Bazen kızsam, küssem, ağır sözler söylesem, hatta ona sövsem de halktan ümidimi hiç kesmedim. Ne yapalım, herkes uyur birazcık, ama bizim halkın uykusu derince. Uyanıncaya kadar “Atı alan Üsküdar”ı geçiyor!”

Son yaşanılan “Hırsızların tahliyesi” olayından sonra Türkiye’nin yönetim sistemiyle ilgili uzun yazılara hiç gerek kalmadı. Çıkarılan “HSYK”, “MİT” ve “İNTERNET” yasalarından sonra o ülkede adaletten (Zaten kırıntı halindeydi) söz etmek saçmalığın dikalasıdır.

Değişir mi bu durum?

Değişir elbet. Ama zaman alır. O değişimi sağlayabilmesi için sağlam bir muhalefetin en az %60 ile iktidar olması, yasaları tek başına çıkarabilecek bir güce ulaşması gerekir.

Yok öyle hemen “Devrim” falan demeyin. Demokrasiyi özümseyememiş bir halkın devrim yapmasını beklemek katırların doğum yapmasını beklemek gibi bir şeydir.

Biraz neşelenmek gerekir şimdi. Neşelenmek güç toplamaya yarar. Bir fıkra var anımsayacaksınız:

Efendim; padişahın biri har vurup harman savuruyor, vergileri de birbiri ardına bindiriyor, sonra vezirlerini gönderip “Bakın bakalım halk ne yapıyor” diyormuş. Vezirler “Ağlıyorlar sultanım” deyince kükrüyormuş sultan; “Ulan bunların her şeyi var, niye ağlıyorlar, basın bir vergi daha”.

Bir gün vezirler “Gülüyorlar sultanım, eğleniyorlar, türkü söylüyorlar, dans ediyorlar” demişler. “Niye” diye sormuş sultan. “Biz de sorduk sultanım, dediler ki; düne kadar elimizde bir lokma ekmek vardı, onu da alacaksınız diye korkuyor üzülüyorduk. Şimdi o ekmek de gitti. Bundan sonra padişah bizim neyimizi alacak, yitirecek hiçbir şeyimiz kalmadı, keyfimiz ondandır.”

Hani bir “Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri kalmamıştır” sözü vardı ya, onun gibi bir şey işte.

“Bir diktatör halkı öperken

Kaç metre uzanır dudakları

Ve elleri neresine kadar uzanır halkın

Ve halk şey edilirken

Neden öpülmekten hoşlanır!”

Efendim, iki arkadaş birlikte iş kurmuşlar, para kazanmışlar, ama her ortaklıkta olduğu gibi bir gün ayrılık vakti gelmiş, başlamışlar var olanı paylaşmaya. “X” isimli ortak “Z” isimli ortağına “Bu İsfahan halısı benim, şu kıl kilim senin” demiş, “Z” hemen “Öp beni” diye yanıtlamış.

X: Bu ceviz masa benim, şu tahta sehpa senin!

Z: Öp beni!

Böyle sürmüş paylaşım. Sonunda “X” “Bak kavgasız, gürültüsüz, kardeşçe paylaştık, ama bir şeyi anlayamadım. Neden hep ‘Öp beni’ dedin?

Gülmüş “Z” ve demiş ki; “Ben şey edilirken öpülmekten hoşlanırım!”

Son günlerde sol basında yine duyurular çoğaldı: “Hasta tutsakların cezaevlerinde ölmelerine sessiz kalma!”

(Sağlamları bırakın, ölümcül biçimde hastalanıncaya kadar yatsınlar!)

O tutsakların arkalarında politikacı dayıları yoktur, hırsız olsalardı serbest kalırlardı, siyasi oldukları için hastalıktan ölmeyi bekliyorlar zindanlarda.

Yani ki “Taşlar ve itler” meselesi.

Nasrettin Hoca kış günü bir köye gitmiş, köyün bütün itleri düşmüş peşine. Hoca kaçmış, nefesi kesilmiş, eğilmiş yerden bir taş almaya kalkışmış, taşı tutmuş buz, bırakmamış, Hoca can havliyle bağırmış:

“Ulan ne biçim köy burası? İtleri serbest bırakıp taşları bağlamışlar!”

Türkiye’de son üç ayda yaşanılanlar bir Avrupa ülkesinde yaşansaydı orada kesin “Devrim” olurdu.

Neden?

İster “Burjuva demokrasisi” deyin, ister “Emperyalist demokrasi”, biçimi ne olursa olsun Avrupa ülkelerinin halkları kenarından köşesinden de olsa demokrasiyi, demokrasi içinde kendi haklarını tanıyorlar. Yolsuzluk karşısında ilk söyledikleri söz hemen “Benim vergilerimle bunu yapamazsın” oluyor.

Ne demişti Nazım Hikmet?

“Koyun gibisin kardeşim..”

Efendim; fıkra bu ya, yaşamında hiç kente gitmemiş, köyünde hiç cami görmemiş, hiç ezan dinlememiş bir köylü bir gün koyunlarını satmak için kente inmiş. Günlerden Cuma. Ansızın bütün minarelerden ezan sesi yükselmiş. Köylü korku içinde koyunlarını bir köşeye toplamış, önünden geçen bir adama “Birader ne oluyor, bunlar niye bağırıyorlar” diye sormuş. Adam sinirlenmiş, “Ne bağırması ulan, ezan okunuyor ezaaan” diye çemkirmiş.

“Bunun koyunlara bir zararı olur mu” diye sormuş köylü. Adam daha da sinirlenmiş, “Ezanın koyunlara ne zararı olsun ulan” diye çıkışmış. Köylü rahatlamış, “Eh” demiş, “Madem koyunlara bir zararı yoktur, bırak bağırsınlar o zaman!”

Benim tanıdığım Avrupa ülkelerinde insanlar konuşurlarken sözlerinin kesilmesinden pek hoşlanmazlar, “Sözümü bitirmedim daha” diye çıkışırlar sözlerini kesmek isteyenlere. Söylemek istedikleri sözleri –Çoğunlukla- söylemeden de rahat etmezler. Bunu yaparken karşılarındaki insanın kırılmasını, üzülmesini de pek umursamazlar.

Ama bizde durum öyle değil. İnsanlar sözleri beyinlerinde düşünür, sonra “Başıma bir bela gelir” diyerek içlerine atarlar, söyleyemezler. Ol nedenle mideleri ağrır, sinir sistemleri bozulur, asabileşir, eve gidince Aziz Nesin’in “Kedi” hikayesinde anlattığı gibi “Kediyi tekmelerler!”

Efendim; adamın biri çok yakın bir arkadaşından yüz lira borç almış, “Pazartesi öderim” demiş. Ama günlerden Pazar olmuş, cepte para yok, adam başlamış evin içinde bir yerlerine nışadır sürülmüş gibi dolanmaya. Eşi başlangıçta bir şey dememiş, ama sonunda sinirlenmiş “Be adam, sabahtan beri neye dolanıyorsun evin içinde” diye çıkışmış.

“Arkadaşa borcum var, yarın vereceğim diye söz verdim ama para yok” demiş adam.

Adamın arkadaşı karşı apartmanda oturuyormuş ve tesadüf o sırada balkondaymış. Kadın gitmiş pencereyi açmış, “Heyy, hele bir bak” diye bağırmış ve eklemiş: “Bizim adam senin parayı yarın veremeyecek!”

Sonra pencereyi kapatmış kadın, eşine “Şimdi git otur, biraz da o düşünsün” demiş.

İşte böyle; sen sözünü söyle, biraz da karşındaki düşünsün! Niye sözü içine atıp da kendini verem ediyorsun arkadaş?

Ne demişti Mao kendisine karşı “Hizip” faaliyeti yürüten partili arkadaşlarına: “Osuracaksanız osurun, sıçacaksanız sıçın!” (Kızıl Kitap)

Geçmişte Süleyman Demirel bile halkın suskunluğundan bıkmış, “Ben konuşan Türkiye istiyorum” diye bağırmıştı. Tabi o günlerde yüksek sesle “Konuşabilenlerin” önemli bir bölümü zindanlardaydı, o da ayrı hikaye.

Benim, “Menderes’e küfretti” diye iki ay siyasi hapis yatan yağlıboya ustası babamın bana bıraktığı en önemli miras şu sözleri oldu:

“Düşündüğünü söylemeyen şerefsizdir!”

Ol nedenle şu dünyada ne çektiysem, başıma ne bela geldiyse dilimin belasıdır, severim o belaları!

Sevgiler.