“Adım Mustafa Koçak, 28 yaşındayım. Tutuklanana kadar İstanbul, Esenyurt’ta ailemle birlikte yaşıyordum. Yoksul bir ailenin dört çocuğundan biri olarak çocukluğum ve gençliğim aileme katkı sunmak için manav çıraklığından, seyyar kahvaltı tezgahtarlığına kadar çeşitli işlerde çalışmakla geçti. Bu hayatım, 23 Eylül 2017’de gözaltına alınmamla değişti.” Bu ifadeler, uğradığı haksızlığa karşı adalet için ölüm orucuna giden Mustafa Koçak’ın ifadeleridir.

Mustafa, belirtilen tarihte, yine kendi anlatımıyla, “Mecidiyeköy’de sokak ortasından gözaltına alındım, Vatan Caddesindeki İstanbul Emniyet Müdürlüğüne götürüldüm. Burada önüme bir ifade koydular, ‘Buna uygun olacak şekilde ifadeni ver, çık git. Aksi halde seni tutuklatırız, bir daha gün yüzü göremezsin. Sen bize yardımcı ol, biz de sana yardımcı oluruz, rahat yaşarsın’ dediler, diyor.

“Bunu kabul etmediğim için psikolojik ve fiziki işkenceye maruz kaldım. Aralıksız sürdürdükleri kaba dayak yaptıklarının en ‘masumuydu’. Kollarımdan ters kelepçeyle askıya aldılar, üzerimdeki elbiseleri çıkardılar, başıma çuval geçirdiler, onun üzerine de teneke. Onlarca dakika başımda teneke çaldılar. Bana, anneme, babama, ablama etmedik küfür bırakmadılar. Hamile ablama tecavüz etmekle tehdit ettiler. Bu işkenceler 12 gün sürdü, 4 Ekim 2017’de tutuklandım.” diye anlatmaya devam ediyor, Mustafa Koçak.

 Mustafa, 31.Mart 2015'te savcı Mehmet Selim Kiraz’ın İstanbul Adliyesindeki makam odasında öldürülmesiyle ilgili bir davadan dolayı yargılanmıştır.  Şafak Yayla ve Bahtiyar Doğruyol tarafından rehin alınmış, yapılan operasyonun ardından odasında öldürülmüştü. Mustafa Koçak, bu saldırıda örgüte silah sağlamakla, dolayısıyla anayasayı ihlal etmekle suçlanmış ve bu suçlamayla müebbet hapse mahkûm edilmiştir.

Konuyla ilgili olarak Mustafa Koçak’ın avukatı Ezgi Çakır, “silahın üzerinde yapılmış̧ kriminal inceleme, kamera kayıtları ve yine dosyada bulunan telefon kayıtlarında, yani sanıklar hakkında kuşku uyandırabilecek tüm objektif deliller açısından hiçbir aleyhte durum yok. Ne parmak izi, ne bir telefon kaydı ne de bir kamera kaydı bulunuyor” diye açıklıyor Mustafa’nın davasının durumunu. Peki bu cezayı Mustafa’ya verenler neyi dayanarak yapmışlardır.  Mahkeme, Mustafa’nın bu suçu işlediği dair hiçbir somut belge ve kanık ortaya koyamamış, ancak bu cezayı verecek sonuca, “vicdani kanaatle ulaşılmıştır.” Yani bu üç sözde yargıç, olmayan vicdanlarına dayanarak ve olmayan kanıtları dikkate almadan, sadece kişisel kanaat ve düşüncelerine dayanarak Mustafa’nın bu suçu işlediğine hükmetmişler ve müebbet hapis cezasını verilmiş.   

Mustafa bu adaletsiz hukuksuz yargılanmayı kabul etmedi ve başka hiçbir seçenek bırakılmadığı için ölüm orucuna giderek, adil yargılanma talep etti. Ölüm orucunun bir yerinde zorla müdahale edildi Mustafa’ya. Bu müdahale esnasında her türlü işkence yapıldı.

Peki Mustafa ne istedi de ölüm orucuna girdi?  “Beni tahliye etmezseniz ölüm orucuna giderim mi” dedi, hayır. “Benim cezamı silin” mi dedi, hayır onu da demedi.  Mustafa’nın bütün istediği, belki de polislerin zorlamasıyla, ömür boyu hapis cezası almasına yol açan iftirayı atan tanığın yeniden dinlenmesiydi. Mustafa'yı ölüme sürükleyenlerin yapması gereken çok basit ve gayet insani bir talepti. Dosya ele alınacak ve tanık yeniden dinlenecekti. Bu süre içinde Mustafa yine mahpusta olacak, Mustafa’nın aldığı ceza yine varlığını koruyacaktı.

 Mahpus damında olan Mustafa’nın istediği tanık yeniden dinlenseydi, Mustafa bugün binlerce müebbetlik mahpustan biri olarak yaşamaya devam edecekti. Velev ki Mustafa tahliye oldu, neden korkuyorsunuz?

Mustafa öldürüldü ve bu cinayeti Türk devleti işledi.  Devletin hak arayanlara karşı düşmanlığının, taşıdığı kin ve nefretin vardığı boyut budur.  Esasında şaşırmak yanlış. Bu devlet, halklara ve çocuklarına, kanını içecek kadar düşman. Gerçekleri, gençleri, kadınları, Kürtleri, Alevileri, zülme karşı çıkan her şeyi ve herkesi öldürerek kendisini var edebilmektedir. Halbuki, sözde bu yasalarda bile, suçsuz olma ihtimali binde bir de olsa bir insanın ölümüne yol açmak suçtur. Ama bu devlet yeri geldiğinde kendi yasalarını bile çiğnemekten bir an bile tereddüt etmemiştir.

Devletin işlediği bu cinayet insanlığı da hepimizi de insanlıktan uzaklaştırmış, virüslü dünyayı büyütmüştür.   

 Bu cinayete sessiz kalan hepimiz sorumluyuz, evet ama bizim de yaşam güvencemiz yok ki! “Seni yaşatamadık” diye ilanlar var bol miktarda Kim bu devletin zulmüne karşı korunaklıdır? Hangimiz yarınlarımızdan, devletin zorbalığına maruz kalmayacağımızdan eminiz? Hangimiz güven içindeyiz? Bu koşullarda elbette kendimizi de Mustafaları da kurtaramıyoruz.  

Bu intikamcı, kan emici ruh halini ve bu ruh halinin maddi zeminini yok etmedikçe ne Mustafalar kurtulur ve ne de Mustafaların direnişleri biter.

Ey Mustafa’nın katilleri, 100 yıldan beri neler yapmadınız bu halklara? Soykırımlar mı yapmadınız, katliamlar mı yapmadınız, faili meçhul cinayetler mi işlemediniz, tanklı toplu savaşlar mı sürdürmediniz, şehirleri mi yakmadınız? Bütün bunlar yanınıza kalacak mı? Bütün bunların hesabını soran bir irade, bir güç çıkmayacak mı? 

Eğer yaşattığınız bu acılar kalacaksa yanınıza doğmasın güneş, batsın bu dünya. Eğer bu acıların hesabını soracak bir irade çıkartılamayacaksa, ay parlatmasın geceyi. Bir sürü gibi “efendilerimizin” ihtiyacını karşıladığımız kadar yaşayacaksak, kahrolsun o yaşam.    

Mustafa’nın ablası cenazenin başında, “bu da Mustafa’nın ahı’ydı dersiniz” diye isyan ediyordu. Evet, katledilen bütün gençlerin ahı’nı örgütlü güce çevirmek ve bu sistemin ve devletin hakkında gelmek bütün ezilenlerin, hepimizin, boynunun borcu olsun! Yolu yok bu hesap görülecek!..