“Oysa ne bir hayâl, ne bir fısıltı, ne bir ayak sesi;

Ne de bir gören var, bir soran var yitikliğimizi...”[1]

“Sen şimdi kocanın evinde oturursunVe saçların artık eskisi gibi değil/ Geceleri yemekten sonra/ Çorap söküğü dikersin/ Belki de ellerin soğan kokar/ Senin kocan bir suratı çirkin adam/ Ağzı açık uyurVe senin vücudun bozulur çocuk doğurdukça

Şiir Salah Birsel’in… Adı “Bulut Geçti”. İnkılapçı Gençlik dergisinin 28 Şubat 1942 tarihli nüshasında yayınlanmış.

Yayınlanır yayınlanmaz da şairinin başına gelmeyen kalmamış… Ulus gazetesinden Sabahattin Sönmez, Tan’da Refik Halit Karay, onu topa tutmuşlar: Şair “millî aile değerlerine saldırmakta”, “yalnız evlenmeyi kötülememekte; genç kızları ere varmaktan, evli olmaktan şiddetle tiksindirdikten başka, onları sadece bir eğlence ve nefis körletme vasıtası olarak tanıdığını da anlatılmakta, oynaşlığa, sürtüklüğe heveslendir”mekteymiş! İş, Birsel’in “aile mevcudiyetini ve aile kurmak esasını sarsacak ve kadınlığın ana olmak hususundaki fikri temayülünü zayıflat”mak; “açıkça çocuk doğurmamayı telkin et”mek suçlamasıyla yargılamasına dek varmış![2]

Salah Birsel’in “aile mevcudiyetini, aile kurmak esasını sarsmak, kadının ana olma hususundaki temayülünü zayıflatmak”tan yargılandığı dava nasıl sonuçlandı, bilmiyorum. Ama olayın kendisi yeterince çarpıcı ve anlamlı…

“Hangi bakım(lar)dan” mı?

Bu ülkede “kadın hakları” üzerine standart/ resmi söylem, ana hatlarıyla şöyledir: Eski Türklerde kadınlar erkeklerle eşit konumdaydı. Hakan ile Hatun ülkeyi birlikte yönetiyordu. İslâm Türk kadınının konumunda gerilemeye yol açmış, Osmanlı’da kadın tümüyle toplumun dışına itilmiş, kafes ardında yaşamaya mahkûm edilmişti.

Tanzimat’la birlikte ülkenin içine girdiği yenilenme/ modernleşme eğilimi, kadınları da etkilemiş, I. ve II. Meşrutiyet ise bir yandan dönemin intelligentsia’sı arasında kadınların konumunu ve bu alanda düzeltimlere gidilmesi gereği hususunda tartışmalara sahne olurken, bir yandan da özellikle kadınların eğitimi konusunda ilerlemeler kaydedilmiştir. II. Meşrutiyet döneminde dönemin “aydın, elit kadınları” da bu tartışmalara aktif olarak dâhil olmuş, çıkardıkları dergiler, kurdukları örgütler aracılığıyla medeni ve toplumsal haklar talep etmişlerdir.

I. Dünya savaşı erkekleri cepheye gönderirken kadınları da kitlesel olarak iktisadi yaşama çekmiş, bu da kentlerde kadınların çalışmasını toplum nezdinde meşrulaştırmıştır.

Kadınların gerek Dünya Savaşı’nı izleyen işgal döneminde İstanbul, İzmir gibi kentlerdeki siyasal faaliyetleri (mitinglerde kitlelere seslenen kadınlar), gerekse Kurtuluş savaşında gösterdiği kahramanlıklarla (silah elde savaşa katılma, kağnılarla cepheye mermi taşıma, savaşta hemşire olarak görev alma…) “medeni dünya” kadınlarıyla aynı haklara sahip olmayı hak ettiğini kanıtlamıştı.

Cumhuriyet kurulduktan sonra “muasır medeniyet seviyesi”ne erişmenin kadınların medeni, sosyal ve siyasi eşitliğe kavuşmalarından geçtiğinin bilincinde olan Mustafa Kemal (sonradan Atatürk) Hilafetin ilgası, Tevhid-i Tedrisat, Medeni Kanun gibi reformlarla, ardından da belediye seçimleri ve nihayet genel seçimlerde kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle kadınları erkeklerle eşit yurttaşlar konumuna getirilmesini sağlamıştı. Atatürk sayesinde Cumhuriyet kadını çarşaf, peçe ve kafesten kurtulmuş, eğitimin her düzeyine erişim, avukat, doktor, mühendis, pilot, subay olma, hatta “saylav” olarak ülkenin kaderi üzerinde söz sahibi olma hakkını elde etmiş, Cumhuriyet’in “Kadın Devrimi” böylece tamamlanmıştır…

AKP ülkenin dümenine geçip de liberallerle el ele “vesayet rejimi”ni yıkıp “yeni” (ve Osmanlıcı-İslâmcı) bir resmi söylemle ikame gayretine girişmeden önce orta öğrenimini tamamlamış yurttaşların belleklerine kazınan standart resmi anlatı, üç aşağı beş yukarı bu…

Resmi Anlatının Kör Noktaları

Hiç kuşku yok ki, her resmi anlatı gibi kimi “ihmâl”leri, çarpıtmaları, bastırmaları içeriyor. İlkin Marksistler (Aytunç Altındal’ın 1970’li yıllarda Marksist bakış açısıyla kaleme aldığı Türkiye’de Kadın bu konuda değerini koruyan bir kaynaktır), ardından da 1980’lerin sonlarından itibaren feminist akademisyenler tarafından enikonu eleştiriye tabi tutulan ihmâl, bastırma ve çarpıtmalar…

Resmi anlatı, öncelikle kadınların Osmanlı’dan Cumhuriyetin ilk yıllarına medeni, sosyal ve siyasal haklarını kazanmak için verdikleri mücadelenin üzerinden atlamakla malûldür. II. Meşrutiyet kadın örgütlenme ve dergileri bu anlatıda kısmen de olsa yer bulmakla birlikte, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yükselen kadın sesleri, eğer doğrudan kurucu iradeyi yankılamıyor ve onun tasarrufları doğrultusunda yükselmiyorsa, bastırılır.

Somut örnek, Türk Kadınlar Birliği… Henüz Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmadan, dönemin önde gelen feminist kadınlarından Nezihe Muhiddin öncülüğünde, Türk kadınlarının sosyal ve siyasal haklarına kavuşmaları için çalışmalar yürütmek amacıyla kurulan -daha doğrusu kurulması için girişimde bulunulan- Kadınlar Halk Fırkası’nın (1923) kuruluşunun reddedilmesinin ardından girişim, program “hafifletilerek” Türk Kadın Birliği’ne dönüştürülmüştü. Kurucu iradeyle aynı weltenschauung’u (dünya görüşü) paylaştığını hem yayınlarında hem de faaliyetlerinde döne döne vurgulayan TKB, öyle gözüküyor ki, bir türlü Kemalist kurucu kadronun içine sinmedi. Milliyetçiydiler, modernleşmeciydiler, sekülerdiler, Türk kadınının medeni dünya içinde hak ettiği yeri alması konusundaki gayretlerinin samimiyetlerinden kuşku duyulamazdı… Ama olmamıştı. Nihayetinde, “kurucu irade”nin inisiyatifi dışında bir girişimdi, ve “kendi başlarına” iş yapma eğilimlerini belli ediyorlar, yeni rejimin tüm unsurlardan beklediği “koşulsuz biat”a yanaşmıyorlardı. Önce düzmece yolsuzluk suçlamalarıyla Nezihe Muhittin yönetimden ve üyelikten uzaklaştırıldı, dernek bir çeşit “kayyım” olarak davranan bir ekibe teslim edildi. Bu da yetmedi, öyle gözüküyor ki, İstanbul’da düzenlenmesinde etkin oldukları “Arsıulusal Kadınlar Kongresi (18-24 Nisan 1935)’nde (dönemin siyasal yönelimine aykırı olarak) Nazizm karşıtı ve barış yanlısı bir mesajın öne çıkmasının da tetiklediği bir tepkiyle birlik kendini feshe “ikna edildi”. Gerekçe ise traji-komikti: “Türk Kadınına 1934’de seçme-seçilme hakkı tanınmış, böylelikle tüm medeni, sosyal ve siyasal haklarına kavuşmuştu. Bu nedenle de bir kadın örgütüne gerek kalmamıştı.”[3]

Evet, kadınların “seçme-seçilme hakkına sahip olmadıkları” için parti kurmaktan men edildikleri, bu hakka kavuştuktan sonra da “artık örgütlenmenize gerek kalmadı” diye derneklerinin lağvedildiği bir tuhaf “Kadın Devrimi”!

Aslına bakılırsa, “bastırılanlar/ yok sayılanlar”ın da pek “masum” sayılamayacağı bir öyküdür bu… “Bastırılanlar” (burada Nezihe Muhittin çevresi) da kadın hareketi içerisindeki “ötekiler”i görmezden gelme, yok sayma ya da değersizleştirme konusunda “kurucu irade” ile yarışmaktadır sanki…

Örnek, Ulviye Mevlan ve 1913 yılında kurduğu Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti.

“Bu derneği diğerlerinden ayıran özellikler, orta kesim kadınlar tarafından kurulması, açıkça feminizmi savunup kendini feminist ilan etmesi, önüne kadın haklarının kazanılmasını koyması, kadınların seçme ve seçilme hakkını daha kurulduğu yıldan itibaren gündeme getirip 1921 yılında da programına resmen koymasıydı. Derneğin Nisan 1913’ten itibaren çıkmaya başlayan ve 1921 yılına kadar değişik aralıklarla çıkmaya devam eden Kadınlar Dünyası isimli bir de dergisi vardı. Dergi tümüyle kadınlar tarafından çıkarılıyordu.”[4]

Kadınların seçme-seçilme talebini sistemli ve istikrarlı biçimde ilk gündeme getiren Ulviye Mevlan ve onun Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti idi. Cemiyet, bununla da kalmıyordu, Osmanlı’nın çokulusluluğu çerçevesinde, hem kapılarını hem de yayınladığı derginin sayfalarını Türk ve/veya Müslüman olmayan kadınlara ve bunların oluşturduğu örgütlenmelere açmıştı. Sonradan Kürtçe Jin dergisini yayınlayacak olan Kürt kadın yazarlar da dergide yer alıyordu.[5] 1919’dan itibaren örgütlenmeye başlayacak Ermeni ya da Çerkez kadınlarla (Kürt ve Çerkez örgütleri, Lozan’da “azınlık” olarak tanınmadıkları gerekçesiyle 1923’de kapatılacaktı) ilişkili oldukları bildirilmektedir: “Derginin kapısı tüm Osmanlı kadınlarına açık, Rum, Ermeni, Kürt, Arnavut, Çerkez kadınlarının da bu gazeteyle farklı içerikte ilişkileri olmuştur.”[6] Ulviye Mevlan’ın eşi Mevlanzade Rıfat’ın Kürt ve Ermeni hareketleriyle yakın ilişkide olması, kendisinin de Çerkez olması, ikili iktidar yıllarında Ankara’dan çok İstanbul’u muhatap kabul etmelerine yol açmış gözüküyor. Büyük olasılıkla bu nedenledir ki, dergi ve Cemiyet 1923 sonrasında kapanacak, Ulviye Mevlan ise derin bir suskunluğa gömülecekti.

Mustafa Kemal hareketinin Anadolu’da zafer kazanması ve Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde milliyetçiliğin başat ideoloji hâline gelmesiyle milliyetçi vurgusu giderek daha vurgulu hâle gelecek olan Nezihe Muhittin ve çevresinin Ulviye Mevlan ve dergisinin gözden düşürülmesine şevkle katkıda bulunduğu gözlemleniyor.[7]

II. Meşrutiyet’le birlikte yoğun bir örgütlenme ve yayın faaliyetine girişen Kürt, Ermeni, Çerkez, Rum… kadınlarının yanı sıra resmi tarih anlatısının sistemli biçimde görmezden geldiği bir başka unsur, kuruluş yıllarında komünist kadınların ve komünistlerin “kadınların özgürleşmesi” talebini daha hareketin biçimleniş yıllarından itibaren dile getirip programlaştırmış olmalarıdır.

TKP’nin kuruluşundan çok önce, Osmanlı topraklarında sosyalist mayalanma, gayrımüslim unsurlar arasında baş göstermiştir. 1887’de Ermeni devrimciler tarafından kurulan Devrimci Hınçak Partisi’nin kurucuları arasında bir kadının da bulunduğu kaydedilmektedir.[8] 1909’da Selanik’te ağırlıklı olarak Yahudiler tarafından oluşturulan Sosyalist İşçi Federasyonu’nun kadın işçileri de kapsadığını ve Selanik’in kadın işçilerin grevlerine sahne olduğu da biliniyor.[9]

Yine TKP’nin kuruluşundan önce, Mükerrem Belkıs, Yaşar Nezihe (Bükülmez) gibi sosyalist kadınlar, Ulviye Melvan’ın Kadınlar Dünyası dergisinde yazıyorlardı.[10] Ve antiemperyalist bir kalem, Sabiha Zekeriya (Sertel), henüz milliyetçilikle sosyalist fikirler arasında bocaladığı 1919’da yayıncısı olduğu Büyük Mecmua’da kadınların seçme-seçilme hakkını savunuyordu.[11]

1920’de kurulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası üyesi kadınların 8 Mart 1921 tarihinde İstanbul’da 8 Mart 1921 tarihinde “Uluslararası Kadınlar Bayramı” vesilesiyle bir kutlama yaptıkları da yer almaz resmi anlatıda, 1920 Eylülü’nün ilk haftasında Bakû’de toplanan Şark Milletleri Kurultayı’na katılan, Şefik Hüsnü çevresinden Naciye Yoldaş’ın bu Kurultay’da şöyle bir konuşma yaptığı da:

“Komünistler bütün kötülüklere son vermek için sınıfsız bir toplumun kurulması gerekliliğine inanırlar, bu sonuca erişmek için bütün burjuvalara ve ayrıcalıklı sınıflara karşı amansız bir savaş sürdürürler. Doğulu komünist kadınların savaşı daha da zorludur çünkü ayrıca erkeklerin istibdadına karşı savaşıyorlar. Siz Doğulu erkekler eğer geçmişte olduğu gibi kadınların kaderine kayıtsız kalırsanız, emin olun ki, ülkelerimizi ve onunla birlikte kendinizi ve bizi mahvedeceksiniz. Alternatif ise bizim de haklarımızı kazanmak için diğer ezilenlerle birlikte ölümüne bir savaşa girişmemizdir. Kadınların belli başlı taleplerini kısaca ortaya koyacağım.

1) Haklarda tam bir eşitlik.

2) Kadınlar için erkeklerinkiyle aynı ölçülerde genel ya da mesleki eğitim fırsatı.

3) Evliliğe ilişkin kadın ve erkek arasındaki haklarda eşitlik. Çokeşliliğin kaldırılması.

4) Kadınların bütün idari ve yasama birimlerinde istihdama kısıtlamasız kabul edilmesi.

5) Bütün kent, kasaba ve köylerde kadınların hakları ve korunması amacıyla şûrâların örgütlenmesi.

Hiç kuşku yok ki bu talepleri ileri sürmeye hakkımız var. Komünistler bizim de eşit haklara sahip olduğumuzu kabul ederek bize el uzattılar; biz kadınlar onların en sadık yoldaşları olacağız. Hâlâ yolları seçilemeyen karanlıklar içerisinde olabiliriz. Hâlâ bizi yutacak uçurumların kenarında olabiliriz. Ama korkmuyoruz. Zira biliyoruz ki, gün doğumuna erişmek için gecenin içinden geçmek gerekir.”[12]

Sosyalist-komünist kadınların -ve yalnızca onların!- sorunlarına sürekli dikkat çekmeye ve ağır baskılar, yasaklar, cezaevleri arasında soluk alabildikçe örgütlemeye çalıştıkları işçi-emekçi kadınlar da Cumhuriyet’in “kadın devrimi”nin kör noktalarından bir başkasıdır.

Cumhuriyet, kurucu iradenin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” iddialarına karşın hiç de “imtiyazsız” ve hele “sınıfsız” değildi. Gayrımüslimlerin İttihat Terakki’den başlayarak Cumhuriyet tarihi boyunca uğradıkları kıyım, zorunlu göç ve ayırımcılığa, Kürtlerin, Alevîlerin başına gelenlere bakılırsa “kaynaşmış” hiç değil…

Cumhuriyet rejimi, Osmanlı’nın son dönemlerinden, nicel olarak giderek büyüyen ve ortaya çıktığı andan itibaren sınıf mücadelesine atılan bir işçi sınıfı devralmıştı. İçinde önemli sayılacak miktarda kadın işçiyi barındıran bir proletarya…

En Kör Nokta: Kadın İşçiler

 

Kadının çalışma yaşamına Kemalist devrimle birlikte katıldığı genel kabul görür; bu belki hekimlik, mühendislik, pilotluk, avukatlık, hâkimlik gibi “prestijli” meslekler için doğrudur, ama genel kanının aksine, Osmanlı dönemi boyunca da kadınlar üretime katılmaktan geri durmamışlardı: ne kırsal kesimde tarlada ne de kentlerde, özellikle de ev tezgâhlarında…

Sorun, kadın emeğinin hane üretimi içerisinde “görünmez” olmasındaydı. Ancak 19. yüzyıldan itibaren, kadın işçiler önce atölyelerde, ardından da fabrikalarda, hatırı sayılır miktarlarda boy göstermeye başladılar. Ahmet Makal, D. Quataert’in “Kadın emeği, 19. yüzyıl Osmanlı imalatçılığının ayrılmaz bir parçasıydı. Olağanüstü veya alışılmadık bir durum değil, tersine merkezî bir yer tutan, her zaman rastlanan ve günlük bir olguydu” sözlerini aktarırken, 19. yüzyılın ikinci yarısında imalatın büyük ölçüde hane dışına aktarılmasıyla birlikte, kadınların geleneksel olarak çalıştıkları alanlardan (özellikle dokumacılık) başlamak üzere fabrika ve atölyelerde ücretli işlere yöneldiğini, savaşın erkek nüfusu cepheye sevk etmesiyle birlikte kadınların çalışma alanlarının daha da genişlediğini belirtir.[13] İmalattaki ücretli işler öncelikle gayrımüslim kadınlar tarafından doldurulmuştur: örneğin, “1872 yılında Bursa’daki 75 ipek işleme fabrikasında yüzde 84’ü yetişkin kadın, yüzde 12’si kız çocuğu ve yüzde 4’ü erkek olan toplam 5.415 işçinin yüzde 95’i Ermeni ve Rum’du. Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde Hıristiyan Arap, Ermeni ve Rum kadınlar fabrikalarda çalışmakta oldukları hâlde; Müslümanlar sadece erkeklerini fabrikalara gönderdiler. Savaşla birlikte bu durum değişti ve Türk kadınlar fabrikalarda çalışmaya başladılar.”[14]

Böylelikle, 1915 gerçekleştirilen 1913-1915 Sanayi Sayımı, sanayi kolunda çalışanların yaklaşık üçte birinin kadın olduğunu ortaya koyacaktı. Çalışan kadınların yüzde 95’i ise dokuma ve gıda sektörlerinde istihdam edilmektedir.

Cumhuriyet’in İmparatorluk’tan devraldığı çalışma koşulları tablosu, hiç de parlak değildir. 1921’de Meclis’de Ereğli’de çalışan kömür işçilerinin durumu dönemin İktisat Bakanı’nca şöyle dile getirilmekte: “Bizimkilerin hâlini arzedeyim. Hepsi çıplak, hepsi açtır. Hatta üzerlerinde bir mintan bile yoktur. Karadeniz sahillerinden gelen, ameleliği kendilerine sanat ittihaz eden Müslüman biçarelerin orada yatacak yerleri yoktur. Bunlara 80 kuruş gündelik verilir. Fakat 40 kuruşu ekmek parası olarak kesiliyor ...”[15] Kadın işçilerin durumunun daha iyi olduğunu söylemek için hiçbir dayanak yok. Hatta tersine…

Erken Cumhuriyet döneminde sanayide kadın istihdamının (başta dokumacılık ve gıda sanayii olmak üzere) yüzde 25 dolaylarında olduğu belirtiliyor.[16] Kadın emeği başta İstanbul ve İzmir olmak üzere birkaç büyük kentte yoğunlaşmıştı, 1930’lu yıllarda uygulanan devletçi iktisat politikaları doğrultusunda kurulan İktisadi Devlet Teşekkülleri de kadın işçi sayısını arttıran bir etken olmuştur.

Sınai kapitalizmin beşiği Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’nde olduğu gibi Osmanlı-Türkiye coğrafyasında da kadın (ve oldukça yüksek bir oran oluşturan çocuk) emeğinin tercih nedeni, yetişkin erkek işçilere göre çok daha düşük ücretlerle çalıştırılmalarıydı: “1913-1915 Sanayi Sayımı sonuçları (…) değişik işkollarında erkek işçi ücretlerinin kadın işçi ücretlerinin 2 ila 2.5 katı olduğunu ortaya koymaktadır. Quataert “Karşılaştırma yapılabildiğinde, her zaman ve her yerde, onların ücretleri, erkeklerin aynı ve denk iş için aldıkları ücretlerin küçük bir parçası kadardı” demektedir. Kadın-erkek ücret farklılıkları, sadece sanayi değil, tarım kesimi açısından da geçerliydi. 1913-1914 yıllarında tarım kesiminde ortalama gündelik ücret erkekler için 5-10 kuruş, kadınlar için ise 3-6 kuruş arasındaydı.”[17]

Aynı eğilim, Cumhuriyet döneminde de -“kayyım”a devredilmiş Türk Kadın Birliği’nin “fantezileri”ne karşın[18] süre gidecektir. Örneğin (1936 tarihli İş Kanunu sonrasına ait bir veri, Türkiye’de kibrit ve çakmak tekeline sahip bir Amerikan şirketinde 19 yaşından büyük erkek işçilerin saat ücreti 8 kuruş iken aynı yaştaki kadın işçilerde bu miktar 7 kuruşa düşmektedir. Bu salt özel sektör ya da küçük işletmelere özgü bir durum da değildir üstelik. Örneğin, “1940’lı yılların sonunda, 1.475 işçi çalıştıran ve bunların 1.000’i kadınlardan oluşan Samsun Tekel Tütün Bakım ve İşleme Evi’nde kadınların ortalama saat ücreti 15-16 kuruş iken, erkekler için bu rakam 24-25 kuruştu. Aylık ücret ise kadınlar için 35-40, erkekler için 50-60 lira arasındaydı. 1947 yılı itibariyle, 1.200 işçi çalıştıran Sümerbank Bakırköy Bez Fabrikası’nda paçal kısmında çalışanlar ayda 80, iplikteki ustalar 180, kadınlar 75, çocuklar 25 lira ücret almaktaydılar.”[19]

İzmir İktisat Kongresi’ne (1923) katılan işçi heyetlerinin ısrarıyla işçileri, bu arada kadın işçileri de koruyacak kimi ilkeler üzerinde anlaşmaya varılır. Kadın işçilere yönelik belirlenen ilkeler, kadınların madencilik sektöründe çalışmasının yasaklanması, kadın emekçilere her ay üç gün izin ve doğumdan önce ve sonra sekiz haftalık ücretli izindi.[20]

Ne ki, İzmir İktisat Kongresi kararları “tavsiye” niteliğindeydi, hayata geçirilmeleri, ancak bir yasal çerçeveye oturduktan sonra mümkün olabilecekti. Söz konusu olan “işçi hakları” olduğundaysa, bu yasal çerçeveler bir türlü biçimlenemiyordu. Böylelikle, örneğin, “Kongrede amele yerine işçi kavramının kullanılması ve işçi sendikalarının kurulması kararı alınmasına rağmen hükümetler bu kararı uygulamadıkları gibi 1930’lardan itibaren işçi sendikalarının kurulması engellenmiştir.”[21]

Kadın işçilerin çalışma koşullarını düzeltmeye yönelik ilk yasal adım ise, 1930’da kabul edilen ve kadınlara doğumdan önce üç, doğumdan sonra da üç hafta ücretli izin, altı ay boyunca günde iki saat emzirme izni verilmesini öngören, emzikli kadınların sağlığa zarar verecek ağır işlerde çalıştırılmasını yasaklayan Umumi Hıfzısıhha kanunudur.

1936’da çıkartılan İş Kanunu ise kadınların çalışması yasak ya da kısıtlı olan tehlikeli işler ile gebe ve emzikli kadınlara yönelik izin ve kreş/ emzirme odası gibi düzenlemeleri İktisat ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıklarınca hazırlanacak tüzüklere bırakır.

Ne ki, İş Kanununun kadın ve çocukları koruyucu hükümleri, 1940’da çıkartılan Milli Koruma Kanunu çerçevesinde “askıya alınacaktır.” İş Kanunu’nda bakanlıklarca yayınlanması öngörülen “Ağır ve Tehlikeli İşler Tüzüğü” 1948 yılında, “Gebe ve Emzikli Kadınların Çalıştırılma Şartlariyle Emzirme Odaları ve Kreşler Hakkında Nizamname” ise 1953 yılında çıkarılabilmiştir. Hoş, kreş ve emzirme odası sorunu Nizamname çıktıktan sonra da çözülmüş değildir. “1960 yılı itibariyle tüm ülkede sadece 33 emzirme odası ile 32 kreşin kayıtlı olduğu, bu tesislerdeki çocuk sayısının ise sadece 2 898 olduğu görülmektedir. Bunun öncesindeki dönemde ise durum çok daha kötü olup, bu olanaklar yok denecek düzeydedir.”[22]

Sorun keşke yalnızca “eşit işe eşit ücret” alamama ya da “kreş ve emzirme odaları yokluğu olsa...

Örneğin çalışma süreleri…

“1936 tarihli İş Kanunu, haftalık çalışma süresini 48 saat, minimum çalışma yaşını ise 12 olarak saptamıştı. TBMM Çalışma Komisyonu üyelerinin 1947 yılına ait raporları, kadın işçilerin diğer çalışma sorunları yanında, çalışma yaşı ile çalışma sürelerine ilişkin olarak da İş Kanunu’nun sınırlamalarına uyulmadığına ilişkin gözlemler sunmaktadır. Buna göre, İstanbul Hasköy’de Tel Çivi ve Şakir Zümre fabrikalarında bir taraftan küçük yaşta çocuklar çalıştırılırken, diğer taraftan ‘Kadın amelelerin 10 saat çalıştırıldığı söylenmektedir’ (TBMM-ÇK: 19). 3 000-3 500 işçi çalıştıran Pamuk Mensucat Fabrikası’nda ‘15 yaşında bir kız üç senedir bu fabrikada çalışmakta, 13 yaşında bir kız çocuğu da makaralarda 8 saat çalıştırılmaktadır’ (TBMM-ÇK: 60). İstanbul’da 300 kadar işçisi olan Malta Oğulları Mensucat fabrikasında işçilerin çoğu kadın. Mesainin 8-11 saat olduğu fabrikada, 9-12 yaşında küçük çocuklar da çalıştırılıyor ve bu ‘yavrucukların hafif işlerde çalıştırılması ustaların insafına kalmış oluyor’ (TBMM-ÇK: 17/7). Raporda, tesisteki sağlık koşulları da ‘berbat’ sözcüğüyle niteleniyor. 400 işçinin çalıştığı Bursa Romenkal İpek Fabrikası’nda 9-13 yaş arasında küçük yavrular çok görülmekte ve bunların çoğu yaş tashihi suretiyle işe girmiş durumdalar. Mesai, çocuklar da dahil, 12 saat devam etmektedir (TBMM-ÇK: 27/4). Aynı şey, İzmir Amerikan tütün fabrikasında da geçerli (TBMM-ÇK: 29/1). Rapor, zaten kötü olan durumun, küçük sanayide daha da kötü olduğunu da ortaya koyuyor…”[23]

Ya çalışma koşulları?

“Tek parti döneminde, iktidar partisi CHP milletvekilleri tarafından parti genel sekreterliğine hitaben hazırlanan pek çok belge, kadınların işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarına ilişkin bilgiler sunmaktadır. Örneğin, 1936 yılına ait bir belgede, ‘Isparta’da sabahtan akşama kadar çalıştırılan ve hemen hepsi kadın ve çocuktan ibaret olan yüzlerce işçilerin sihhat ve gündelik bakımından durumlarının eyi olmadığı’ belirtilmektedir. Yukarıda söz ettiğimiz Samsun Tekel Tütün Bakım ve İşleme Evi’nde tütün bakım ve işleme işleri ‘sağlık şartları hiç de elverişli olmayan depolarda yapılmaktadır. Havasız karanlık Aspirateur ve kalorifer tesisatı bulunmayan bu salonlarda 300-400 işçi kadın fena şartlar altında çalışmaktadır. ...Hâlen altı işleme salonunda 1.000’den fazla genç kız ve kadın Fransızlardan kalma bu depolarda günlerinin büyük bir kısmını geçirmektedirler.’ 400 işçi çalıştıran Tekel Sigara Fabrikası’nda da ‘alt katta tefrik kısmında çalışan kadınların sağlık durumları iyi değildir.’30 TBMM Çalışma Komisyonu Raporu da, kadın işçilerin işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından yaşadığı olumsuzluklara ilişkin bilgiler sunuyor. Buna göre, İstanbul’da beşte dördünü kız çocuklarının oluşturduğu 40-50 işçi çalıştıran bir trikotaj atölyesi, her türlü sıhhî durumdan mahrum. Kızların sağlık durumları berbat, verem vakaları var (TBMM-ÇK: 11/1). Küçük işletmelerin neredeyse tamamı da her türlü sağlık olanaklarından uzak bir görünüm sergiliyor. ‘Bursa’da ipek ve tütün işlerinde bilhassa çok küçük yaşlarda işlere giren ve ekseriyeti kadın ve kız teşkil eden iş yerleri ciğer hastalıklarına fazla meydan vermekte olduğundan burada da dinlenme yerleri ve sanatoryum tesisi ve işçi hastahane ve pavyonlarının kurulması bir zarurettir’ (TBMM-ÇK: 12).”[24]

Böylelikle kadın işçiler, Cumhuriyet’in yaklaşık 40 yılı boyunca, neredeyse hiçbir yasal güvenliğe sahip olmadan, düşük ücretlerle, son derece sağlıksız koşullarda, uzun çalışma süreleriyle çalıştırılmış - ve ilginçtir ki bu durum, faaliyet gösterebildikleri sürece “Cumhuriyet feministleri”nce sorun edilmemiştir.

Kadın işçiler (ve tüm işçiler) Cumhuriyet tarihinin büyük bölümünde yoğun sömürü koşullarında çalıştırılmıştır, çünkü Cumhuriyet rejimi, İttihat ve Terakki’nin 1909 tarihli Tatil-i Eşgal” kanununu model alarak işçilerin sendika kurmasını ve grev yapmasını yasaklamıştır.[25]

Ama görmezden gelinmeleri, yasaklar, baskılar, onları engellememişe benziyor. The Globe gazetesinin 4 Kasım 1929 tarihli nüshasının 1. Sayfasında şöyle bir haber yer alıyor:

“Kastamonu/ Ankara, 3 Kasım. Türk kadın işçiler tarihte ilk kez greve gittiler. Kazandılar. Grevi 2000 başörtülü köylü kadın işçi başlattı. Patronları Türkiye Orman İşletmeleri Şirketiydi. Greve gittiler çünkü günde sadece 25 kuruş alıyorlardı, erkeklere ödenen ücretin yarısı. Erkeklerinkine eşit ücret istediler, patronları da gelecekte cinsiyetler arasındaki ekonomik ayırımcılığı sonlandırma sözü verdi.”[26]

Kastamonulu kadın işçiler, böylelikle Osmanlı coğrafyasında 1839 ve 1851’de günümüz Bulgaristan topraklarında makinelerin kendilerini işlerinden edeceği kaygısıyla eyleme geçen, 1876’da Feshane’de iş bırakıp ödenmemiş ücretlerini alabilmek için Babıali’ye yürüyen, 1910’da düşük ücretlere ve uzun mesai saatlerine karşı Bursa’nın ipek fabrikalarında binlerle greve çıkan[27] kız kardeşlerinin izinden gitmişlerdi…

Ama Cumhuriyet’in resmi “kadın anlatısı”nda onların yeri yoktur…

“Yeni Rejim”in Gözünde “Yeni Kadın”

 

Peki ne vardır?

“Erken Cumhuriyet” medyası ve görselleri akademik çalışmalarda enikonu irdelendi.[28] Bu çalışmaların neredeyse tümünün açık ya da zımni olarak gösterdiği, şudur: Cumhuriyet elitinin (Cumhuriyet rejiminin açtığı olanaklarla tırmanışa geçen, kamuoyunu şekillendirecek pozisyonlara sahip bürokrasi, intelligentsia ve kısmen -henüz sınırlı bir rol oynamakla birlikte- Cumhuriyet burjuvazisi) inşa ettiği “yeni kadın” imgesi, tümüyle büyük kentlerde yaşayan orta ve üst sınıf kadınlarına münhasırdır. Cumhuriyet’in “yeni kadın”ı, kentli, eğitimli, kültürlü, Batılı giysilere bürünmüş, zarif, kültürlü kadındır. Çalışıyor olabilir, ama asla tütün fabrikasında işçi ya da pamuk tarlasında maraba olarak değil: avukat, öğretmen, doktordur[29]… Sosyal faaliyetlere katılır, yardımseverler, çocuk esirgeme gibi derneklerde etkindir… 1927 yılında nüfusun ancak yüzde 25’inin kentlerde yaşadığını göz önünde bulundurursak[30], hele ki kentsel nüfusun (İstanbul, İzmir ve kısmen Ankara dışındaki kentlerde ancak bürokratlar ve eşrafın bir kesimi) çok sınırlı bir kesiminin “asri hayat”a açık olduğunu düşünürsek (örneğin, 1927 nüfus sayımına göre, Türkiye nüfusunun yüzde 51.9’unu oluşturan kadınlar, okur yazarlık oranında erkeklerin çok gerisindedir. Erkek nüfusta okuma-yazma oranı en az yüzde 3’lerde iken bu oran kadınlarda yüzde 0.13’lerden başlamaktadır.

Türkiye’nin en kalabalık şehri olan İstanbul’da erkek okuma-yazma oranı yüzde 53.7 iken bu oran kadınlarda yüzde 36.97, İzmir’de erkek okuma yazma oranı yüzde 30.18 iken kadınlarda yüzde 11.89, Ankara’da erkek okuma yazma oranı yüzde 20.48 iken bu oran kadınlarda yüzde 5.35’dir![31]) “yeni kadın”ın varlık alanının ne denli dar olduğunu tahayyül edebiliriz.[32] Kaba bir tahminle, nüfusun yüzde 3 ila 5’lik bir kesimi…

Peki, kurucu iradenin bu kadınlarla ilgili tasavvuru nedir? Mustafa Kemal’e soralım.

Onun kadınlar üzerine söyledikleri birkaç başlık altında ele alınabilir. Bunlardan ilki, Türk kadınının onurlu ve saygın bir varlık olduğu ve uygar dünyada hak ettiği yeri alması üzerinedir: “Bizce Türkiye Cumhuriyeti anlamınca kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en saygın düzeyde, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir varlıktır.” [33]

Bununla bağlantılı ikinci bir tema, kadınların yüzlerini-gözlerini örtmelerinin “ilkelliği”ne ilişkindir: “Bazı yerlerde kadınlar, görüyorum ki başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümâsil bir şeyler atarak yüzünü, gözünü örter ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mânâ ve medlûlü nedir? Efendiler, medenî bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşî vaziyete girer mi? Bu hâl milleti gülünç gösteren bir manzaradır. Derhâl tashîhi lâzımdı.”[34]

Üçüncü tema, kadınların mutlaka eğitim görmeleri ve erkeklerle eşit düzlemde toplumsal hayata katılmaları gereğidir: “Kızlarımızın vatan ve milletin yüksek menfaatlerini savunup koruyabilecek kabiliyette yetiştirilmesi milli eğitimde esas tutulmalıdır. Ve kız çocuklarımıza entelektüel yetkinlik kazandırılması elzemdir. Türk kadınının esasen dehaya sahip olduğuna şüphe yoktur. Türk kadınları memleketin kaderini millet namına idare eden siyasi zümreye dahil olmak arzusunu belirtmiştir. Dolayısıyla kadınlarımızı hiçbir vatandaşlık vazifesinden uzak tutamayız. Çünkü hakların tümü vazifelerden doğar.”[35]

Ve nihayet, son vurgu kadınların ahlaklı, namuslu, faziletli anneler olmalarının önemi üzerinedir: “Türk kadını dünyanın en münevver, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil, ahlakta, fazilette ağır, vakur bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, azmiyle muhafaza ve müdafaaya kadir nesiller yetiştirmektir. Milletin membaı, hayat-ı içtimaiyenin esası olan kadın, ancak faziletkâr olursa vazifesini ifa edebilir. Herhâlde kadın çok yüksek olmalıdır...”[36]

Bu dört vurgunun kesişim noktasında, şöyle bir tablo çıkıyor: Mustafa Kemal’in zihnindeki imge, çağdaş giyimli, eğitimli, uygar, toplumsal-siyasal yaşama katılan, ağırbaşlı-ahlaklı kadın, ve iyi annedir.

Mustafa Kemal, kadınların çalışmasına karşı değildir; tersine bunu fikren destekler. Ancak “kafesten-çarşaftan kurtulmuş”, eğitimli ve eğitiminin gereği prestijli bir işte çalışan (diyelim ki mimar, mühendis, doktor vb.) bir kadının aynı zamanda hem entelektüel gelişimini sürdürüp, hem memleket meseleleriyle ilgilenip, hem evinin kadını olup, hem eşine “muavenet etmesi” (1926’da kabul edilen Medeni Kanun gereği) hem vakur, ağırbaşlı davranıp, hem çağdaş yaşamın gerektirdiği balolarda, dine dansan’larda boy göstermesi, hem de annelik vazifelerini aksatmadan, üstelik de bunu en ileri bilgi ve görgüyle donanmış olarak gerçekleştirmesi, bedenen ve ruhen sağlam Türk nesillerini yetiştirmesi… ve tüm bunları hiçbir kamusal destek olmadan yapması… Bu denklemin nasıl gerçekleşeceğine ve bu çabası içerisinde “Cumhuriyet Kadını”nın nasıl açmazlar yaşayabileceğine dair en ufak bir kaygı izi, en ufak bir yanıt girişimi ne Mustafa Kemal’de ne de Cumhuriyet’in (erkek) elitinde vardır! Yeşim Arat’ın Durakbaşa’ya dayanarak Yeni Adam’dan yaptığı aktarma, aslında bu “umursamazlığın” en somut ifadesidir: “Türk ülkesinde kadın erkek ayrılığı hiç kalmıyor. Erkeklik dişilik ayrılığı ulusun uğraşacağı, üzerinde duracağı ayrılıklar değildir. Bunlar tek adamın özel(şahsi) varlığına girer, bize ne... Bize gerek olan kadın olsun, erkek olsun ulus değerlerini, ulus tekniklerini taşıyan insanlardır, işte o kadar…”[37]

İşte o kadar: Cumhuriyet rejimi kamusal alan ile özel alanı net hatlarla birbirinden ayırmış, kamusalı yeniden tanımlayarak kadını dâhil etmiş, ancak özel alanda desteksiz bırakmıştı. Desteksiz ve örgütsüz…

Cumhuriyet elit erkeklerinin “yeni kadın” imajının biçimlenmesine katılırken, tıpkı Meşrutiyet elitleri gibi çubuğu kadınların “iyi eş, iyi anne”lik rollerine doğru büktükleri, “kafes ve çarşaftan kurtulmuş, ‘modern’ kadınları yılmadan, usanmadan “en kutsal vazife”leri olan anneliğe çağırdıkları görülüyor. Türk Kadın Birliği’nin (Nezih Muhiddin’li) 1927 faaliyetlerinde Birlik toplantılarına konuşmacı olarak çağrılan ekabir, kadınlara bu “vazife”lerini hatırlatmaktan bıkmıyordu:

“…Ancak (vali) Süleyman Sami Bey’in itirazı ‘kadının çalışması ve kazancı’ noktalarındaydı: ‘Bu şübhesiz ki şayan-ı temennidir [istenir]. Ancak tabi’at, kadınlara ba’zı vezaif [görevler] tahmil etmiştir [yüklemiştir]. Çocuk yetiştirmek, büyütmek, ev işlerini görmek ... Eğer kadın, bütün bu vezaifi ifa ettikten sonra geriye boş vakti kalırsa zevcine kazancı noktasından yardım etmesi herhâlde faideli bir şey olur.’”[38]

Ya da, “Hüseyin Rahmi Bey kadınların meslek hayatına girişi konusunda oldukça sert eleştirilerde bulunuyordu. Hüseyin Rahmi’ye göre kadın hem şeklen hem de mesleki açıdan erkeğe özenmekteydi. Türk kadınlarının avukatlığa, mübaşirliği, şoförlüğe, polisliğe, pehlivanlığa dahi kalkışıyordu ve bu doğru değildi; kadın erkeğe mahkûm olmak için yaratılmıştı. Bu konuda bir başka olumsuz görüş, dönemin doktorlarından Kadri Raşit’e aittir. Raşit’e göre kadınların aile hayatındaki vazifeleri çocuk sağlığını koruma açısından daha önemlidir, bu nedenle kadının çalışma hayatında olmasını desteklememektedir.

(…) Kadınların çalışma hayatına girmesiyle beraber ortaya çıkan diğer bir olumsuz düşünce kadınların erkeklerin işlerini ellerinden alacak olması kadınların ev içerisindeki rollerini gerçekleştiremeyeceğine yönündeydi. Bu durum basına yansımakta ve konu tartışılmaktaydı. Bu konuda kadınlardan ilk gelen tepki şu şekildeydi: “Erkekler müsterih olunuz! Kadınlar işlerinizi almayacaklar”[39]

Kadınlara “had”lerini bildirmek için genellikle “hoppa/hafifmeşrep” olarak damgalanma tehdidi sallandırılıyordu başları üzerinde: Örneğin 1930’ların sonlarında yayınlanan Ana dergisinde yer alan bir yazıda, “insanların bütün isteklerinin gerçekleştirilmesinin mümkün olamayacağından bahsedilmekte ve özellikle hudutsuz isteklerde bulunan tatmin edilmeyen kadınlara dikkat çekilmektedir. Bu kadınlar için gezmek, elbise almak tatmin olmanın yollarıdır ancak bir isteğin yerine gelmesi diğer bir isteği ortaya çıkartır. Yazıda ev kadınını tatmin etmenin çaresinden de şu şekilde bahsedilmiştir: ‘Ev kadınını tatmin etmek, onu ocağına merbut bir unsur hâline koymak için bir çare yok mudur? Vardır. O da ev kadınının ana olmasıdır. Kadının birçok emellerini, heveslerini, ihtiraslarını kucağındaki yavrusu uyutur. O yavrunun sevgisi, analık hissi kadında başka isteklere meydan bırakmaz. Çocuğunun bir tebessümü anaya, birçok hislerinin tatmin edilmesinden daha üstün bir zevk, bir haz verir”[40]

Kadınların formel haklarını elde etmelerinden sonra ülkede 1920’lerin Kadınlar Dünyası ya da hatta Nezihe Muhittin’in Kadın Yolu (sonradan Türk Kadın Yolu) dergisi gibi siyasal konulara yer veren kadın dergilerinin yayınlanmaması, çarpıcıdır. Dönemin kadın dergilerinin adları dahi, kadınlara yönelik beklentiyi yansıtmaktadır: Elişi (1930), El Emekleri, Aile Dostu (1931), Salon, Cumhuriyet Kadını (1934), Moda Albümü̈ (1936), Model (1937), Ev-İş (1937), Okul Kızı (1937), Ana (1938), Sesimiz (1940), Kadın Dünyası (1940), Kadınlar Âlemi (1940), Ev-Kadını (1943), Asrın Kadını (1944), Ev Kadını (1945), Aile (1947), Kadın Gazetesi (1947), Hanımeli (1947), Yeni Moda (1948), Seksoloji (1949), Yeni Holivud Magazin (1948), Büyük Moda Mecmuası (1949), Familya (1949), Dişi Kuş (1949), Hemşirelik Dergisi (1950)[41]

Tabii sorun yalnızca Cumhuriyet elitinin ataerkilliği ve eril narsizmi değil. 20. yüzyıl başından beri birbirini izleyen savaşlar ve jenosit, tehcir ve mübadele aracılığıyla hatırı sayılır bir gayrımüslim nüfusun ülkeden ayrılması/yok edilmesi, genç Cumhuriyet rejimini ciddi bir demografik krizle karşı karşıya bırakmıştır. Bu da -verilen hakların muhatabı olsun olmasın- Türk kadınına bu krizi “aşmak” vazifesini yüklemektedir. Sağlık taramaları, altı ve daha fazla çocuklu ailelere nakdi yardım yapılması gibi politikalarla desteklenen bir “vazife”…[42]

Ne ki, (yüzde 3-5’lik) vitrinin olanca ışıltısına rağmen, arka tarafta -Cumhuriyet basınının ısrarla görmezden geldiği- derin bir yoksulluk, yüzyılların ihmâlinden kaynaklanan trajik bir tablo boy vermekte. Rejim, doğmasını istediği çocuklara sahip çıkmakta son derece yetersiz kalmakta, ebeveynleri çalıştığı için, yoksulluk ya da sair nedenlerle sokağa terk edilen çocukların sayısının (1957 yılında) 2 milyonu bulduğu, 1954 yılı itibariyle bebek ve çocuk ölümlerinin yılda 400 bin dolaylarında seyrettiği TBMM Zabıt Ceridelerine yansıyor.[43]

Her hâl ve kârda kadınların yeni rejimin kendilerine sağladığı yeni olanaklarla yüklediği beklentiler arasındaki dengeyi kurmaya çabalarken bir hayli bocaladıkları, 1918-1928 arasında zirve yapan (özellikle de Müslüman-Türk genç kadınlar arasında İstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde bir “Kadın İntiharları Masası” kurulmasını gündeme getirtecek kertede yaygınlaşan) intihar oranlarında da açığa çıkmaktadır. İşin çapı öylesine büyür, intihar salgını özellikle İstanbul gibi, değişimi en radikal biçimiyle yaşayan kentleri öylesine sarar ki, sonunda “1931’de çıkarılan Matbuat Kanunu’yla intihar olaylarını o yerin en büyük zabıta memurundan izin almaksızın yayınlamak yasak”lanır.[44] Türkiye’de Yeni Hayat başlıklı kitabında intiharlara bir bölüm ayıran Zafer Toprak, yaşanan radikal ve travmatik değer altüstlüğüyle açıklıyor.[45]

Ve sonuç…

 

Cumhuriyet’in “kadın devrimi”ni kerteriz aldığı Batılı ülkelerden (ve tabii çağdaşı olan ve ısrarla görmezden geldiği Sovyet deneyiminden) farklı kılan bir şey var. Batı Avrupa’da kadınlar yaşamlarını uzun soluklu, çoğunlukla da cefalı mücadelelerin sonucunda, deneye yanıla, kendileri dönüştürmüşler, burjuva devrimlerinin gündeme getirdiği “İnsan ve Yurttaş Hakları” ba’bına “Kadın Hakları”nı da eklemişlerdir.

Sovyetler Birliği’nde ise “Kadınların Kurtuluşu” sürecine emekçi kadınların talepleri temelinde, kadınların yaşamın her alanına tam, eşit ve özgür bireyler olarak katılması hedefiyle girişilmiş, kadınların “yük”ünün kamu tarafından paylaşılması (çocuk bakımı, ev işleri…) esas alınmıştır.

Cumhuriyet’in “Kadın Devrimi” ise, kadınların özgürleşmesi, toplumsal yaşama katılması, kadın-erkek eşitliği vb. motiflerden çok “modernleşme”, özellikle de modernleşmenin asli bileşeni kabul edilen “laikleşme”nin bir yan-ürünü olarak gerçekleşmişe benzemektedir. Bu bağlamda, kadınların (kuşkusuz kentli, orta-üst sınıf kadınlar, bürokrat/ münevver eşleridir söz konusu olan) 19. yüzyıl sonu - 20. yüzyıl başlarında öne sürdükleri talepler ve militanlık düzeyi düşük örgütlenmeler, Cumhuriyet rejimi tarafından ihata edilerek bastırılmıştır.

Kurucu iradenin siyasal-toplumsal yaşamın tümünü tam kontrol altında tutma gayreti, dernek, sendika vb. örgütlemeleri engellediği, devletten bağımsız herhangi bir “sivil toplum” oluşumuna olanak vermediği, taban inisiyatiflerinin önünü kestiği ölçüde, kadınlar yaşamlarında köklü dönüşümlere yol açan değişimleri sindirebilecek ve dengeleyebilecek mekanizmalardan yoksun kalmışlardır. Bu durum ise reformların tabana yayılarak benimsenmesinin önüne geçmiştir.

Sanırım bir gün gelip de İslâmi referanslardan hareket eden bir siyasi partinin iktidara geçip ülkede yeniden tesettürün, çocuk evliliklerinin, kız-erkek öğrencilerin ayrı sınıflarda okutulmasının vb. “faziletleri”nden bahsedilir hâle gelebilmesinin nedenlerinden biri de budur…

9 Ocak 2023 20:15:51, İstanbul.

N O T L A R

[*] İnsancıl Dergisi, Yıl:33, No: 392, Mart 2023…

[1] Edip Cansever.

[2] Sunay Akın, “Kocanın Evinde Oturursun”, Cumhuriyet, 22 Mart 2009, s.15.

[3] Nezihe Muhittin ve Türk Kadın Birliği konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap, Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası, Kadın Birliği, Metis Yayınları, 2003.

[4] Osman Tiftikçi, Türkiye Kadınlarının Hakk-ı İntihâb Mücadelesi 1908-1935 (yayınlanacak. Bu çalışmasını benimle paylaşan Sayın Osman Tiftikçi’ye teşekkür ediyorum.)

[5] Tiftikçi, agy.

[6] Zozan Özgökçe, “Sessizleştirilmiş ‘İsyan-ı Nisvan”, Qijika Reş dergisi, sayı 3, Ocak-Şubat 2011.

[7] “Nezihe Muhiddin’in Darülfünunlu genç kadınlarla birlikte, basında müstear kadın imzalarının kullanılmasına tepki gösterdiğini Türk Kadını kitabındaki değinmelerinden biliyoruz. Muhiddin, anılan kitapta, Müdafaa-i Hukuk-i Nisvan Cemiyeti’nin, Rifat Mevlanzade’yi ( 1 869?-l930) kastederek, erkekler tarafından kurulduğunu ve yayın organı olan Kadınlar Dünyası dergisinin Ulviye Mevlan değil, eşi Rifat Mevlanzade tarafından yönetildiğini öne sürer.” (Zihnioğlu, agy. s.96)

[8] Tiftikçi, agy.

[9] Bkz. Melike Karaosmanoğlu, “Selanik’te Yahudi Kadın İşçiler”, Avlaremoz, 8 Mart 2016, https://www.avlaremoz.com/2016/03/08/selanikte-yahudi-kadin-isciler-melike-karaosmanoglu/

[10] Bu kalemde, Mükerrem Belkıs’ın derginin 13 Nisan 1918 tarihli nüshasında yayınlanan yazısının başlığı, çok ilginçtir: “İnsaniyet’in İki Kanadı: Feminizm-Sosyalizm.” Ulviye Mevlan’ın dönemin sosyalist fikirlerinden etkilenmiş olduğu, şu satırlarından anlaşılıyor: “Bilmem bu memlekette bu kadar aristokrat cemiyetler ne yapabilir. Memleketin içtimai bir inkılaba ihtiyacı vardır. İnkılapları hiçbir yerde aristokratlar yapmış değildir. Tarih-i beşer bunu pek ala bize göstermiştir. İnkılapları teceddütü (yenilenmeyi) daima gayesi müfrit (aşırı) ameleler, demokratlar, müfrit gayeli avam tabakası yapmıştır.” (Aktaran: Tiftikçi, agy.)

[11] Tiftikçi, agy.

[12] https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/gun-dogumuna-erismek-icin-geceyi-asmak-gerekir. Ayrıca bkz. Sibel Özbudun, “Ne Geçmiş Tükendi, Ne Yarınlar (1920’lerden 1970’lere Devrimci Kadınlar”, Kaldıraç, sayı 238, Mayıs 2021, ss.87-97.

[13] Ahmet Makal, “Türkiye’de Erken Cumhuriyet Döneminde Kadın Emeği”, Çalışma ve Toplum,2010/2, ss.13-39.

[14] Makal, agy. s.18.

[15] Akt.: Sait Dilik, “Atatürk Döneminde Sosyal Politika”Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 40 / 01 (Ocak 1985), s.94.

[16] Makal, agy. s.21.

[17] Makal, agy. s.20

[18] TKB Kadınların belediye seçimlerine katılmasına yönelik çalışmaları çerçevesinde 1927’de bir dizi konferans düzenlemişti bunlardan birinin ardından, “Ertesi gün gazetelerde, TKB’nin kadınların hemen her yerde erkeklerle aynı ücreti aldığını açıkladığı haberi yer aldı. Birlik Başkanı Latife Bekir ‘son iki haftadır fabrikaları gezen ‘Musavat Komisyonu’ üyelerinin kadın ve erkek yevmiyelerinin ayni derecede olduğunu hatta fazla iş çıkaran kadınların erkeklerden fazla ücret aldığını gördüklerini’ açıkladı.” (Zihnioğlu, agy. s.252.)

[19] Makal, agy. s.29.

[20] Evren Cevri, Cumhuriyet Döneminde kadının Çalışma Hayatındaki Konumu, İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri ABD, Y. Lisans Tezi, 2020, s.17.

[21] Mehmet Kayıran, Selami Saygın, “İzmir İktisat Kongresi”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi 2019 Cilt 2 Sayı 5, s.53.

[22] Makal, agy. s.33.

[23] Makal, agy. s.30.

[24] Makal, agy. s.31.

[25] 1936’da kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu grev ve lokavtı yasaklar. 1938’de Cemiyetler Kanunu’nda yapılan bir değişiklik ile de “sosyal sınıfa göre” cemiyet (dolayısıyla sendika) kurmak yasaklanır. Ne de olsa, Cumhuriyet rejimi, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” bir toplum öngörmektedir.

[26] Gürhan Yellice, “Erken Cumhuriyet Döneminde Türk Kadınını Modernleştirme Girişimleri, Türk ve Dünya Basını (1926-1934)” Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Bahar 2018, sayı 24, s.336.

[27] Grev yasağına karşın Bursa’da 1910 tarihinde greve çıkan kadın işçiler için bkz. Raif Kaplanoğlu, “Türkiye’de ilk kadın işçileri grevi”, Muhalif Bursa, 25 Eylül 2022, https://www.bursamuhalif.com/turkiyede-ilk-kadin-iscileri-grevi.

[28] Birkaç örnek için bkz. Hülya Yalçın, Cumhuriyet Dönemi Kadın İmajı İnşası (1928-38), H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi ABD Y. Lisans Tezi, Ankara 2019; Esra Işık, “Erken Cumhuriyet Dönemi Kadın Dergilerinde Kadın İmajı: Ev Kadın Dergisi Örneği, Folklor ve Edebiyat, 2021, 27(2) 106 Ek; Gürhan Yellice, “Erken Cumhuriyet Döneminde Türk Kadınını Modernleştirme Girişimleri, Türk ve Dünya Basını (1926-1934)” Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Bahar 2018, sayı 24; Feyza Kurnaz Şahin, “Asri Hayat Asri Kadın: Cumhuriyet Döneminde İstanbul’da Ev Modası, Kadın Dünyası Üzerine Araştırmalar (Tarih, Göç, Ekopolitik, Hukuk ve Edebiyat), Olcay Özkaya  Aylin Eraslan (der.) Gazi Kitabevi, Ankara 2021; Mehtap Kaya, “‘İdeal, Asri, Züppe Kadın: Erken Cumhuriyet Dönemi Dergilerinde Kadın Algısı”, History Studies, 11:3, Haziran 2019, Mehmet Furkan Eke, “Cumhuriyet Modernleşmesinin Simgesi Olarak Kadın”, https://www.academia.edu/53701360/Cumhuriyet_Modernle%C5%9Fmesinin_Simgesi_Olarak_Kad%C4%B1n…

[29] Ama bunun “istisna”ları yok değil. Akla gelen ilk örnek, Mustafa Kemal’in Kızılcahamam’da karşılaşıp takdir ettiği muhtar Satı (M. Kemal bu adı sonradan Hatı’ya değiştirecektir) kadın. Satı Kadın vekil adayı olduğu günleri şöyle anlatıyor: Ankara Valisi Nevzat (Tandoğan) Bey, iki jandarmayla makamına çağırır. ‘Seni muhtarların reisi yapacağız’ diyerek başı kapalı ve açık resimlerini çektirir. Teklifi kabul eder. Ancak bu, vekillik için hazırlıktır. Bundan haberi yoktur. Bir süre sonra da vekil adayı olduğunu gazetelerden öğrenir. Seçilir ve ‘Madem reis oldum. Reis gibi gideceğim’ diyerek, 12 atlıyla Ankara'ya varır. Üç gün sonra İsmet Paşa kabul eder. O günleri şöyle anlatır: !Gozel blozlar, elcikler (eldiven), çoraplar, fotinler verdiler. Beni şık bir Ankara güzeli yaptılar. Yarım saat içinde medeni bir Ankara kadını kalakaldım. Dünyalar benim oldu. Dünyalar durdukça Atatürk de dursun, cümleyi ayakaltında o kurtardı.’” (Ercan Dolapçı, “Satı Kadın Başını Nasıl Açtı?” Aydınlık, 6 Kasım 2013, http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/sati-kadin-basini-nasil-acti-h27234.html)

[30] 1927’de yüzde 75 olan kırsal nüfus, 1960’ta ancak yüzde 68’e gerileyecektir. Bir başka deyişle, Cumhuriyet tarihinin yaklaşık ilk 40 yılında demografik yapı fazla değişmemiştir. (Yüksel Kaştan, “Cumhuriyet Döneminde Nüfus Hareketlerinin Fonksiyonu”, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/31973

[31] Bkz. Hülya Yalçın, Cumhuriyet Dönemi Kadın İmajı İnşası (1928-38), H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi ABD Y. Lisans Tezi, Ankara 2019, s.25.

[32] Öte yandan, kentli nüfusun büyük bölümünün de İngiliz Guardian gazetesinde 2 Eylül 1933 tarihinde yayınlanan şu röportajın yansıttığı ruh hâli hâkimdir: “Eşin ne kadar sıklıkla dışarıya çıkıyor Ahmet? Yılda en fazla iki ya da üç kez çıkar. Fakat sürekli olarak evde oturmasının onun için iyi olmadığı, havaya ve mekân değişikliğine ihtiyacı olduğunu bilmiyor musun? Sonuçta başında peçesi var değil mi? Bu yeterli değildir. Ona güvenemem. Ayrıca eşimin sürekli olarak etrafta dolaşıyor olduğuna yönelik sözler benim onurumu kırar. Ancak İngiliz kadınları sürekli olarak dışarıya çıkar. Onlar farklıdır. Siz bizimkileri bilmezsiniz. Biz, bizimkileri gözümüzün önünden ayıramayız. Ayrıca kadın konusuna gelince bir birbirimize güvenemeyiz. Bu nedenle mi evinizin her tarafı sanki kale gibidir, hiç pencere yok. Bu eşinizi güvende tutmak için mi? Elbette” (Gürhan Yellice, “Erken Cumhuriyet Döneminde Türk Kadınını Modernleştirme Girişimleri, Türk ve Dünya Basını (1926-1934)” Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Bahar 2018, sayı 24)

[33] Perihan Naci Eldeniz, TTK. Belleten, Cilt: XX, Sayı: 80, 1956. s.740.

[34] Enver Ziya Karal (Ağustos 1925). Fatih Özdemir (Ed.). Atatürk’ten Düşünceler (kitap). Ankara: ODTÜ Yayıncılık. s.78. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (II)

[35] Hakimiyet-i Milliye, 3 Şubat 1931.

[36] Hakimiyet-i Milliye, 15 Ekim 1925.

[37] Akt. Yeşim Arat, “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusa Kimlik, Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba (der.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s.90.

[38] Zihnioğlu, agy. s.193.

[39] Gürhan Yellice, agy. s.336.

[40] Esra Işık, “Erken Cumhuriyet Dönemi Kadın Dergilerinde Kadın İmajı: Ev Kadın Dergisi Örneği, Folklor ve Edebiyat, 2021, 27(2) 106 Ek s.232.

[41] Esra Işık, agy. s.232.

[42] 6 Mayıs 1930 tarih ve 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Yasası 6 ve daha fazla çocuklu kadınlara bir ödeme yapılmasını öngörse de, bu ödeneğin 1922 yılında sadece bir kez, o da 50 TL. öngörülmesine karşın 30 TL olarak verildiği,1957 yılı itibariyle devletin çok çocuklu kadınlara borcunun 4.5 milyon TL’yi bulduğu bütçe görüşmelerinden anlaşılmaktadır. (Mehmet Evsile, “Cumhuriyet Döneminde Aile ve Kadın Problemleri”, Geçmişten Günümüze Şehir ve Kadın, Osman Köse (der.), Canik Belediyesi Kültür Yayınları, 2016, s.614.

[43] Mehmet Evsile, agy. s.615.

[44] Nazan Maksudyan, “Erken Cumhuriyet Döneminde Kadın İntiharları-Islah, İnkar ve İskat”, Toplumsal Tarih, sayı 188, Ağustos 2009.

[45] Zafer Toprak, Türkiye’de Yeni Hayat, İnkılap ve Travma, 1908-1928. Doğan Kitap, 3. Basım, 2019, ss.341-394.