Hanau’da kısa süre önce yaşanan ırkçı katliamdan dolayı birkaç gözlemden hareketle bir şeyler ifade etmek faydalı olacaktır.

Hanau’ya geldikten bir süre sonra, kursa gitmek için bir arkadaşla birlikte ilgili kuruma gittik. Görevli, yüzümüze bakmadan, hiç değer vermediğini göstererek ve sanki bunu özellikle yapıyormuş gibi davranarak, arkadaşa, Almanca bir şeyler söylüyordu. Konuşmasını anlamıyordum, ama ses tonu, jest ve mimikleriyle talimatlar verdiği belliydi. Yüzümüze bakmaya tenezzül etmeyişi, konuşmasındaki amir tavrı, rahatsız etmişti. Yetkilinin konuştuklarını arkadaş tercüme edince, yanılmadığımı gördüm. Evet talimat veriyor ve söylediklerinin tartışmasız kabul edilmesini istiyordu. Halbuki, biz danışmaya gitmiştik, hazır değildim ve önümdeki ilk birkaç gün için proğramlar vardı. Yetkiliyi ikna etmek bir tarafa, konuyu tartışmak bile mümkün olamadı. Derdimi anlatmaya kalkıştığımda, durumun değişmeyeceğini söyleyen arkadaşa, gayri ihtiyari, “esir miyim” demiştim. İnsana ve yabancılara karşı bu son derece özensiz ve rahatsız edici davranış, esasında politik bir zihniyetin yansımasıydı, ama fazla sorun etmemek gerek diye düşündü, ne de olsa “mülteciydik.”

İkinci gözlem, Alman devletinin denetiminde olan bir okulda başlayan kursta yaşandı. Türkiye de geldiğimi bilen kurs öğretmeniyle tanışma faslında, Kürt olduğumu söyleyince kriz yaşandı. Kürtlerin ve Kürdistan’ın varlığıyla ilgili olarak Türk devletinin inkârcı yaklaşımını dayatmaya çalıştı, öğretmen. Çok şaşırmıştım. Türk devletinin asimilasyoncu, inkâr ve imhaya dayalı görüşleri, demokratik bir ülke olarak Almanya’da, nasıl bu kolay ilgi görüyor, kabul ediliyor ve özgüven içinde savunulabiliniyordu. Türk faşizminin, Alman devletinde müsamaha gördüğü biliniyordu, ama onu böylesine kararlılıkla ve en gerici ve en ilkel boyutuyla savunmak, bu kadar rahat olmamalıydı.

Aslında konu tam olarak siyasal ve toplumsal bir sorundu ve bu alana taşınarak, ırkçılığa karşı mücadele konusu yapılmalıydı. Ancak konu kişisel bir sorun olarak algılanır kaygısı, harekete geçilmesini engelledi. Bu gelişme, inanmadığım “Avrupa’nın/Almanya’nın demokratikliği” konusundaki kuşkuları daha da artırdı.

Bir süre sonra Hanau’da faaliyet yürüten demokratik kurumlar, savaş karşıtı kitlesel bir eylem planlamışlardı. Kitle meydan da beklerken, Türk bayrağı taşıyan bir grubun, “Allah-ü Ekber, ya Allah bismillah” gibi sloganlarla kitleye doğru hareketlendiği görüldü. Panik ve kargaşa yaşandı.

Konu açıklandığında, Türk faşistlerinin örgütlediği bir avuç “çocuğun” yasal izinle yapılmak istenen eyleme saldırmak istediği, yürüyüş yolunu kapattığı, polisin, bu durumu dikkate alarak yürüyüşe izin vermediği, kitlenin bu nedenle bekletildiği, belirtilmişti. Yapılan görüşmeler sonuç vermemiş, polis, “güvenliği sağlayamayacağını” “gösteri yapmanın onların da demokratik hakları olduğunu”, “ yolu açmak için hiçbir şey yapamayacağını” söyleyerek, izinli yürüyüşe, izinsiz ve bir avuç faşist çapulcunun gösterisinden dolayı engel olmuştu.

Sonuçta saatlerce yolu kapatan korsan çete, yürüyüşün yolunu kapattı ve polis bu duruma resmen yardımcı oldu, çanak tutarak eylemin yapılması engellendi. Onları pekâlâ yolda çıkartabilir yürüyüşün yapılmasını sağlayabilirdi, öyle yapılmadı. Bu durum “Almanya’nın demokratikliği şablonu”nun çürüklüğünü bir kez daha teyit etti. Çünkü demokrasi haklının haksız ile, güçlünün güçsüz ile eşitlendiği bir sistem değildir. Tam tersine haklının haksıza karşı, güçsüzün güçlüye karşı korunduğu bir sistemdir.

Son olarak, ilgili bir gözlemi daha paylaşmak gerekiyor. Hanau da yaşanan katliamdan sonra yapılan ilk kitlesel etkinliğe Hanau halkı büyük bir ilgi göstermiş, güçlü bir katılım olmuştu. İnsanlar ırkçılığa ve faşizme karşı öfke doluydu. Herkes öfkesini ifade edebileceği bir etkinliğe katılmış olmanın heyecanı içindeydi. İnsanlar, doğal olarak sloganlarıyla öfkelerini göstermek istiyorlardı. Ama eğemenlerin bilinen yöntemlerini kullanmaktan ustalaşmış olan Alman devlet yöneticileri, bu etkinliği, bir anlamda “kitlelerin öfkesini etkisizleştirme, söndürme operasyonu” olarak kullandılar. Yarım saat içinde birkaç beylik söz söyleyerek kitlenin dağılmasını sağladılar. Oraya ırkçılığı ve faşizmi protesto etmek için gelen insanlar, geliş amaçları için hiçbir şey yapamadan dağılmak zorunda kaldılar. Bu nasıl demokrasi böyle?

Bütün bu gözlemler neyi ifade ediyor? Elbette bunlar, tek başına politik bir tezin esaslı argümanları olarak yetersiz olabilirler. Ancak yine de insana bir fikir veriyor veya bir kanaat oluşturabiliyor.

Konuyu anlaşılır kılmaya çalışalım.

Mesela Avrupa’nın sokaklarında bomba patlatan DAİŞ’i yenmek için onbirbin genç oğlunu ve kızını şehit veren Kürtlerin yürüyüşünü engellemeye çalışmak, Nazizm’e karşı olmak mıdır, yoksa Nazizm’e pirim vermek mıdır? Halbuki demokrasi adına, savaş karşıtlarının yürüyüşünü engelleyen DAİŞ’li “çocukların” saldırısı, hoş görülüp meşrulaştırılmasaydı, belki de Hanau’da yaşanan katliam olmayacaktı.

Aynı şekilde, Alman devletinin denetiminde bir kurumda, Türk faşizminin politikaları ve tezleri, bu kadar kolay, bu kadar aleni ve kadar fütursuzca savunulamamalıydı.

9 göçmenin katledildiği katliamda kitlenin öfkesi bastırılmamalı, tam tersine kitlelerin meşru tepkisi, daha güçlü olarak açığa çıkartılmalı ve kamusal alana yansıtılmalıydı.

Bütün bunlar politik yaklaşımlardan bağımsız olarak ele alınamazlar. Ve bu politikaları hayata geçiren, önünü açan devlettir. O nedenle hiç kuşku duymadan en net ifadelerle belirtmek gerekir ki, Hanau katliamı politik bir katliamdır. Ve yine açıkça belirtmek gerekir ki, böylesine ırkçı politik bir katliam, ancak eğemen güçler tarafında yönlendirilebilir, onlar tarafında desteklenerek gerçekleştirilebilir. Eğer Alman devleti Nazizm’le yüzleşmiş olsaydı, bugün olanların yaşanması mümkün müydü? Dünya halklarında ve Yahudilerden özür dileyenlerin özürleri gerçek olsaydı, bu yapılanların binde biri yapılabilinir miydi? Bütün bunlar insanı şu soruyu sormaya götürüyor, “Alman devleti gerçekten Hitler’i, Nazizm’i mahkûm etti mi?”

Dolayısıyla Hanau katliamında Alman devletinin Nazizm’le kopartmadığı/ kopartmak istemediği ilişkilerin izini aramak yanlış olmayacaktır. Aynı şekilde Türk devletinin yarattığı faşist/gerici atmosferin de bu katliamın gerçekleştirilmesinde etkili olduğunu görmezden gelmemek gerekir. Başka türlü, yani anlatıldığı gibi çeşitli yalanlarla, böyle bir katliamın gerçekleştirilebileceğine inanmak büyük saflık olur.

Görülen o ki, Alman devleti, eğemen emperyalist/kapitalist sistemin sahiplerinden olarak, gerçekten Nazizm’i mahkûm etmek yerine, böyle davranarak dünya halklarına karşı masum bir görüntü vermenin avantajını yaşamak istemektedir. Buradan hareketle, Alman devletinin ve eğemenlerinin Nazizm’le yüzleştiklerini, Nazizm’i mahkûm ettiklerini var saymak hiç gerçekçi görünmüyor. Esasında sanki yıllardır bu yalanla avutuldu insanlık.

Anlaşılıyor ki kapitalist/emperyalist sistem var olduğu sürece, Nazizm’de, faşizmin farklı türleri de, ihtiyaç duyulması halinde kullanılmak üzere, eğemen güçlerin ellerinin altında hazır bekletilen sopa olarak varlıklarını ve devreye girme ihtimallerini sürdürmektedirler. Bu durum, ezilenlerin mutlak kaderi değildir, elbette. Hatta böyle bir geleceğe mahkûm değiliz. Daha özgür ve eşitlikçi bir geleceği yaratmak hem hakkımız hem boynumuzun borcu hem de bu ihtimal çok daha fazla mümkündür. Ancak yazı uzadı, konuyu bir başka yazıya bırakalım.