikisi de kutsal ile dünyevî arasındaki ilişkilere, bu ilişkilerin düzenine ve bu düzene ilişkin insanların yaptıklarına göndermede bulunan “ayin” (ritual) ve “tören” (ceremony) kavramlarının yolu, Batı dillerinde 16. yüzyıldan itibaren ayrılmış ve “tören” kavramı seküler görüngülere işaret etmek için kullanılır olmuştur.

Peki, bu durumda, “ayin” (ritual) nedir?…

“Ayinler, insanların belirli bir sonuca ulaşmak amacıyla iletişime girmeye çabaladığı kutsal varlık ya da güçlerin etkin kuvveti inancı üzerine temellenen, simgesel açıdan yüklü, sözel, davranışsal ya da duruşsal düzlemdeki tekrarlayıcı ve kodlanmış, çoğunlukla da gösterişli edim ve davranışlar bütünü olarak kavranır,” demektedir Rivière (2005: 81).

Dinsel ayinin en iyi bilinen tanımlarından birini veren V. Turner’a göre ritüel, “Teknik rutine ait olmayan, her türlü sonucun ilk ve nihaî nedeni olarak görülen gizemli (ya da ampirik-olmayan) varlık ya da güçlere gönderme yapan önceden belirlenmiş formel davranış”tır.

Alexander’a (1997:139) göreyse, “Geleneksel dinsel ayinler, dönüştürücü kudretini açığa çıkartmak üzere gündelik yaşamı nihaî gerçekliğe ya da aşkın bir varlık ya da güce açarlar.”

Görüldüğü üzere her üç “ayin” tanımı da, insanlar, ya da daha doğru bir deyişle insan dünyası ile “aşkın”, “kutsal” ya da “gizemli” bir âlem ya da güç(ler) arasındaki ilişkiye işaret eder. Ayinin sunucusu insan(lar), kabul edicisi ise (varsayımsal) aşkın, gizemli ya da kutsal güçlerdir. İnsanlar bu kutsal “şeyler”e yönelik ayini, onlara kendilerini kabul ettirmek, etkilemek, lehlerine müdahale etmelerini sağlamak beklentisiyle gerçekleştirirler. Gerideki mantık, şöyle işler: Kutsal güçler, insanlar tarafından bilinmeyi, kabul edilmeyi ve saygı görmeyi bazı vakalarda bakılmayı, beslenmeyi vb. beklemektedir. Bunun karşılığında kendilerini tanıyan, saygı gösteren ve ihtiyaçlarını karşılayan topluluğun dirlik ve düzenini sağlamayı, belalardan korumayı ya da belaları savuşturmayı, bolluk ve bereket sağlamayı üstlenirler. Yani ayin, bir bakıma insanlarla “kutsal” güçler (Tanrı, ilahlar, ata ruhları, doğa ruhları …) arasında bir çeşit “alışveriş”, bir çeşit “mübadele”dir: ben sana talep ettiğin saygıyı göstereyim, sen de bana ihtiyacım olan şey(ler)i sağla: sağlık, bolluk, esenlik, döl bereketi, zafer, barış vb.

Tören kavramı ise seküler, yani dünyevî, insanî alanla ilişkilidir. Max ve Mary Gluckman (1977:231) “ayin/ ritüel” teriminin “aktörler açısından gizli kudretlere gönderimde bulunan eylemler”i kapsadığını, bu inançların bulunmadığı yerdeyse “tören” sözcüğünün kullanılmasının daha uygun olduğunu belirtmektedirler. Raymond Firth’ün ayırımı ise, biraz daha farklıdır: “Töreni, vurgunun bir durumu değiştirmeye yönelik işlemlerin etkinliğindense, bir toplumsal durumun simgesel kabulü ve gösterimi üzerinde olduğu bir ayin türü olarak görmekteyim. Diğer ritüel işlemler kendilerine özgü bir geçerliliğe sahip iken, törensel işlemlerin, karakterce formel olmakla birlikte, kendiliklerinden bu durumu sürdürme ya da onda bir değişime yol açmaya yetili olmadıklarına inanılır.” (Firth 1967: 13).

Benim “tören” kavrayışım, her iki yazarın nüanslar sergileyen yaklaşımlarının kaynaştırılmasına, ama aynı zamanda her iki tanımdaki noksanların aşılmasına dayanıyor.

Kanımca tören, Gluckman’ların işaret ettiği üzere “aktörler açısından gizli (okült) kudretlere gönderimde bulunmadığı ölçüde, seküler bir görüngüdür. Ve Firth’ün tanımıyla durum karşısındaki insan etkinsizliğine işaret ettiği ölçüde, (dünyevî/ seküler) iktidar kavramıyla bağlantılı olarak ele alınmalıdır. Yani, geniş yorumuyla “dinsel” bir anlam ve içerik taşıyan ayin, insan(lar)ın, yine geniş bir yorumla “doğaüstü” ile ilişkilerini düzenlemeye yönelirken (seküler bir görüngü olarak) “tören”in aslî “locus”u, insanlar arasındaki (eşitsiz) ilişkiler olarak ortaya çıkmaktadır. Ayinlerin etkin (doğaüstü varlık ve/ veya kudretleri etkilemeye yönelik) özelliklerinden farklı olarak töreni “mevcut durumun kabulü” olarak tanımlayan Firth’ün vurgusu, ancak bu bağlamda önem kazanmaktadır.

Eğer bu akıl yürütme tarzı doğruysa, tören, özellikle yöneten-yönetilen ikiliğinin görünür hâle geldiği, sınıflı olma özelliği edinmiş toplumlarda iktidar sahiplerini, (olasılıkla bilinçli olarak imal edilmiş bir pseudo) “kutsallık”la donatarak, onların eline yönetilen sınıfların konumlarını sorgusuz kabullenmelerini sağlayacak (Althusser’ci anlamda) bir “ideolojik aygıt” verdiğini kabullenmemiz gerekecektir.

Toparlayayım: Törenler, ayinlerden farklı olarak, kutsal varlıklara, doğaüstü güçlere seslenmezler. Daha çok, insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemeye yöneliktirler: kimin kime karşı “ne” olduğunu saptayıp konumları belirleyerek sürdürmek, insanlarda bir topluluğun (ulus, etnik grup, kurum…) üyesi olma duygusu yaratarak/besleyerek grup dayanışmasını güçlendirmek gibi işlevlere yöneliktirler. Bir başka deyişle -en geniş anlamıyla- din-dışı ayinlerdir. Tören katılımcıları, töreni herhangi doğaüstü bir gücü etkilemek, ondan sağlık, bolluk, esenlik vb. istemek amacıyla düzenlemezler. Amaç, daha çok ulusal ya da kurumsal bütünlüğü vurgulamak, toplumun mevcut hâlini, toplum ya da kurumun işleyişini onaylamaktır…

Yine de törenler, salt “teknik” düzenlemeler değildir. Hatta seküler (dünyevî), din-dışı olmalarına karşın, “kutsal”dan yoksun değildirler. Bayrak törenine katıldığınızda, herhangi bir doğaüstü kudretle ilişkiye geçmediğinizin, insan-üstü bir varlıktan bir istekte bulunmadığınızın bilincindesinizdir. Ancak, “kutsal” tümüyle devre-dışı değildir: doğaüstünden yeryüzüne, insanlar arasına in(diril)miştir sadece. Örneğin, bayrak, milli marş, vatan, millet, devlet gibi kavramlar, törenlerin “kutsal”larını oluşturur, hatta tören aracılığıyla kutsallaştırılır…

Bu “kutsallık” meselesinin üzerinde bir miktar durmaya değer…

Bilindiği üzere,18. yüzyıl sonlarına doğru, Avrupa’da bir şeyler oldu. Uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyu içten içe kaynamakta olan bir “şey”. Ticaret, özellikle de sömürgeciliğin olanaklı kıldığı aşırı kârlı denizaşırı ticaret sayesinde elinde hatırı sayılır servet biriktiren kentli orta sınıflar konumları toprak mülkiyetine dayalı feodal efendiler karşısında pozisyonlarını güçlendirdikçe, iktidarın kaynağının “ilahî” değil, “dünyevî” olduğu, insan aklının her şeyin ölçüsü olduğu gibi “seküler” fikirleri yaymaya koyuldular. Rönesans ve Reformasyon’un ardından Aydınlanma filozofları, feodalitenin temel dayanağını oluşturan Kilise’nin yetkesini bu fikirleriyle sorgulamaya açıyor, aşındırıyor, itibarsızlaştırıyordu. Feodal sömürü altında inleyen, topraklarını ve geçim temellerini yitirerek kentleri dolduran alt sınıflar, sefil yaşam koşulları karşısında kayıtsız kalan, “senyör”lerin hizmetkârı durumundaki Kilise’den umutlarını çoktan kestikleri için, seküler fikirlerin tabanda destek bulması zor olmadı. Ve öfke 1789’da Fransız İhtilali olarak patlarken, “İlahî destekli iktidar(lar)” fikrinin de sonuna gelindiği açığa çıktı.

Fransa’da “Eski Rejim” devrilmiş ve Aydınlanmacı İhtilal önderlerinin “Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik” fikrine, ama en çok da akla, seküler akla dayanacağını ilan ettikleri yeni rejimi inşa çabaları başlamıştı.

Bu durum, doğaüstü ile insanlar dünyası arasındaki dolayımı sağlayan, yöneticileri “kutsal” bir hâleyle donatıp iktidarlarını pekiştiren ayin/törenlerin sonuna mı işaret ediyordu? Pek öyle olmadı!

ULUS DEVLET TÖRENLERİNİN PROTOTİPİ: YÜCE VARLIK FESTİVALİ

Sekülerleşmenin ve iktidar kavrayışının ilahî kaynaklarından ayrılmasının, devrim Fransası’nda bir dizi tartışmaya yol açtığını biliyoruz. İktidar, kaynağını Tanrı’dan değil de insanlardan, halktan alıyorsa, halk yönetilmeye, kendileri gibi ilahlarla, Tanrı’yla hiçbir ilgisi olmayan sıradan insanlar olduğunu öğrendiği yöneticilerine boyun eğmeye nasıl ikna edilecekti? Bir başka deyişle, iktidarın meşruluğu nasıl sağlanacaktı?

İşte burada, Fransız Devrimi önderleri, “törenler”i devreye sokmayı önermişlerdir. Mirabeau antik Grek ve Roma törenlerini taklit eden görkemli Cumhuriyet törenlerini önerirken, Talleyrand laik cumhuriyet bayramlarını savunmakta, Rousseau sivil festivaller yaratmanın önemine işaret etmekte, Lakanal, “Devrim’in başlarında gerçekleştirilen büyük eylemlerin tiyatrolaştırılması”nı önermektedir (Duvignaud 1973). Ve 8 Haziran 1794’te Robespierre önderliğinde Paris’te düzenlenen “Yüce Varlık Festivali”, “devlet ritlerini düzenleme ve rejimi kutsallaştırma, kilise ve monarşi ritlerinin yerine kutsal bir devrimci devlet ritleri sistemini geçirme girişimlerini” (Kertzer 1988:157-8) yansıtmaktadır.

Fransız devrimi önderleri arasındaki “tören” tartışmaları, gerçekten de ilginçtir. Aralarında devrime katılan en alt tabakaların (“sans-culottes”=baldırıçıplaklar) sözcülüğünü yapan daha radikal olanları, tümüyle din karşıtı, ateist bir “Akıl kültü”nü öneriyorlardı. 1792-94 yılları arasında geliştirilen ve “Akıl tanrıçası” olarak nitelenen genç bir kadın figürü çevresinde örgütlenen bu kült, kentli yoksulları çekmekteydi kendisine. “Baldırıçıplaklar” başta başkent Paris olmak üzere büyük kentlerde kiliseleri basıyor, bazılarını “Akıl tapınağı”na dönüştürürken, diğerlerini de kapatıp mallarına el koyuyordu. “Baldırıçıplaklar”ın hâkim olduğu bölgelerde Katolik ayinler yasaklanmıştı; “Akıl kültü” kiliselerin yağmalandığı, ikonların kırıldığı, kraliyet imgelerinin kirletildiği, din şehitlerinin yerini devrim şehitlerinin aldığı karnaval tarzı ayinlerle hayata geçirilmekteydi.

Fransız ihtilalinin, burjuvaziye yaslanan, daha “ılımlı” aktörleri, “baldırıçıplaklar”ın oluşturduğu “ayak takımı”nın işleri şirazeden çıkartmakta olduğunu sezinlemekte gecikmediler. Robespierre’in düğmeye basmasıyla “Akıl kültü” yönetici ve mensupları kovuşturulmaya başlandı. Kült kısa bir süre sonra, Fransız İhtilali sırasında burjuvalarla proleterler arasındaki “sınıf savaşı”nın bir nişanesi olarak, ikincilerin yenilgisiyle sonlanacaktı… Ancak izlerinin de silinmesi gerekiyordu; kendisi “din karşıtı” değil, yalnızca Kilise egemenliğine karşıtı olan Robespierre bu görevi de üstlenerek, “Akıl Kültü”nün yerine “Yüce Varlık Festivali”ni ikame etti. İlk kez 8 Haziran 1794’de Paris’te düzenlenen bu festival, Kertzer’in (1988: 157-158) deyişiyle, “devlet ritlerini düzenleme ve rejimi kutsama, kilise ve monarşi ayinlerinin yerine kutsal bir devlet ayinleri sistemini geçirme girişimini” yansıtmaktadır.

Robespierre’in bu festivalin yürütülüşüne ilişkin yönergesini, toplumdaki eşitsiz güç diziliminin, egemenler elinde “ilahî” bir görüntüye büründürülerek kutsanması konusunda çarpıcı bir “ilk örnek” oluşturduğu için burada özetlemekte yarar var.

“Yüce Varlık Festivali (8 Haziran 1794)

Sabahleyin saat tam beşte, Paris’te genel bir çağrı seslendirilecektir. Bu çağrıda kadın-erkek her yurttaş, evlerini derhâl ya bayraklarını yeniden asarak, ya da çiçek ve yeşillikle süslü çelenklerle donatarak, özgürlüğün o güzelim renkleriyle süslemeye davet edilecektir. Bunun ardından, hareket işaretini beklemek üzere kendi seksiyonlarının toplantı alanlarına gideceklerdir. Kılıç, tabanca ya da mızraklarla donanmış ondört-onsekiz yaş arası erkek çocukların dışında hiçbir erkek, silah taşımayacaktır.

Her bir seksiyonda, bu çocuklar onikişerli sıralar hâlinde kare biçimli müfrezeler oluşturacak, ve her bir müfrezenin ortasında, mutemetlerin taşıyacağı, her bir seksiyonun silahlı kuvvetlerinin sancak ve bayrakları olacaktır.

Her bir erkek yurttaş ve genç erkek çocuk, elinde bir çınar dalı taşıyacaktır. Her bir kadın yurttaş, analar ve kızları, özgürlük renklerine bürünecektir. Anneler ellerinde gül demetleri tutarken, genç kızlar çiçek dolu sepetler taşıyacaktır.

Her bir seksiyon, Toplantı Alanı’ndaki dağın tepesinde durmak üzere kendi içinden on yaşlı erkek, on anne, yaşları onbeş-yirmi arası on genç kız, yaşları onbeş-onsekiz arası on yeniyetme, ve sekiz yaşın altında on erkek çocuk seçecektir.

Her bir seksiyonun seçtiği on anne beyazlara bürünmüş olacak ve sağdan sola üç renkli kuşakları kuşanacaktır.

On kız da beyazlara bürünmüş ve anneler gibi kuşak kuşanmış olacaktır.

Kızların saçları çiçeklerle süslenmiş olacaktır.

On yeniyetme kılıç kuşanmış olacaktır…

Her bir yurttaşın elinde çınar dalları, çiçek buketleri, çelenkleri ve sepetleri olacak ve özgürlüğün renklerine bürünmüş olacaklardır.

Saat sabahın tam sekizinde, Pont Neuf’den açılan topçu ateşi Ulusal Bahçe’ye doğru yola çıkma zamanının geldiğine işaret edecektir.

Erkek ve kadın yurttaşlar iki sıra hâlinde kendi seksiyonlarından ayrılacak ve altışar kişilik gruplar hâlinde birbirini izleyecektir. Erkekler ve erkek çocuklar sağda, kadınlar, kızlar ve sekiz yaşından küçük çocuklar solda dizilecektir. (…)

Seksiyonlar, kadınlar sırasının, ulusal festivalin düzenini bozmayacak şekilde, erkeklerin sırasından daha uzun olmayacak şekilde dizilecektir. (…)

Tüm seksiyonlar Ulusal Bahçe’ye ulaştığında, bir heyet Konvansiyon’a giderek her şeyin Yüce Varlık Festivali’ni kutlamaya hazır olduğunu bildirecektir. Ulusal Konvansiyon, Birlik Pavyonunun balkonundan bitişikteki anfitiyatroya geçecektir. Onlardan önce ise, çok sayıda müzisyen girişin her iki yanındaki basamaklarda yerlerini alacaktır.

Kürsüden konuşan başkan, halka bu festivalin gerisindeki nedenleri anlatacak ve onları Doğa’nın Yaratıcısı’nı onurlandırmaya çağıracaktır.”[5]

Bizim “Cumhuriyet törenleri”ni anımsatıyor, değil mi?

Bu erken “modern devlet töreni” denemesi, izleyen reaksiyon döneminde ilga edilecek olsa da, bir yurttaşlar hiyerarşisi oluşturması (Başkan-Ulusal Konvansiyon-erkekler- genç erkekler- kadınlar/genç kızlar), yurttaşlar arasındaki nizam-intizamı tesis etmesi, silahlı ile silahsızı birbirinden ayırt etmesi, ideolojik hegemonyayı tesisi (“Kürsüden konuşan başkan, halka bu festivalin gerisindeki nedenleri anlatacak ve onları Doğa’nın Yaratıcısı’nı onurlandırmaya çağıracaktır”) ardılları için verimli bir model oluşturmaktadır. Daha da önemlisi, bu “model”in titizlikle (genellikle iktidar odaklarına denk düşen) “birileri” tarafından tasarlanmış/ planlanmış/ düzenlenmiş oluşudur. Tören böylelikle, toplumdaki iktidar sahiplerinin toplumsal düzene ilişkin tasarımlarını sahneleyen ve katılımcı ve izleyicilerini bu düzen konusunda “bilgilendiren”, ama aynı zamanda “disipline eden” bir dramaya dönüşmektedir. Robespierre’in kurgusunda “Fransız ulus”u, ulusal renklere bürünmüş, genç, enerjik, uyumla devinen, disiplinli erkek ve kadın bedenlerinde kendini ortaya koymaktadır.

Fransız Devrimi’ni izleyen yüzyıl içerisinde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan başlamak üzere kurulan bir dizi “seküler” ulus-devlet, böylelikle ulusal entegrasyonu, ve de ulus içerisindeki mevcut siyasal-iktisadî sınıfsal yapılanmaları desteklemek üzere hızla “ulusal tören”lerin imaline girişir.

Bu “ulusal törenler”de artık ilahlara yer yoktur. İlahların yerini, içeriği iktidar sahipleri tarafından tanımlanan ulusal birlik “ruh”u almıştır. İktidar sahipleri/ yöneticiler bu “ruh”un biçimlendiricileri olduğu kadar temsilcileri ve bedenlenmiş hâlleridir de.

Bu “ruh”un serimlendiği “ulusal törenler”, aynı zamanda yöneticilerin topluma ilişkin ideallerinin sergilendiği alanı oluşturur.

T.C. TÖRENCİLİĞİ: 10. YIL TÖRENLERİ ÜZERİNDEN BİR ÇÖZÜMLEME

Şimdi dilerseniz, “Yüce Varlık Festivali”nin izlerini 29 Ekim 1933 yılında, Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yıldönümü vesilesiyle Ankara’da düzenlenen kutlama törenlerinde arayalım…

 Cumhuriyet Halk Fırkası idaresi 24 Nisan 1933’te yayımlanan bir genelgeyle onuncu yıl kutlamaları için program ve bu konuda çıkarılacak kanun layihasının hazırlanması kararlaştırmış, CHF Katib-i Umumiliği ise kutlamalara ilişkin 19 maddeden oluşan detaylı bir rapor hazırlamıştır. Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü kutlama kanunu olarak anılan 12 maddeden oluşan 2305 sayılı kanun, 11 Haziran 1933’te kabul edildi.

Bu kanuna göre kutlama işini düzenlemek üzere Ankara’da bir yüksek komisyon kurulacak, komisyon, belediyesi olan yerlerde oluşturulan komiteleri, onlar da köylerde oluşturulacak komiteleri kutlamanın detayları konusunda bilgilendirecekti.

Böylelikle Onuncu Cumhuriyet Bayramı Kutlulama Yüksek Komisyonu Reisliği, CHF bünyesinde, Recep Peker başkanlığında kuruldu. Bu komisyon, hazırlıklar boyunca Parti teşkilâtlarına ve tüm resmi görevlilere gönderdiği talimatlarla merkezde, yerelde ve dış temsilciliklerdeki törenlerin nasıl yürütüleceğini ayrıntılarıyla belirlemektedir. Kutlamaların “ruhu” ya da ana mesajı Komisyon’ca şöyle tanımlanır:

“(…) Cumhuriyet Halk Fırkası’nın halkçılık prensibi ile istihdaf ettiği (hedeflediği) gaye sınıf mücadeleleri yerine içtimâî intizam ve tesanüdü temin etmek ve birbirini naksetmiyecek surette menfaatlerde ahenk tesis eylemektir. Kanunlar önünde mutlak bir müsavat kabul eden ve hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaata imtiyaz tanımayan fertleri halktan ve halkçı olarak kabul eder.”[6]

 Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü kutlama kanununa göre, “belediyesi olan yerlerde ordu, jandarma, memurlar, öğrenciler ve halkın katıldığı geçit resmi yapılacak, kutlama İstiklal Marşı ile başlayıp bitirilecek, merasimin yapıldığı şehir ve kasabaya bağlı nahiye ve köylerden gelen milli kıyafetli, atlı veya yaya halk merasime katılacaktır. Geçit töreninden sonra gece fener alayları düzenlenecek, büyük cadde ve sokaklara Cumhuriyet’in onuncu yılına kadar gerçekleştirilen inkılap eserlerini anlatacak renkli levha ve resimler konulacak, Halk Fırkası ve halkevlerinin öneminin anlatıldığı inkılap fikirlerini ifade eden levhalar asılacaktır. Gece mümkün olduğunca çok donanma (aydınlatma) yapılacak, cadde, sokak ve meydan radyoları faaliyete geçirilecek, İstanbul ve Ankara radyolarından inkılâbın önemini vurgulayan radyo konferansları yayınlanacaktır. Her şehirde, Fırka merkezleri ve halkevlerinde konferanslar verilecek, her şehrin büyük caddelerinde bulunan binalara, nakil araçlarının iç ve dışlarına inkılap sevgisi aşılayacak levhalar asılacaktır. Bayram süresince bütün vatandaşlara söz söyleme imkânı vermek üzere şehrin en büyük meydanına bir kürsü konularak söz söylemek isteyen vatandaşlar, inkılabın lehinde komitenin belirteceği sıraya bağlı kalmak kaydıyla konuşma yapacaktır.

 Bayram günlerinde parasız olarak bütün tiyatro, sinema ve konferans salonları fırka ve halkevleri girişimleriyle inkılâba faydalı filmler, temsiller ve konferanslar sunulmak üzere komitenin emrine verilecektir. Memleket dışında da törenler daha coşkulu yapılacak, resmi ve özel binalara ve ayrıca köylere yaptırılacak bayrak direklerine törenle bayrak çekilecektir. Bayram tatili üç güne çıkarılacak, devlet nakil araçlarına bayramdan on gün önce başlayarak, on gün sonrasına kadar yüzde 50 indirimli tarifeler uygulanacak, tiyatro, sinema, temsil, konferans ve bina cephelerine levha asılacak, bayram donanmalarının komitelerce ücretsiz temin edilmesi sağlanacaktır.

 Başvekalete bağlı olarak CHF Umumi Katibi Recep Peker başkanlığında oluşturulan Cumhuriyet Bayramı Kutlulama Yüksek Komisyonu yaptığı ilk toplantıda vilayetlerde oluşturulacak komitelerle ilgili olarak Valiliklere yazı göndermiştir. Buna göre, vilayet, kaza, nahiye ve köylerde Vali başkanlığında kurulacak komiteler, o yerin en büyük kumandanı, Maarif Müdürü, CHF Reisi ve Belediye Reisinden oluşacak, halkevi varsa idare heyetinin seçeceği bir kişi de halkevini temsilen komiteye katılacaktır. Merkezde vekaletler birer kutlama heyeti kuracak ve merkezle taşra arasında doğrudan yazışma yapılacaktır. Komisyonun kutlama işine verdiği önem, bu konuda yazılanlara yansımaktadır. ‘Yapılacak işler Türkiye’de on yıl önce doğan Cumhuriyet güneşinin sıcaklığı ile bütün memleketi ısıtacak ve on yıllık Cumhuriyet devrinin vatana getirdiği ve getireceği en yüksek saadetin heyecanını herkese duyuracak bir şekil ve kıymette olmalıdır. Bunun için yapılacak işler büyük hacimde sesli, hareketli, renkli, fikirli, manalı ve hesaplı olmak elzemdir’.

Komiteler hızla oluşturulmuş, kutlama tahsisatı olarak 166.000 TL ayrılmış, bayrama özel posta pulu, sigara paketleri ve diğer inhisar maddelerine konulacak resim ve dövizler kararlaştırılmış, şenlik fişekleri temin edilmiştir. Ticaret ve sanayi odalarından bülten çıkarmaları istenmiş, milli cemiyet ve bankalardan yardım talep edilmiş ve bu paralarla köylere 22 bin büyük, 1 milyon küçük bayrak ve 600 fırka bayrağı gönderilmiştir. Nakil vasıtaları için indirim yapılmış, Cumhuriyet’in ilanı saatinde her yerde top atılması kararlaştırılmış, onuncu yıl marşı yapılmış, on senelik iş rehberinin basımına başlanmıştır. Asker, jandarma, öğrenci ve memurlara verilen giysilerin ve vatandaşların çocuklarına alacakları giysilerin Cumhuriyet Bayramı’na denk getirilmesi fırka teşkilâtına bildirilmiştir.[7] Piyes, konferans, halk türküleri ve şiirler hazırlanmış, radyo konferansları ve çalınacak plaklar tespit edilmiş, köylü ve askerlere dağıtılmak üzere 15 bin paket sigara sipariş edilmiş, yurt dışında da kutlamaların etkin bir biçimde yapılması için elçiliklerden ricada bulunulmuş, 25 farklı türde 200 bin adet afiş basılmış, Ankara elektrik şirketi, ücretsiz olarak fırka, hisar, abide ve şose heykeli önünde tezyinat yapma kararı almıştır. Yüksek Komite, 29 Temmuz 1933’te komitelere gönderdiği talimatta bütün hazırlıkları en ince ayrıntısına kadar tespit etmiştir. Talimata göre bayram büyük hacimde yapılacak, kutlama sesli, hareketli, ziyalı ve manalı olacaktır. En az bir buçuk milyon vatandaşın sokaklarda ve meydanlarda bayrama iştirak etmeleri, radyoda ve diğer yerlerde en az bin konferans verilmesi ve beş yüz kadar temsil yapılması kararlaştırılmıştır.

Tören her yerleşim yerinin nüfusunun en az onda birinin katılımıyla, mümkün olduğunca en çok katılımın sağlanabileceği yerde yapılacak, bundan sonra buraya Cumhuriyet Meydanı adı verilecektir. Bütün resmi daireler, üç bayram gününde gece ve gündüz donatılacak, vatandaşların evlerine birer bayrak ve fener asmaları teşvik edilecektir. Her şehir ve kasabanın meydanına uzaktan görülecek büyüklükte renkli grafikler ve mukayese resimleri asılacak, uygun salonlarda sergiler açılacaktır. Merkezden örnekleri gönderilen yazılar kırmızı bez üzerine beyaz boya ile yazılacak, cadde ve binaların yanı sıra tren, vapur, otobüs ve otomobiller de aynı tarz levhalarla donatılacaktır. Hazırlanan levha ve dövizlerde veciz sözlere yer verilmiş, CHF için altı oklu bayrak kabul edilmiş, törene katılacak vatandaşların göğsüne bu bayrağın küçük ipek numunelerinin takılması için yeterli miktarda ilgili yerlere gönderilmiştir. Evlerin bayrakla süslenmesinin inkılap ve yeni devlet için büyük kuvvet yapacağı vurgulanmıştır.

Ankara ve İstanbul radyolarının kuvvetlerini bir arada kullanmak için bayram günlerinde yalnız Ankara radyosunun çalışması düşünülmüş, elinde hususi cihazı olanların radyolarını halkın istifadesine sunmak isteyen olursa faydalanılacağı belirtilmiştir. Halkın toplanacağı umumi salonlara ve meydanlara hoparlör konulacak, gazete ve mecmualar her zamanki hacminden dört beş misli büyük çıkarılacaktır. Mümkün olduğunca renkli ve resimli olmaları ve Cumhuriyet devri eserlerine yer vermeleri istenecektir.

Kutlamalarda önem atfedilen konulardan birisi de temsillerdir. Bayramda temsil edilmek üzere dokuz adet oyun belirlenmiştir. Sönmeyen Ateş (Nahit Sırrı), İnkılap Çocukları (Yaşar Nabi), Kahraman (Faruk Nafiz), Mavi Yıldırım, Yarım Osman (Aka Gündüz), Şeriye Mahkemesinde (İ.Refik-Ahmet Nuri), On Yılın Destanı (Halit Fahri), İstiklal (Reşat Nuri) ve Uyanış (Kazım Nami) adlı oyunlarda Cumhuriyet öncesi dönemin olumsuzluklarına karşın yeni rejimle birlikte hayata geçirilmeye çalışılan değerlerin üstünlüğü ve bu değerlerin benimsenmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Her biri 25 seriden oluşan sekizer bin adet toplam iki yüz bin levha sadece belediyeler için yollanmış, en büyüğü 100×170 cm boyutundaki levhalar şehir nüfusuna göre gönderilerek eşit bir şekilde dağıtılması istenmiş, bayramdan üç gün önce asılarak mümkün olduğunca uzun bir süre asılı kalmasının önemli olduğu belirtilmiştir. Tüm yurtta geçit resimlerine katılacak vatandaşların göğüslerinde taşıyacakları ve köylerde asılacak 85×130 cm ebadındaki yünden yapılan bayraklar bankalardan alınan yardımlarla alınacaktır.

Komitelerden merkeze gönderilecek halk türküleri gözden geçirilmiş, Pehlivan oğlu Esat Bey’in eserinin birkaç kıtası çıkarılarak her yerde okutturulması uygun bulunmuştur. Vatan sevgisi, milli mücadelenin ve hürriyetin önemi ile milli şuurun uyandırılmaya çalışıldığı şiirler bastırılarak köylere kadar gönderilmiştir. Faruk Nafiz ve Behçet Kemal Bey’lerin şiirlerinin bazı kısımları birleştirilerek Onuncu Yıl Marşı olarak kabul edilmiş ve Cemal Reşit Bey tarafından bestelenmiştir.

Cumhuriyet Bayramı’nda verilecek konferanslara da önem verilmiştir. Yurt, nüfus, kadının vaziyeti, sıhhat ve içtimai yardım, milli talim ve terbiye, hukukta inkılap, adliye ve dahiliye, nafıa ve demiryolları, iktisat ve tasarruf, ziraat ve maliye konularında konferanslar düzenlenmiştir. Cumhuriyetin ve inkılabın heyecanı içinde halk kitleleri arasında derin duygularını diğer vatandaşlarla paylaşmak isteyenler için halk kürsüleri kurulmuştur. Halk kürsülerinde devlet görevlileri ve vatandaşlar söz alarak inkılâbın, Cumhuriyetin ve istiklalin önemini örneklerle anlatan konuşmalar yapmışlardır.

Kutlamalar sırasında onuncu yıl sergilerinin açılması ve temel atma törenleri de gerçekleştirilmiştir. Ankara’da İsmet Paşa Kız Enstitüsünde hazırlanan ve eğitim sahasındaki inkılapları gösteren sergi ile Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin Ticaret Lisesi’nde düzenlediği On Yıl İktisat sergisi bunlardan dikkate değer olanlardır. Ayrıca Ankara Numune Hastanesi, Sıhhiye Enstitüleri, Ziraat Enstitüleri ve Eskişehir Şeker Fabrikası’nın açılışları yapılarak pek çok bina, yol ve okulun temel atma törenleri gerçekleştirilmiştir.

Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından kırsal kesime hitap edecek olan Yurt gazetesi çıkarılmış, renkli resimler ve faydalı yazılarla hazırlanmış olan gazete, her köye iki nüsha olacak şekilde gönderilmiştir. Onuncu yıl kutlamalarını yalnız yurt içinde değil yurt dışında da büyük bir coşkuyla kutlamak üzere hazırlıklar yapılmış, radyo programları, konferanslar ve gazetelerden faydalanılmıştır. Elçilik ve Maslahatgüzarlıklara hazırlanan onuncu yıl kitabı ve Fransızca özeti ile 40’ar adet Türkiye fotoğrafı gönderilerek on yıllık Cumhuriyetin özellikleri yurt dışında da anlatılmaya çalışılmıştır. Onuncu yıl törenlerine Viyana, Bükreş, Budapeşte ve Varşova radyolarında da değinilmiş, çeşitli Avrupa ülkelerinin elçiliklerinde törenler düzenlenmiştir. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü nedeniyle zimmet, rüşvet, kaçakçılık suçlarıyla, 150’likleri kapsamayan bir Af Kanunu çıkarılmış ve hapishanelerdeki çok sayıda hükümlü serbest bırakılmıştır.”[8]

Bütün bu hazırlıkların ardından, o “Büyük Gün” gelip çattı. Ankara’daki töreni Cumhuriyet gazetesinden izleyelim:

“Daha gün doğarken şehrin sokakları ile meydanlar hıncahınç dolmuştu. Ankara bir gelin gibi süslü. Her tarafta kurulu takların üzerinde bayraklarımız dalgalanıyor, büyük inkılabın şiarlarını gösteren levhalar parıldıyordu. (…) Şehir ve ova davul, trampet, mızıka ve boru sesleri ile inliyordu. Meydanın çevresine muazzam sütun ve taklar dikilmiş, hoparlörler konulmuştu. (…) Biraz sonra reisicumhur hazretleri ile refakatlerinde ve maiyetinde bulunan zevatın otomobilleri görününce meydan yerinden oynadı. Bu sırada Ankara radyosu bütün cihana en büyük Türkün merasim meydanına geldiğini ve işitilen seslerin de meydanı kaplayan yüz binlerce halkın selamı ve tezahüratı olduğunu ilan ediyordu. Kafasıyla, yüreğiyle, imanıyla ona bağlı olan bu yekpare ve kaynaşmış halkın alkışları ve haykırışları arasında Gazi Hazretleri kıtaları teftişe başladılar. Teftiş esnasında reisicumhur hazretlerinin yanında Büyük Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa Hazretleri bulunuyordu. Teftişten hemen sonra reisicumhur hazretleri tribünlerine geldiler. Cumhur riyaseti bandosu İstiklal Marşı’nı çaldı. Bundan sonra reisicumhur hazretleri kuvvetli sesleri ve çok yüksek bir heyecan içinde hitabelerini irada başladılar. (…)

Yer yer alkışlarla kesilen hitabeden sonra bando ile birlikte bütün halk, ordu, mekteplileri ve geçit resmine iştirak etmek üzere gelen köylüler tarafından Cumhuriyetin onuncu yıl marşı söylendi ve bundan sonra büyük geçit resmi başladı. (…)

Resmi geçidin en güzel tarafı yeniden verilen alay bayrakları idi,

Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde kahraman ordumuza verilen bu bayrakların askerlerimizin başları üzerinde dalgalanarak geçişi (…)

Askerlerimizden sonra izcilerimizin geçişi başladı. En önde izci Türk kızlarının yer aldığı bu geçişte başta Ankara hukuk mektebi ve İstanbul Üniversitesi ve yüksek mektep mümessilleri, Gazi terbiye ve İsmet Paşa kız enstitüleri ile kız lisesi, Darüşşafaka ve musiki muallim talebelerinin geçişleri takip etti.

Bundan sonra en önde yüzlerce fırka bayrağının dalgalandığı halkın yürüyüşü başladı.

Cumhuriyet halk fırkası, Ankara vilayet idare heyetinin ve Ankara barosu ile doktorlarımız, eczacılarımız ve diğer milli teşekküllerimizin bulundukları ve geçişe Ankara’nın bütün esnaf teşekkülleri halkı ve vilayetin bütün kaza, köy ve nahiyelerinden gelen binlerce köylü, milli kıyafetlerle yaya ve süvari olarak iştirak ediyordu.

Bundan sonra sahayı dolduran seyirci halkın alayı takip edişi başladı. Çok uzun devam eden bu geçiş esnasında Gazi Hazretleri mütemadiyen alkışlanıyor ve mukabelede bulunuyordu.[9]

Gündüz halkın yoğun katılımıyla gerçekleşen tören, akşam düzenlenen fener alayı ile devam edecekti. CHF’nın Ankara Palas, Halkevi ve Orduevi’nde verdiği Cumhuriyet balolarına yabancı heyetler de dâhil çok sayıda kişi katıldı.

Törenler sırasında “şehitlik ziyaretleri de gerçekleştirilmiş, Dumlupınar Mehmetçik Abidesi, Ankara Cebeci Askeri Şehitliği gibi yerlerde Milli Mücadele şehitleri anılmıştır. (…) İzmir’de 60 bin, İstanbul’da 100 bin kişinin, diğer şehirlerde ise 10 bin kişinin katıldığı ifade edilen törenlerde, akşam 20.30’da 101 pare top atılmış, ardından şehitlerin anısına bir dakikalık saygı duruşu yapılmıştır. (…)

Cumhuriyet bayramı kutlamalarında en çok on yılda yaratılan maddi ve manevi değerlerin vurgulanmasına özen gösterilmiştir. Hazırlıklara başlanırken son on yılda ülkede kaydedilen gelişmelerin envanterinin çıkarılarak ortaya konulması ile Milli Mücadele ile verilen anti-emperyalist savaş sonrasında elde edilen siyasi zaferin iktisadi zaferlerle taçlandırılması isteğinde önemli bir noktaya gelindiği vurgusu yapılmaktadır. Askerlik, ziraat, sanayi, sağlık, ekonomi, ulaşım, haberleşme gibi pek çok alanda gerçekleştirilen ilerlemenin içte ve dışta görünür kılınmasını sağlamak ve bu vesileyle rejime olan bağlılığı artırmak hedeflenmiştir. Sıklıkla eski dönemde yapılanlarla on yılda yapılanlar kıyaslanmış, örneğin altı asırlık Osmanlı Devleti’nin 94 köprüsüne karşılık on yılda 41 köprü yapıldığı veya 2000 km demiryolu inşa edildiği gibi vurgularla az zamanda büyük işler yapıldığının altı çizilmiştir.

(…) Halkın kutlamalara katılımının sağlanması konusundaki hassasiyet dikkat çekicidir. CHF Genel Merkezi tarafından halkın yakalarına takılmak üzere bir milyon altı oklu bayrak dağıtılmış, uçaklardan üzerinde veciz sözlerin bulunduğu 50 milyon kırmızı ve beyaz kâğıtlar atılmış, şehirlerin ve köylerin süslenmesine, ışıklandırılmasına özen gösterilmiştir. Kutlama programı halkın rejimin değerlerine olan bağlılığını pekiştirmek için bir fırsat olarak görülmüş, duvarları süsleyen döviz ve levhalar, bayraklar, Onuncu Yıl Marşı, okunan şiir ve destanlar, sergilenen tiyatro oyunları, radyo yayınları Cumhuriyet şuurunun uyandırılması için gösterilen gayretleri ifade etmektedir.” (Doğaner)

Görüldüğü üzere, 10. Yıl Kutlamaları öncelikle, merkez (CHF) eliyle toplumun tümü üzerinde gerçekleştirilen devasa bir eğitim/ “endoktrinasyon” faaliyetidir. Günler, haftalar süren kutlamalar boyunca halka konferanslar, temsiller, gazeteler, radyo yayınları, şiirler, türküler, bayraklar, levhalar vb. aracılığıyla “uygar, çağdaş, laik, milli” bir toplum oldukları anlatılmıştır. “Osmanlı” geride kalmıştır, onun altı yüzyılda başaramadığını on yıl gibi kısa sürede başaran (köprüler, demiryolu inşaatları, fabrikalar vb.) Cumhuriyet hiç kuşku yok ki bütün halkın sahip çıkması gereken, “Türk milleti”ne yakışır tek rejimdir.

10. Yıl Kutlamaları’nın halka yönelik bir başka mesajı da tek parti yönetimi altında birleşmiş “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” bir kitle olduğudur. Herkes törenlere bir şekilde katılacak, herkes yakasına bir CHF rozeti takacak, herkes elinde bir bayrak taşıyacak, herkes en yeni ve temiz giysilerine bürünecektir. Geçit töreninde yürüyen avukatlar, sağlıkçılar ve esnaf, çatışmacı değil, “milli birlik ve beraberlik içerisindeki korporat bir toplum”u temsil etmektedir.

Ancak, dikkatli bir “yeniden okuma” ile bizatihi törenin dizaynının toplumsal katmanlaşma ve “yeni” sınıfsal düzen hakkında pek çok fikir verdiğini gösterir.

Törenin merkezinde kurucu figür, Mustafa Kemal ile birlikte dönemin erkân ve ricalinin yer almakta, M. Kemal’e dönemin Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak eşlik etmektedir. İkili, törene katılan askerî birlikleri teftişten hemen sonra protokoldeki yerlerini almışlar, İstiklal Marşı, Nutuk ve Onuncu Yıl Marşı’ndan sonra, geçit başlamıştır.

Geçit sıralaması, ilginç ve açıklayıcıdır, genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendine ilişkin tahayyülünü yansıtır. İlk geçenler, rejimin “sahibi ve kollayıcısı” konumundaki askerlerdir. Protokol tribünündeki Mustafa Kemal’i selamlarken, ona bağlılıklarını ilan etmektedirler dünyaya.

Askerleri, onların “müsveddesi” olarak niteleyebileceğimiz izciler izlemektedir. İzcilik, askerî nitelikli bir öğrenci-gençlik yapılanmasıdır. Kız izciler ise, yeni rejimin kadınlara sağladığı hakların yanı sıra, “Nasıl bir kadınlık?” sorusunu da yanıtlamaktadır: “Gereğinde savaşmaktan yılmayacak, önderine ve vatanına bağlı, disiplinli bir kadınlık!”

İzcilerin peşinden gelen yüksek ve orta öğrenim öğrencileri ise, geleceğin “sivil bürokrasisi”dir. Musiki okulu öğrencileri, rejimin Batı’ya dönük yüzünü, sanata ve sanatçıya verdiği önemi vurguluyor olsa gerektir.

Böylelikle geçide katılan ilk üç unsur, askerler, izciler, öğrenciler, askerî-sivil bürokrasiye yaslanan yeni rejimin niteliği konusunda bir fikir verirler bize.

Ama bununla da bitmez. Arkasından “halk”ın geçidi başlar. Ancak, CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) bünyesinde ve onun önderliğinde örgütlenmiş bir halk imgesidir bu. Avukatlar, doktorlar gibi meslek sahiplerini (“sivil aydınlar”) esnaf kuruluşları izler. Yukarıda da belirttiğim üzere, çatışmacı değil, dayanışmacı, korporat bir toplum imgesi. Onların ardından “millî giysiler” içerisindeki köylüler gelir. Böylelikle, her bir grubun toplumsal konumunun önemi sırasına göre dizilen geçit “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” toplum görüntüsü gerisindeki hiyerarşik yapıyı açığa çıkartır.

Onuncu Yıl töreni, yeni rejimin biçimlendirmeyi hedeflediği toplumun üçlü yapısını da yansıtmaktadır. Tören alıcıları (yöneticiler; geçidi tribünden izleyen asker-sivil bürokrasi) törenin uygulayıcıları (asker ve sivil gençlik, yani geleceğin bürokrasisi; CHF önderliğinde örgütlenmiş korporat toplumun temsilcileri; “milli giysiler” içerisinde idealize edilmiş, örgütlü köylülük) ve tören izleyicileri, yani “halk” (ancak geçit bittikten sonra törene dahil olabilen, amorf, tanımsız kitle)…

Onuncu Yıl töreninin hem simgesel yükü, hem de işlevselliği, görüldüğü üzere çok katmanlıdır. Korporat bir toplum tahayyülü çerçevesinde ulusal bütünleşmenin sağlanması, ulusal simgelerin (bayraklar, ulusal marş, Onuncu Yıl Marşı…) dolayısıyla da ulusallık bilincinin topluma mal edilmesi; yeni hiyerarşinin sınırlarının belirtilmesi; rejime yönelik, kendiliğindenliğe mahâl vermeyen bir coşku/ onay; askerî güç gösterisi; yöneticilerin geleceğe yönelik irade beyanı (10. yıl nutku); merkezî bir toplumsal değer olarak disiplin vurgusu… Tören, sıkı sıkıya düzenlenmiş bir düzen/ kozmos tahayyülü yaratarak alıcı, uygulayıcıları ve izleyicilerin (mevcut yöneticiler, geleceğin yöneticileri ve yönetilenler) bu düzen içerisindeki konumlarını sıkı sıkıya saptamakta ve payandalamaktadır.

Evet, törenler kurucu/yönetici elit(ler)in toplum tahayyülünü idealize eder, sergiler, topluma belletir, meşrulaştırır ve payandalarlar. Dahası, hem rejim değişikliklerini, hem de yönetici elit iradesinin değişimini de törenlerden izlemek mümkündür.

Bir şey dikkatinizden kaçmış olamaz. Cumhuriyet’in 10. Kuruluş yıldönümü kutlamalarında önemli bir “boşluk”... Aktararak sizi yorduğum onca ayrıntı içerisinde en küçük bir dinsel telmih yoktur!

“Laiklik gereği” diyeceksiniz; doğrudur… Ancak erken Cumhuriyet kutlamalarında dinsel unsura sıkça başvurulduğunu bildiğimizde, bu “boşluğu” daha iyi yorumlamak mümkün olacaktır…

Örneğin, Mustafa Kemal ve arkadaşları Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923 tarihli meclis oturumunu duayla kapatmışlardı (Özdemir 2004: 75).

1926 yılında resmen “Zafer Bayramı” ilan edilecek olan 30 Ağustos’la ilişkili, programını Fevzi ve Kazım Paşalar ile Maarif Vekili Vasıf Bey’in hazırladığı ilk tören ise, 1924 yılında Dumlupınar’ın Çay köyünde yapılmış, töreni izlemeye gelenlerin önceden hazırlanan bir şemaya uygun olarak yerleştirildiği alanda Mustafa Kemal ile eşi Latife Hanım, bir kurban kesiminin ardından Meçhul Asker Anıtı’nın temelini atmışlardır (Özdemir 2004: 72).

Kuruluş yıllarıdır. Yeni rejim, meşruiyetini pekiştirebilmek için İslâm’a gerek duymaktadır. Süreç içerisinde bu desteğe gerek kalmaz. Yeni rejim, dinsel kurum ve simgelerle arayı mümkün mertebe açma çabasındadır. Böylelikle, örneğin 1926 yılında Dahiliye Vekaleti’nden Başvekalet’e çekilen bir telgrafta, Amasya’da Cumhuriyet Bayramı törenine “müftünün dini giysiler içerisinde katılıp, duaya teşebbüs ettiği” yolundaki ihbar üzerine başlatılan soruşturmada “Müftü Efendi’nin bütün memurin ve eşraf huzuriyle yapılan merasime başı açık olarak iştirak eylediği ve o esnada duada bulunulmadığı gibi esasen tertib edilen proğramda duaya lüzum görülmemiş ve müftü efendinin bu yolda bir teklifde bulunmamış olduğu” saptandığı ve herhangi bir işleme gerek görülmediği bildirilmekte (Özdemir 2004: 75 ve Ek 66) …

GEÇ KALAN BAYRAM: 19 MAYIS

Dinsel bayramların dışında, yılın özel günlerini seküler/milli bayram ilan edip bu günleri törenlerle kutlama/anma eğilimi, Cumhuriyet öncesine, İkinci Meşrutiyet’e dayanır. İttihat ve Terakki Cemiyeti, dağılma sürecindeki Osmanlı’yı bir arada tutma çabasında “milli bayramlar”ı icat eden ilk örgüt olarak yer alır bu coğrafyanın tarihinde. Ve öyle anlaşılıyor ki daha ilk bayramın tesisinde, yönetim içindeki ayrılıklar çıkar ortaya. Öyle ki,

 “(…) İlk olarak İzmit mebusu Ahmet Müfit Bey, Maarif Nezareti memurlarından Ziya Bey’in başvurusu üzerine, Osmanlı Devletinin kuruluş günü olarak ileri sürdüğü 27 Ocak gününün milli bayram olmasını isteyen bir önergeyi meclise sundu. Bu önergenin 27 Ocak 1909 tarihinde görüşülmesi sırasında İstanbul mebusu Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in, bir milli bayram günü kabul edilecekse bunun II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 10 Temmuz (23 Temmuz) günü olması gerektiğini teklif etmesi üzerine mecliste tartışma çıktı. Üyelerden bazıları 10 Temmuz’un, bazıları da Osmanlı devletinin kuruluş gününün, bir kısım üyeler de her iki günü, milli bayram olarak ilan edilmesi gerektiğini öne sürdüler. İlk milli bayram, 8 Temmuz 1909 tarihinde ‘Her sene 10 Temmuz tarihinin A’yâd-ı Resmiye-i Osmânîyeden Addine dair’ 93 numaralı kanunla kabul edildi ve 1909 yılından itibaren kutlanmaya başlandı.” (Şahingöz 1999: 195)

Ancak, Meşrutiyet eliti içerisinden bir kesim Meşrutiyet’in ilanının bir “milli bayram” olarak kutlanmasına ikna olmamış olacak ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun “kuruluş günü” kabul edilen, “Osman Bey’e Selçuklu sultanı tarafından gönderilen hâkimiyet alametleri tabl, menşur ve alem ile Osman Bey’in Karacahisar’da kendi adına okutmuş olduğu hutbenin tarihi kabul edilen 17 Kânûn-ı evvel gününü ilmi bir incelemeye tabi tutmadan kendiliklerinden kutlamaya başlarlar.” (Şahingöz 1999: 195)

Böylelikle Meşrutiyet, biri “resmî”, diğeri “gayrıresmî/ alternatif” bayram ihdas etmiştir. Bunların yanısıra, 23 Nisan’ın prototipi olarak 2 Mayıs 1916 tarihinde kutlandığı anlaşılan “Çocuklar Bayramı”, 19 Mayıs’ın prototipi “İdman Bayramı” ve milli bayram veya resmi bayram olarak anılmayan, ancak Osmanlı Devleti’nde 1908 yılından itibaren gündeme gelen “Amele Bayramı” kutlamaları kutlamalarından söz edilir.(Uzun 2010: 110)

Cumhuriyet rejimi, Meşrutiyet bayramlarını hem idame, hem de ilga edecektir.

Milli Mücadele döneminin ilk bayramı, Meclis’in açılışının birinci yıldönümünde çıkartılan iki maddelik yasayla kabul edilen “23 Nisan Milli Bayramı”ydı. Ancak 23 Nisan’ın “Milli Hâkimiyet (=Ulusal Egemenlik) ve Çocuk Bayramı” olarak şekillenmesi, göreceğimiz üzere epey uzun sürecekti. 23 Nisan, 1927’de Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin önerisi ve Atatürk’ün onayıyla çocuklara adandı.

“İkinci ‘milli’ bayramımız, 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması ile Hz. Muhammed’in doğum günü kabul edilen 12 Rebiülevvel gününün üst üste düşmesini uhrevi bir işaret sayan Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı Bey’le, Sırrı Bey’in 2 Kasım’da ‘Mevlid-i Nebevi ile Saltanatın İlgası’nı bir arada kutlamak için dua okunması ve 101 pare top atılmasına’ dair önergesini çok beğenen ancak yeterli görmeyerek 1 Kasım’ın ‘milli bayram’ olmasını teklif eden Burdur mebusu İsmail Suphi Bey’in fikriydi. İki teklif birleştirilmiş ve 2 Kasım 1922’de el kaldırma usulüyle prensip olarak Hâkimiyet Bayramı olarak kabul edilmişti. Ancak, ilgili kanuna son şeklini vermek 24 Ekim 1923’te ‘kısmet’ olacaktı.”(Hür 2008)

Hâkimiyet Bayramı, 1935’den itibaren 23 Nisan Milli Bayramı’yla birleştirilecekti. Nihayet, 12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra, 1981 yılında Kenan Evren başkanlığındaki Millî Güvenlik Konseyi, bu bayrama resmî olarak “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” adını verdi.[10]

Üçüncü milli (ve tek “resmî”) bayram olan 29 Ekim’in bayram ilan edilmesi ise, Cumhuriyet’in ilanından sonra, 1925’te gerçekleşecektir.

Dördüncü “milli bayram”, Zafer Günü 30 Ağustos da, yukarıda da belirttiğim gibi, ilkin 1924’te kutlanmasına karşın, 7 Ocak 1926’da resmen kabul edilmiştir.

“Milli bayramlar”dan en geç geleni ise, 19 Mayıs’tır. 19 Mayıs’ın “milli mücadelenin başlangıcı” ile ilişkilendirilmesi, ancak Mustafa Kemal’in 1927’de CHF Kurultayı’nda okuduğu “Büyük Nutuk”u “19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a gittim” cümlesiyle başlatmasıyla olmuştur.

“Resmî-olmayan tarih”, Mustafa Kemal’in Samsun’a “milli mücadeleyi başlatmak” amacıyla değil, Padişah Vahdettin’in İngilizlerin isteği üzerine, Türk ve Pontuslu çetecilerin eylemlerine sahne olan Karadeniz’de asayişi sağlamak amacıyla ve “padişahın yaveri” sıfatıyla gittiğini kaydeder. Bu nedenledir ki, Büyük Nutuk’un iradına kadar 19 Mayıs’ın genç Cumhuriyet nezdinde özel bir anlamı yoktur. (Hür 2008)

Samsun hariç… Samsunlular 19 Mayıs’ı 1926’dan beri yerelde “Gazi Günü” olarak kutlamakta ve bu günü resmi bayram kabul ettirmek üzere uğraş vermektedir.

Öte yandan, Cumhuriyet öncesinde, daha 1916 yılında İsveç’te iki yıl eğitim gören Selim Sırrı (Tarcan) Bey’in girişimiyle “İdman Bayramı” kutlanmaya başlamıştı.[11] Ancak “İdman Bayramı” savaş koşullarında yalnızca iki kez (1916 ve 1917) kutlanabildi; Selim Sırrı Bey’in gelenekselleştirme çabalarına karşın, savaşın yenilgiyle sonuçlanması nedeniyle akamete uğradı.

Bir “spor bayramı” fikri, ancak genç Cumhuriyet’in Almanya ve İtalya ile “kültürel” ilişkilerini geliştirdiği II. Dünya Savaşı öncesinde yeniden gündeme gelebilecekti. Mussolini İtalyası’nı ziyaret eden Selim Sırrı Bey, izlenimlerini 1933 yılında Ülkü dergisinde kaleme alacak, “Faşist İtalyanların yaşam örüntülerini, ulusal bilinçlerini, boş vakitlerini değerlendirme biçimlerini ve hijyenik çevrelerini” betimleyecekti. Rahmi Apak da 1936’da aynı dergideki Türk ulusal sporunun yeni misyonlarına ilişkin değerlendirmesinde Hitler’in “Şayet ulusların liderleri yalnızca düşüncenin gelişimi üzerinde durur ve bedeni ihmal ederlerse, hem ırkın hem de yöneticilerin ilkelerinin yozlaşmasına yol açarlar” sözlerini aktarıyordu. (Özdemir 2004: 27-28)

1930’lu yıllar gençliğin Cumhuriyet’in koruyucu ve sürdürücüsü olarak kurgulandığı ve inşa edildiği yıllardır. Ve rejimin temel yönelimleri çerçevesinde, milliyetçi, devletçi, korporatist, bedenen ve zihnen diri, ulusa adanmış bir gençlik kurgulanmaktadır. Bu ise Alman (Nazi) ve İtalyan (Faşist) modellerini devreye sokmaktadır. Dönemin ÇığırÜlkü gibi gençliğe seslenen dergilerinde bu modellere yönelik övgüler, eksik değildir.[12]

CHP’nin 1935 tarihli dördüncü kurultayında gençlik önemli bir gündem maddesi oluşturmuştu. Bu gelişme Çığır dergisi tarafından sevinçle karşılanır:

 “Yeni programın gösterdiği bu gidiş içinde yığın terbiyesinin özü olarak Türk gençliğinin yetiştirilmesi önemli bir yer alıyor. Gençlik, sıralı ve saygılı bir disiplin içinde zekâsını kullanacak teşebbüs alma, karar verme vasıflarını besleyecek, inkılâbı ve bütün istiklal şartları ile yurdu korumayı üstün ödev sayacak duygularla teşkilâtlandırılacaktır… Bu kurumun genişlemesi yanında ve onunla beraber beden terbiyesinin bütün gençliğe mal edilmesi işi kovalanacaktır… Türk gençliği, onu temiz bir ahlâk, yüksek bir yurd ve devrim aşkı içinde toplayacak ulusal bir örgüte bağlanacaktır. Bütün Türk gençliğine şevk ve sıhhatlerini, nefse ve ulusa inanlarını besleyecek beden eğitimi verilecek ve gençlik, devrimi ve bütün erginlik şartları ile yurdu korumayı en üstün ödev tanıyan ve onları, bu ödev uğrunda bütün varlıklarını vermeğe hazır tutan bir düşünüşle, yetiştirilecektir… Türkiye’de spor örgütü de bu esaslara göre düzenlenecek ve yürütülecektir. Yapılacak gençlik örgütünün; Üniversite, okullar ve enstitüler, Halkevleri, toplu işçi kullanan fabrika ve kurumlarla yukarıdaki gayelere göre iş ve yönet birlikleri düzenlenecektir… Okullarda, devlet kurumlarında ve özel kurum ve fabrikalarda bulunanlar, yaşlarına göre, beden eğitimi ile uğraşmak yükümü altına alınacaklardır. Spor ve beden eğitimi için lüzumu olan alan ve kurumlar meydana getirilecektir.”[13]

Gençliğin inşasında spor adeta bir “kült” hâline gelmiştir. Cumhuriyet’in emanet edilebileceği, fikren ve bedenen sağlam, milliyetçi, ahlâklı, “asker” bir gençlik için[14] spor asli bir işleve sahiptir.

Bu bakımdan, 1930’lu yıllar, bir “Gençlik ve Spor Bayramı” tesisi için uygun bir sahneydi. Bu “bayram” için 19 Mayıs’ın seçilmiş olması, öyle anlaşılıyor ki resmi tarihteki bir “boşluk”un giderilmesiyle bağlantılıdır: Resmi tarihe Mustafa Kemal’in Samsun’a Vahidettin’in talimatı ve İngiliz yetkililerin onayıyla Karadeniz’de asayişi sağlamak üzere değil, “milli mücadeleyi başlatmak” amacıyla çıktığı kaydının geçirilmesi.

Böylelikle “Atatürk’ün tuttuğu takım” olarak geçen (Savaş 2018) ve başkanlığını Ataürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer’in yaptığı Güneş Spor Kulübü’nün “Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs gününün Atatürk günü kabul edilmesi önerisi Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı merkezince benimsenmiş ve böylelikle 1935 yılında yurt sathında kutlamalar gerçekleştirilmiştir. İdman Cemiyeti İttifakı’nın 1936’da lağvedilmesiyle yerine CHP’ne bağlı olarak kurulan[15] Türk Spor Kurumu 1936 Nisan’ında yaptığı kongresinde “19 Mayıs tarihinin Spor ve Gençlik Bayramı olarak kabul edilmesini CHP’ye önerme”yi karar altına almış, bu karar parti tarafından onaylanmıştır. (Uzun 2010: 111) Böylelikle her yılın Mayıs ayının üçüncü günü düzenlenen “jimnastik günleri” bu güne katılarak 19 Mayıs “imal edilmiştir”.

Ancak yine de 19 Mayıs’ın ulusal bir bayram, “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak tescili için, 20 Haziran 1938’de yayınlanan “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki 2739 Sayılı Kanuna Ek Kanun”u beklemek gerekecektir.

Ne ki, 19 Mayıs, 1935’den bu yana fiilen kutlanmaktadır: spor kulüplerinin temsilcilerinin Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’na çelenk koyması, stadyumda (İstanbul’da Fenerbahçe stadı) kulüp ve federasyon başkanlarının açılış konuşmaları ve ardından çeşitli spor gösteri ve yarışmaları… 1935’deki kutlamalarda yalnızca spor kulüplerinin gerçekleştirdiği gösteriler törenlerin düzenlenmesinin CHP’nin genelgesi doğrultusunda ve Kültür Bakanlığı’nın (Maarif Vekaleti) gözetimine geçtiği 1936’dan itibaren okullar da katılımıyla gerçekleştirilecektir. Stadyum gösterilerine ek olarak Halkevleri gibi kurumların konferanslar düzenlediği, geceleri resmi erkânın ve kent ekâbiranının katıldığı baloların organize edildiği törenler, yurt sathına yayılacaktır.

1936 19 Mayısı’nın en görkemli kutlaması, öyle gözüküyor ki, Samsun’da gerçekleştirildi:

“Samsun’da yapılan kutlamalar sırasında ise karada top atışları yapılırken, denizden motorlarla Gazi İskelesine çıkan bir gurup asker başları üstünde taşıdıkları Atatürk portresini iskelede bekleyen gençlere teslim etmiş ve böylelikle Atatürk’ün Anadolu’ya ilk çıkışını canlandırmak istemişlerdir.

Daha sonra Atatürk anıtına çelenk konulmuş ve konuşmalar yapılmıştır. Ayrıca askerlerin, öğrencilerin, sporcuların, esnaf kurumlarının ve halkın katılımı ile bir geçit töreni ve stadyumda spor gösterileri ile yarışmalar yapılmıştır. Gece ise bir fener alayı düzenlenmiş, halkevinde temsiller verilmiş, Belediye “Şükran Balosu” adı altında sabaha kadar süren bir eğlence düzenlemiştir.” (Uzun, 2010: 116)

Hakan Uzun’un (2010) ilk kutlama 1935’den Atatürk’ün ölüm tarihi 1938’e dek incelediği 19 Mayıs törenleri standart bir biçimde süregider: Cumhuriyet anıtına çelenk, törenlerde konuşmalar, ortaokul ve lise ile, askeri okul öğrencilerinin ve spor kulüplerinin katılımıyla düzenlenen ve kimi zaman esnaf ve meslek gruplarının da katıldığı geçitler, spor gösterileri ve yarışmalar, kurumların düzenlediği konferanslar, piyesler, geceleyin ise erkân ve eşrafın katıldığı balolar… Ancak çarpıcı bir durum söz konusudur: Mustafa Kemal 1938’de düzenlenen dışında bu törenlerin hiçbirine katılmamıştır!

“POST”-KEMALİST TÖRENLER?

Cumhuriyet törenciliği, kabaca 1980’li yıllara dek, aşağı yukarı yukarıda aktardığım 10. Yıl töreni minvalinde, yani rejimin askerî-sivil bürokratik yönünün öne çıkartılması ve Batı’ya dönük yüzünün vurgulanması hattında süregitti. Ta ki, 1980’deki askerî darbe döneminin, neoliberal bir “sivil” rejimle sona ermesine dek. Turgut Özal’ın temsilcilik ve sözcülüğünü üstlendiği, neoliberalizmin nimetleriyle yükselişe geçen yeni burjuvazi, “askerî vesayet”e, neredeyse her 10 yılda bir tekrarlanan askerî darbelere son verme niyetini iktidar partisi ANAP’ın kurucusu ve başbakan (sonradan cumhurbaşkanı) Turgut Özal’ın ağzından ilan eder. Rejimin “sivilleşmesi”nin bir göstergesi olarak devlet törenleri protokollerinde de köklü değişikliğe gidilir. Özal döneminde, Atatürk’ün ölüm yıldönümü 10 Kasım “yas günü” olmaktan çıkartılır, o gün eğlence mekânlarının kapatılması uygulamasından vazgeçilir, örneğin. Yurt sathında ve illerde uygulanan tören protokolleri değiştirilerek, askeri temsilciler protokollerde geri sıralara itilir. Ulusal bayramlarda arabesk şarkıcıların, pop müziği yıldızlarının sahne aldığı danslı-eğlenceli konserlere yer verilmeye başlanır…

Ama Türk törenciliğinde daha köklü bir dönüşüm için 2000’li yılları, AKP iktidarını beklemek gerekecektir.

Yalnızca “askerî vesayeti kaldırma”, “sivilleşme” değil, aynı zamanda “bu ülkede Osmanlı geçmişe ve İslâm dinine hak ettiği değeri yeniden kazandırma” vaatleriyle iktidara gelen AKP, Cumhuriyet törenciliğine radikal müdahalelerde bulunacak, bir yandan mevcut ulusal törenlerin yapısını bozarken, bir yandan da, tarihi yeniden yazma çabasıyla yeni törenler ihdas edecektir. Böylelikle, Cumhuriyet tarihi boyunca ya hiç anılmayan ya da marjinal bir değer atfedilen olaylar “törenselleştirildi”; ki bunlar büyük ölçüde Cumhuriyet öncesi tarihle (Selçuklu-Osmanlı) ya da İslâm diniyle ilgili anımsamalardı: Muhammed Peygamber’in doğum günü (Kutlu Doğum haftası), Malazgirt savaşı ya da İstanbul’un fethi gibi. Bunlar arasında, AKP’nin tarih-yazıcılığı içinde önemli bir yer tutan İstanbul’un fethi dolayısıyla 2008 yılında gerçekleştirilen törene bir göz atalım:

“İstanbul’un fethinin yıl dönümü kutlamaları Balat-Haliç’te 29 Mayıs Perşembe günü saat 21.00’de başlayacak ve yaklaşık 1 saat sürecek.

Kutlamalar çerçevesinde deniz üzerine iki adet 18 metrelik ayak arasına 1072 metrekarelik su perdesi kurulacak ve perdede ‘Watch Out’ tekniği kullanılarak, 3D teknolojisiyle üretilen “Fetih” filmi yansıtılacak. Kutlamalar için deniz üzerine, dans eden fıskiye sistemleri de kurulacak. Lazer ve fıskiyeler ile gerçekleştirilecek ışık ve su şovu ‘Fetih’ filminin öncesinde izlenebilecek.

Dünyaca ünlü müzisyen Fahir Atakoğlu, İstanbul’un fethinin yıl dönümünde Haliç üzerine kurulacak bir platformda Genelkurmay Başkanlığı Askeri Müze ve Kültür Sitesi Mehteran Bölüğü ile bir konser verecek. Atakoğlu piyanosu ile mehter bölüğünün kösü, davulu, zurnası eşliğinde vereceği konserde, fetih için düzenlediği eserleri ilk kez seslendirecek. Konserin bitimiyle deniz üzerinden başlayacak havai fişek, lazer ve ışık gösterileriyle kutlamalar tamamlanacak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi kutlamalar için müzikal şov sistemleri, lazer, video projeksiyon, ses sistemleri, gökyüzü tarayıcıları, alev efektleri için çeşitli cihazlar ve havai fişek sistemleri kullanacak.

İstanbul Valiliğince organize edilen İstanbul’un fethinin 555. yıl dönümü programı çerçevesinde Fatih Sultan Mehmet’in Fatih Camisi’ndeki türbesi ziyaret edilecek. Saraçhane’deki Fatih Anıtı’ndaki törenin ardından, Belgrat Kapı’da tören düzenlenecek. Buradaki törenlerde, İstanbul’un fethi canlandırılacak. İstanbul Müftülüğünce de Fatih Camisi’nde 555 hatim okutulacak. Camilere bayraklar asılacak, cami minareleri ışıklandırılacak. Çeşitli camilerde Fatih Sultan Mehmet, fetih şehitleri ve gaziler için mevlit okutulacak. İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğünce Sultanahmet, Eyüp Sultan, Eminönü Yeni ve Üsküdar Cedid Valide camilerine mahyalar asılacak.”[16]

Laser-show, mevlid, mehteran takımı, Fahir Atakan konseri, 555 hatim duası, mahyalar, havai fişek gösterisi… Bu unsurlar, bir çeşit “modern Osmanlı Cumhuriyeti” imajını oluşturmak üzere bir araya getirilmişe benzemektedir. İlk dönem Cumhuriyet törenlerinin ima ettiği “kopuş” (Osmanlı geçmişten ve İslâm’a dayalı bir devlet anlayışından kopuş) burada tersine çevrilmektedir. “Modern” Cumhuriyet (ki burada “modernlik” teknolojiye indirgenmiş durumdadır) Osmanlı geçmişi ve İslâm diniyle barış(tırıl)makta, ortaya Kemalizm’in çerçevelendirdiği “laik, çağdaş uygarlık düzeyine erişme-ki bununla kast edilen Batı uygarlığıdır- ülküsüyle yüklü, Aydınlanmacı, “ulusal” ve korporatist toplum” ideali, yerini Osmanlı’yı yeniden ihya etmeyi arzulayan, “ılımlı” İslâmcı bir Türkiye görüsüne bırakmaktadır.

Bir başka deyişle, AKP’nin “kültürel” projesi, “imal ettiği” törenleriyle görünürlük kazanmaktadır… “Tahayyül edilen toplum” ne ise, törenler de onu yansıtmak için tasarlanmıştır…

SONUÇ OLARAK: TÖRENLER NEYİ ANLATIR?

Buraya kadar tartıştıklarımızdan, törenlerin birer “anlatı” olduğunu, bize bir şeyler anlattığını, törenlerin “dil”ini öğrenir, şifrelerini (ya da daha doğru bir deyişle simgelerini) çözmeyi başarırsak, tıpkı giysiler, arkeolojik kalıntılar, teknoloji, masallar, yasalar ya da tüm diğer kültürel unsurlar gibi, bize içlerinde gerçekleştikleri topluma değgin, bir şeyler anlattıklarını anlayabiliriz.

Yukarıdaki cümleyi bilerek, isteyerek yanlış kurdum… Bilim, özellikle de sosyal bilim yaparken sıkça tekrarladığımız bir yanlış: giysiler, arkeolojik kalıntılar, teknoloji, masallar yasalar ya da törenler canlı, düşünen, anlam üreten, varlıklar değillerdir. Canlı olan, düşünen, anlam üreten varlık, insandır. İnsanlar çevrelerindeki dünyayı, başka insanları, kendilerini anlamaya, anlamlandırmaya çalışırlar. Ve bu anlamları başta dil olmak üzere, (ayinler ve törenler dâhil) çeşitli kültürel nesnelerle iletirler. Bir başka deyişle insanlar, (Başka özelliklerinin yanısıra) anlam üreticileri ve anlam ileticileridir.

Ancak bu kadar da değil: İnsanlar yaşadıkları toplumlarda farklı, eşitsiz konumları işgal ederler. Günümüzde tüm bireyleri eşit (servet ve iktidar açısından eşit) bir toplum yoktur. Bu durumda insanlar, “anlamlandırma” ve “anlam aktarma” faaliyetini içinde yaşadıkları toplumun (eşitsiz) koşulları çerçevesinde, kendi sınıfsal deneyimleriyle bağlantılı olarak gerçekleştirir.

Sınıflı toplumlarda yöneticiler sınıfı, yönetilenlere bu eşitsizlikleri yalnızca “zor” yoluyla dayatamaz. “Rıza” üretmek zorundadır: Örneğin yöneticilerin yetkesinin ilahi bir ilkeden kaynaklandığı, uyruklarının refahı için uğraşan, onları düşmanlardan koruyan, cömert ve iyicil “babaları” olduğu, ya da (modern demokrasilerde olduğu üzere) aslında halkın (seçimler yoluyla) kendi kendisini yönettiği, onların ise halkın hizmetkârlarından öte bir şey olmadıkları gibi…

Törenler, görüldüğü üzere uyrukları yönetilmeye ve madun konumda olmaya ikna etmenin araçlarından biri olagelmiştir, egemenlerin elinde. Ama tören bundan biraz daha fazlasıdır: aynı zamanda egemenlerin denetimi altındaki prestij nesnelerinin ve askeri gücün sergilenme alanlarıdır. Kadim Mezopotamya kralları tören geçitlerinde servetlerini gözler önüne serer; fethedilmiş halkların tanrıları başkentteki merkez tapınağa taşınarak Baştanrı’ya biat eder… Şefler her fırsatta törensel ziyafetler çekerler halklarına. Modern ordular, ulusal bayramlarda en yeni silahlarını sergiler; uçaklar uçar, tanklar geçer. “Gücümüzü görün,” denmektedir adeta potansiyel ve gerçek düşmanlara. “Gücümüzü görün ve bizden korkun!”.

Öte yandan törenler, toplumun değer sistemini, kozmolojilerini simgesel sistemler olarak açığa çıkartır. Renkler, sesler, müzik, tören gereçleri, masklar, gruplar arasındaki protokol hiyerarşisi, yaş ve cinsiyet rolleri ve sınıfsal pozisyonlar açısından herkesi, her şeyi yerli yerine yerleştirir. Denilebilir ki törenler kozmik ve toplumsal düzeni yeniden kurar ve katılımcılara, izleyicilere belletirler. Kişiler bu “drama”ya katılmakla toplum ve kozmos içindeki yerini beller.

Ve nihayet, toplumun dümenine geçen toplumsal kesimler kimlerse, nasıl bir toplum, nasıl bir düzen, nasıl bir tarih istediklerini törenler aracılığıyla anlatırlar. 1930’lu, 40’lı yılların Kemalist Türkiyesi’nde “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış, disiplinli, laik, Aydınlanmış, Batılı, modern” bir toplum tahayyülü vurmaktadır törenlere damgasını. Günümüzde bu, yerini “Osmanlı geçmişine sahip çıkan, dindar, teknolojik açıdan modern ama kültürel açıdan geleneklerine bağlı” bir toplum tahayyülüne bırakırken törenler de yeni egemenlerin elinde yeniden biçimlendirilir.

Bize neyi mi anlatmaktadır törenler? Egemenlerin mutlaka egemen olmayı gereksindiğini, ve bizim nelere rıza göstermemiz gerektiğini…

Kimi zaman uyruklar, kendilerine biçilen bu gömlekleri reddederken, törenciliği de ilga edip, yerine ezilenlerin, sömürülenlerin eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya özlemini yansıtan şenliği geçirirler. 2013 Haziran’ında Gezi direnişinde olduğu üzere.

Yaşamınızda törenlerin az, şenliklerin bol olması dileğiyle…

12 Mart 2023 12:27:51, İstanbul.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Alexander, Bobby C. (1997) “Ritual and Current Studies of Ritual: Overview” in Anthropology of Religion, Stephen D. Glazier (ed) (139-160). Greenwood Press, 1997.

Çayla, İlker (2005). Milliyetçilik: Simgeleri, Törenleri. H.Ü. Antropoloji Bölümü, Y. Lisans Tezi.

Doğaner, Yasemin. “Cumhuriyetin Onuncu Yıl Kutlamaları”, Atatürk Ansiklopedisihttps://ataturkansiklopedisi.gov.tr/ bilgi/cumhuriyetin-onuncu-yil-kutlamalari

Duvignaud, Jean (1973). Fêtes et Civilizations. Paris: Librairie Weber.

Firth, Raymond (1967). Tikopia Ritual and Belief. Boston: Beacon Press.

Hür, Ayşe (2008)” ‘Geleneğin İcadı’ ve 19 Mayıs Bayramı”, Taraf, 19 Mayıs 2008.

Kertzer, David I. (1988). Ritual, Politics and Power, New Haven & Londra: Yale University Press.

Gluckman Max & M. Gluckman (1977). “On drama, games and athletic contests”, S.Moore & B. Myerhoff (der.), Secular Ritual. Amsterdam: Van Gorcum.

Milli Eğitim Bakanlığı Bayrak Törenleri Yönergesi. Tebliğler Dergisi, Mart 2007/2594.

“Religion: The cult of Supreme Being,” http://chnm.gmu.edu/revolution/d/436/.

Özdemir, Diler (2004). Ankara Hipodrome: The National Celebrations of Early Republican Turkey, 1923-1938. A Thesis submitted to the Graduate School of Natural and Applied Sciences of METU.

Rivière, Claude (2005). Socio-anthropologie des religions. Paris: Armand Colin.

Savaş, Burak (2019). “Atatürk’ün Tuttuğu Takım: Güneş Spor Kulübü”, İndigo Dergisi, 23 Ağustos 2018, https://indigodergisi.com/2018/08/ataturk-gunes-spor-kulubu/

Şahingöz, Mehmet (1999). “Osmanlı’dan Milli Mücadeleye İstiklal-i Osmanî Günü Kutlamaları”, Osmanlı, der.: Güler Eren, Ankara, C. 1.

Türk Eğitim-Sen, “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı Kutlama Yönergesi”

Uzun, Hakan (2010). “Milletin İradesiyle Oluşan Bir Bayram: Atatürk’ü Anma 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı ve Atatürk Döneminde Kutlanışı”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt: 6, Sayı:24.

Yolcu, Serap (2014). Türkiye’de bir Politik Özne Olarak Gençliğin İnşası (1930-1946), İ.Ü. SBE Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ABD Doktora Tezi, İstanbul.

N O T L A R

 [1] 22 Mart 2023 günü Kadıköy Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV)’ın Cumhuriyet’in 100. Yılı  konferans dizisi kapsamında yapılan sunum… Kaldıraç Dergisi, No:267, Ekim 2023…

[2] Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?, çev: Alâeddin Şenel, Ayrıntı Yay., 2014, s.121.

[3] Milli Eğitim Bakanlığı Bayrak Törenleri Yönergesi. Tebliğler Dergisi, Mart 2007/2594.

[4] Türk Eğitim-Sen, “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı Kutlama Yönergesi”

[5] 22 Prairial, an II [10 Haziran 1794] tarihli Gazette nationale’den aktarma. “Religion: The cult of Supreme Being,” http://chnm.gmu.edu/revolution/d/436/.

[6] Akt. Özdemir (2004, EK 7)

[7] 1934 Cumhuriyet Yıl Dönümü Kutlama Talimatı,1934, (İstanbul: Devlet Matbaası), ss.6-2.7 “Herkes bayram günü en yeni ve en temiz elbiselerini giyer. Fırka mensupları yakalarına mevcudu varsa onuncu yıl için yapılıp gönderilmiş olan küçük fırka bayraklarını takarlar. Mekteplerin resmî dairelerin talebeye, müstahdemlere vermeleri mutat olan yeni elbiseleri bu bayram münasebetile dağıtmaları ve ailelerin de çocuklarının yeni elbiselerini bu bayram münasebetile tedarik etmeleri yerinde olur. Hayır cemiyetlerinin de fakirlere vereceği elbise ve eşyayı bu gün dağıtmaları münasiptir.” (Akt.: Özdemir, Ek 73)

[8] Yasemin Doğaner, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/cumhuriyetin-onuncu-yil-kutlamalari/

[9] Cumhuriyet, 30 Teşrinievvel 1933, ss.1-9. Aktaran: Çayla (2005).

[10] “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”, Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/23_Nisan_Ulusal_Egemenlik_ve_%C3%87ocuk_Bayram%C4%B1

[11] “Avrupa’da sporun kitleleri belli bir ideal etrafında toplamakta ne kadar etkili olduğunu gözlemleyen ve aynını Osmanlı ülkesinde de gerçekleştirmek isteyen Selim Sırrı Bey, ilk ‘İdman Bayramı’nı, 29 Nisan 1916’da Kadıköy’deki İttihat Spor Kulübü’nün çayırında düzenlemişti. Daha önceki bir yazımızda hikâyesini anlattığımız ‘Dağ Başını Duman Almış’ marşı eşliğinde yapılan gösterilere Darülmuallimin-i Aliye’den 200 erkek öğrenci katılmış, üzerlerinde beyaz gömlek, siyah pantolon ve kırmızı kuşak olan öğrenciler önce İsveç jimnastik hareketlerinden örnekler sunmuşlar, ardından aletli jimnastik gösterilerine geçmişlerdi. Kasadan atlayan, taklalar atan, 100 metre sürat yarışı, halat yarışı, koltuk değnekleriyle oynanan bir çeşit futbol maçı yapan gençler seyircilere sevinçli bir gün yaşatmışlardı. (Hür, 2008.)

[12] Bkz. Yolcu (2014). Örneğin: “Bu anlamda 1930’lu yılların ortalarına gelindiğinde yükselen bir ekonomi olarak Almanya’nın uygulamaları, iktisadi alanda nasyonal sosyalizme ilgi uyandırmıştır. Bu ilgi Çığır dergisinde Şeref Nuri’nin makalelerinde kendisine yer bulmuştur. Yazılarda nasyonal sosyalizmin ortaya çıkış şartları ve uygulamaları açıklandıktan sonra, Faşizm ile Kemalizm’in iktisadi uygulamaları arasında, ekonominin ötesinde hayatın bütün alanlarıyla ilgilenmesi bakımından benzerlik kurulmuştur. Dergide Alman iktisat politikalarında bireysellikten sakınılıp, cemiyetin ön plana çıkarılması ve toplum aleyhine bireysel kazanımların eleştirilmesi, Türkiye’nin mevcut programlarıyla uyumlu olduğundan dolayı övülmektedir. Bunun yanında Hitler’in iktidara geldikten kısa bir süre sonra işsizlik meselesini -bir takım unsurların aleyhine dahi olsa- önemli oranda çözmesi, takdir edilmektedir.” (s.215)

[13] Akt.: Yolcu,(2014: 219)

[14]  “Varlık dergisinde, Finlandiya, Almanya gibi örnekler üzerinden spor yapan gençlerin ülke savunmasında ne kadar önemli oldukları açıklanmaya çalışılmaktadır. Sekizinci Spor Kongresi ise sporun doğrudan vatan müdafaasında bir araç olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır. ‘Türk sporu demek, aynı zamanda Türk genci, Türk yurddaşını yurd düşmanlarına karşı kavgada, gerek tek başına kavgada gerekse birlikte kavgada üstün kılacak, gelecek meydan savaşlarında Türk ordusunu çevik, yürekli, kahraman, ateşli, anlayışlı, söz dinler, dayanıklı elemanlarla dolduracak olan spordur.’” (Yolcu, 2014: 232)

[15] “Dönemin beden eğitimi camiası içinde bulunan kişilerin büyük çoğunluğunun Almanya’da eğitim görmüş olmalarının da etkisiyle, Türkiye’ye en uygun modelin Almanya’daki model olacağı ileri sürülmüş ve Almanya modeli benimsenerek kurulmuştur. Bu nedenle de kurum, CHP’ye bağlanmış ve artık Türkiye’de spor işleri, CHP’nin yönetim ve denetimi altında yürütülmeye başlanmıştır.” (Uzun, 2010: 111)

[16] “Haliç’te Lazer Ve Su Perdeli Fetih Kutlaması”, Yeni Şafak, 24 Mayıs 2008, http://yenisafak.com.tr/Aktuel/?i= 118926