Yener Orkunoğlu'nun "Aydınlanma ve Din" başlıklı yazısının ikinci bölümüne yer veriyoruz.

ALMAN AYDINLANMASI

Alman Aydınlanma hareketi, farklı bir toplumsal çerçevede, akademik ortamda oluşmuştur. Alman Aydınlanmacılarının çoğu üniversitelerde kürsüleri olan,  teoloji eğitimi görmüş profesörlerdi. Üniversitelerin görevi, papazları, hukukçuları vb. yetiştirmekti. Üniversiteler ise direk hükümete bağlı olan kurumlardı. Dolayısıyla Alman Aydınlanmasında Fransa’da olduğu gibi din ve kilise karşıtlığı hele din düşmanlığı biçiminde bir Aydınlanma hareketi gelişememiştir. Hegel, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler adlı eserinde  Fransız ve Alman Aydınlanmasını şöyle karşılaştırır:  ‘Almanya’da Aydınlanma, teolojinin yanında yer almıştır, Fransa’da ise kiliseye karşı bir harekettir (İtalik Y.O).’ (Hegel, Werke 12, s. 526).

 Saint-Simoncu olan Fransız sosyalisti Pierre Leroux, Alman filozofları hakkında ne düşündüğünü Heinrich Heine’ye açık yüreklilikle şöyle dile getirir: Alman felsefesi, mistik sislere bürünmüş bir felsefedir; Alman filozofları da Tanrı korkusunu sürekli teneffüs eden, dindar falcılardır. Materyalist felsefeden ürken Alman burjuvazisinin idealist felsefeye sarılmasının başka bir nedeni daha var: Toplumsal, ekonomik ve siyasal zayıflık, Almanya’da burjuvaziyi idealist felsefeye götüren önemli bir neden olmuştur.

Ne ilginçtir ki, dinin en iyi analizi, İngiliz Empirizmi ve Fransız materyalist felsefesi tarafından değil,  genel olarak Alman Aydınlanması, özel olarak da Alman idealizmi tarafından yapılmıştır.

Spinoza’nın panteizminden etkilenen Lessing’in dine yaklaşımı Fransız Aydınlanmasından farklıdır. Descartes’in düalizmine karşı olan Spinoza, Tanrı ve doğayı birbirinden ayıran düalizmi aşmaya çalışır. Tanrıyı, doğanın dışında veya üstünde değil, doğanın içinde görür; Tanrı ve doğayı birbirine eşitler. Bu bakış açısıyla din konusunu ve dinlerin tarihini inceleyen Lessing, dinin doğmalarına karşı eleştirel bir tavır alır. Dinsel düşüncelerin tarihsel, geçici olduklarını vurgular[2]; dinsel düşünce biçiminin insan bilincinin geri bir aşamasına, insanlığın çocukluk aşamasına denk düştüğünü söyler. Dinsel düşüncenin aşılabileceğini ve aşılması gerektiğini savunan Lessing, olgunlaşan insanlığın, çocukluk döneminin düşüncelerini aşarak, daha akılcı düşünce biçimine ulaşması gerektiğini vurgular. Panteizme yakın düşünceleri nedeniyle Tanrı tarafından yaratılmış insanların, ‘sınırlı ve sonlu tanrılar’ olduğunu ileri sürer.

Lessing’e göre deizm de yanılgı içindedir. Çünkü deistler de,  İncil’i reddetmekle Hıristiyanlığı ortadan kaldıracaklarını sanıyorlar.  Oysa, ‘din demek kitap demek değildir; din kitaptan değil, kitap dinden çıkmıştır. İncil’den önce Hıristiyanlık vardı. İncil, yalnızca, bu dinin gelişmesinin belli bir anındaki belgesidir’.

Lessing’in başlattığı dinin oluşması ve gelişmesi sorunu Alman Aydınlanmasının ve Özellikle Alman idealizminin en önemli sorunlarından biri olmuştur.

Kant, Alman Aydınlanmasının önemli düşünülerinden biridir. Aydınlanma konusunda görüşünü yukarıda aktarmıştık. Burada Kant’ın subjektif idealizme eğilim gösteren görüşlerini eleştirecek değiliz. Sadece Heinrich Heine’nin Kant hakkında söylediğini aktarmakla yetineceğim. Heinrich Heine, ‘Zur Geschichte der Religion und der Philosophie in Deutschland’ adlı kitabında Alman felsefesini Fransız halkına tanıtmaya çalışır. Çok önemli düşünceler içeren bu kitapta Kant’ı şöyle değerlendirir. Kant, Saf Aklın Eleştirisi  adlı eserinde Tanrıyı kapıdan kovar, ama Pratik Aklın Eleştirisi  adlı eserinde kapıdan kovduğu Tanrıyı pencereden tekrar içeriye alır. Kant felsefesi, düalizmi aşamamıştır; yani madde ve bilinç ikiliğini,  bir başka deyişle epistemoloji ile nesneler teorisi arasındaki ikiliğin üstesinden gelememiştir.

Kant’ın çözemediği felsefi sorunları Hegel üstlenir. Fransız devrimini coşkuyla karşılayan filozof, gençlik yıllarında ateşli bir cumhuriyetçi olan, halk üzerinde baskı uygulayan rejimlere, zalimlere ve yeryüzündeki Tanrılara karşı çıkar. Hegel, kendine ve felsefeye bir görev arar.

Hegel, ilkin yaşadığı çağın en büyük yanılgısına dikkat çekmiştir: Ona göre en büyük yanılgı, bir bütünlüğün ayrılmaz parçalarını birbirinden ayırmaktı. Bir başka deyişle çağın en büyük yanılgısı, özne-nesne, birey-toplum, tikel-evrensel, parça-bütün, özgürlük-zorunluluk düalizmi idi. Hegel, Kant’ın bıraktığı mirası, düalizmi aşmak ister.  Toplum, bireyde, evrensel tikelde içerilmiştir diyerek, düalizmi aşmaya çalışır. Hegel,  gerçekliğin gelişimini, gerçekliğin bütün görünüş biçimlerinin farklı yanlarını,   sistematik olarak ele alan bir felsefe kurmaya çalıştı. Bu bütünlükçü açısıyla, çağının sorunlarını ele almıştır. O dönemde din de en önemli sorunlardan biridir. Sorunların kaynağını kavrayabilmek için de geçmiş dönemlerdeki değişim ve dönüşümlerin nedenlerini araştırmak gerekir. Hegel ilkin bu işe girişir.

HEGEL ve DİN

Daha ilk dönemde, üniversite’yi bitirdikten sonra Bern kentinde ev-öğretmeni olarak çalışmaya başlayan Hegel, ilginç sorular soruyordu. Örneğin,  Antikçağ’ın doğa dinleri olan Pagandinlerinin yerine Hıristiyanlığın nasıl ve neden geçtiğini merak ederek şöyle sormuştu:

‘Hıristiyanlık dininin, Antikçağ’ın doğa dinleri olan Pagan dininin yerine geçmesi en harika devrimlerden birisidir. Bu devrimin nedenlerini aramak, açığa çıkarmak düşünen tarih araştırmacısının görevi olmalı. (....) Nasıl oldu da, yüzlerce yıl antik devlette yerleşmiş ve devletin anayasasıyla  en sıkı bir şekilde ilişkisi olan bir din yerinden edildi ve onun yerine Hıristiyanlık dini geçti?’ (Hegel, Früh Schriften, Werke 1, s. 203).

Çok ilginçtir ki, Hegel Hıristiyanlığın eski dinlerin yerine geçmesini, Roma İmparatorluğu’nda ortaya çıkan, ekonomik-toplumsal ve politik dönüşümlere dayandırır.   Hegel üzerine kitap yazmış olan Fransız Komünist Partisi’nin bir dönem bir numaralı filozofu olan Roger Garaudy şöyle der: Hegel’in bu soruya Roma dünyasındaki ekonomik ve politik gelişmelerin analiziyle cevap vermesi dikkate değer. (Bkz. Roger Garaudy, Gott ist Tot, s. 35-36) Hegel, bu analizine o dönemde Roma İmparatorluğu üzerine yazılmış olan iki kitabı okuduktan sonra varıyor. Biri, Montesquieu’nun  Romalıların Yükselişinin ve Düşüşünün Nedenleri Üzerine Gözlemler başlıklı eseri, diğeri Gibbons adlı tarihçinin, Roma İmparatorluğu’nun Çürümesi ve Yıkılışı adlı eseridir. Ama Hegel, Romanın yıkılışını, bütün yönleriyle ele almaya çalışmıştır: Roma’nın yıkılışını Montesquieu gibi sadece politik nedenlere, Gibbons gibi yalnızca toplumsal nedenlere dayandırmaz. Sorunu çeşitli perspektiflerden (ekonomik, politik, ahlaki vb.) bütünlükçü bir bakış açısıyla ele alır.

Hegel’in görüşleri Hegel sonrası özellikle sol-Hegelci, Bruno Bauer tarafından ele alınmış ve geliştirilmiştir. Marx-Engels, Antikçağ’ın dinlerinin yıkılması konusunu incelediler. Örneğin Engels şöyle yazmaktadır: ‘Roma İmparatorluğu, halkların siyasal ve toplumsal özelliklerini yıkarak, onların özel dinlerini de yıkmaya kendini adamıştı. Antik-Çağın bütün dinleri, her halkın toplumsal ve siyasal durumundan doğmuş ve onlara sımsıkı bağlı olan aşiretlerin ve daha sonra ulusların doğal dinleriydiler. Bu temeller yıkılınca, bir kez geleneksel toplumsal biçimler ve siyasal örgütlenme ve ulusal bağımsızlık sallanınca, bu kurumlarla birleşmiş olan dinin çökmesi kendiliğinden oldu.’ (Engels, MEW band 19, s. 302).

Hegel, ilk önemli ama karmaşık, karanlık, anlaşılması zor olan ve bu akımdan çok farklı biçimlerde yorumlanan ve entelektüel dünyada en etkili çalışma olan Die Phänomenologie des Geistes (Tinin Fenomenolojisi) başlıklı eserinde, çeşitli perspektiflerden,  daha doğrusu üç perspektiften  (bireysel, toplumsal, düşünsel) bilinç biçimlerini tarihsel gelişme içinde inceler: Bilinç, Özbilinç, Akıl, Din, Tin (Geist) ve mutlak Bilgi. Hegel’in Tinin Fenomenolojisi üzerine yaptığım bir çalışmayı ilerde yayınlamayı düşünüyorum. Bu nedenle sadece bilinç biçimlerinin gelişimi konusunu, özellikle Hegel’in din üzerindeki görüşlerini kısaca ele almakla yetineceğim.

Din sorununu felsefi açıdan en detaylı bir şekilde ele alan düşünür Hegel’dir. Tarihsel gelişme fikrini temellendiren bir filozof olarak Hegel, dini felsefenin konusu haline getirir. Dinsel düşüncenin, insanlığın belirli bir aşamasında tarihsel bakımdan gerekli olmuş bir düşünce biçimi olduğunu ortaya koyar. Hegel’e göre felsefe tarihi, felsefenin çıkış noktasından başlayarak, felsefe biliminin zaman içinde aldığı biçimleri sunmalıdır. Aynı şeyi din için de söyler, ona göre ‘dinler tarihi’, dinlerin zaman içinde aldığı biçimleri incelemelidir.  Marx, maddi temellere, yani doğa ve toplumsal koşullara dayanmayan bir din tarihinin eleştirel olamayacağını ve bu açıdan anlamsız olduğunu vurgular. Alman İdeolojisi’nde, din konusuna genel olarak tek-boyutlu yaklaşıldığına dikkat çeker.

Dinlerin zaman içinde aldığı biçimleri inceleyen Hegel, yukarıda da belirtildiği gibi daha ilk önemli, ama karmaşık, karanlık, anlaşılması zor olan ve bu akımdan çok farklı biçimlerde yorumlanan Die Phänomenologie des Geistes başlıklı eserinde, düşüncenin tarih içinde aldığı görünümleri açıklar. Örnek olarak, Stoacılık, şüphecilik, mutsuz bilinç (din) gibi düşünce biçimlerini inceler.

Stoacılık, insanın dış dünyaya ilişkin arzularından vazgeçerek, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığını savunmaktadır. İnsanın kendi içine çekilmesini, mutluluğun insanın kendinde, kendi düşüncesinde olduğunu ileri sürüyor. Stoacılar, dünya nimetlerine ulaşılamadığı için, erdemli olmayı, perhiz yapmayı, nefsine egemen olma gibi sorunları ele alıyorlardı. İnsanın kaderine boyun eğmesini, fedakarlığı önerdiler uzun yıllar. Geç dönem Stoacılığı, özellikle Roma İmparatorluğu döneminde, çileciliği, kötülüğe karşı direnmenin anlamsızlığını savunuyordu. Stoacılık, Hıristiyanlığın oluşumunda önemli rol oynamıştır. Filon’un Stoacı okulu, bu dünyadan vazgeçmeyi ve çileye katlanmayı yayıyordu. Öte yandan ünlü Stoacı düşünür, perhizi ve dirençsizliği savunan filozof Seneca, Roma İmparatoru Neron’un sarayında baş entrikacı olmaktan geri kalmamıştı.

Stoacılık, kendi iç-bilincine dönerek, dünyayı, gerçekliği görmezlikten gelir. Stoacılık, gerçeklikten kaçıştır. Demek ki, dış koşulları değiştirmeyen, değiştirme gücünü kendinde bulamayan insan, gerçeklikten kaçmakta, bireysel mutluluk yolunu seçmektedir. Stoacılık, ‘düşüncede kendinin özgür olduğunu’ düşünür, çünkü kendini dışarıda değil, kendi bilincinde arar. Ama insan bir dönem gerçeklikten kaçsa bile, gerçeklik eninde sonunda kendini dayatır. Hegel’e göre Stoacılık, gerçeklik nedir ve hakikatin kriterleri nedir gibi sorularla karşılaştığında şaşkınlığa düşer, cevap veremez. Stoacılık, yerini zamanla şüpheciliğe (Skeptizismus) bırakmıştır.

Şüphecilik, Yunanistan’da ve Roma’da köleci toplumun gerileme çağının felsefe okuludur. Hegel’e bakılırsa, diyalektik bir harekete işaret etmektedir. Çünkü şüphecilik, Stoacılık düşüncesinin hem gerçekleşmesi hem de aşılmasıdır; ama Hegel açısından bu diyalektik tek yanlı, negatif bir harekettir.  Şüphecilik, Stoacılık gibi gerçeklikten kaçmaz, tam tersine gerçeklikten şüphe eder, dahası  gerçekliği reddeder. Bu anlamda, Şüphecilik, radikal Stoacılık olarak tanımlanabilir. Şüphecilik bilgi açısından insanı şu sonuca götürmektedir: Gerçeklik yoksa, gerçeklik üzerine bilgi de olmaz.  Hegel açısından hakikat, düşünce ve nesnesi arasındaki uyumdur. Nesneyi reddeden bir düşünce hakikat konusunda ne söyleyebilir ki?

Şüphecilik felsefesinde bilinç, gerçekte kendi kendisiyle çelişen bir bilinç olarak ortaya çıkar;  çünkü şüpheci felsefe, bir tarafta gerçekliği reddederken, diğer tarafta gerçeklikten şüphe eden insanın gerçek varlığını kabul etmektedir; yani şüpheciliğin çelişkisi şudur: Gerçekliği reddetmek, ama gerçekliği reddeden bireyin varlığını kabul etmek. Gerçeklik yoksa, gerçekliği reddeden bir bireyin varlığından bahsetmek bir çelişkidir. Bu anlamda şüphecilik, deneyleriyle kendi çelişkisinin bilincine varır. Şüphecilik bu çelişkinin, bu ikileşmenin üstesinden gelemediği için yerini, başka bir düşünceye, mutsuz bilince (das unglückliche Bewußtsein) bırakmıştır. Hegel açısından din, mutsuz bilinç demektir. Mutsuz bilinç, şüpheciliğin diyalektik gelişmesinin sonucudur. Kendi çelişkisinin farkına varan, şüphecilik felsefesi –kuşkucu felsefe-  yerini yeni bir bilinç biçimine bırakır: Mutsuz Bilinç.

Mutsuz bilinç olarak din, Hegel’in bakışı açısından,  yarılmış, ikiye bölünmüş olan ama aynı zamanda çelişen bilinçtir. Bu yarılmayı ve çelişkiyi şöyle ifade edebiliriz: Ya kendi bilincime dönüyorum, o zaman dünyayı gözden kaybediyorum, ya da dünyaya doğru dönüyorum, o zaman da, kendi bilincimi kaybediyorum. Hegel, mutsuz bilincin (dinin) yarattığı ikilemi aşmak istemiştir. Ona göre kendi bilincime dönmem, dünyayı gözden kaçırmamı gerektirmez; öte yandan dünyaya dönmem, kendi bilincimi kaybetmek demek değildir. Demek ki ‘Ben’ ve ‘Dünya’, ayrı şeyler değil, bir birlik, bir bütünlüktür. ‘Ben’ ve ‘Dünya’ bu bütünlüğün iki kutbuyuz. ‘Ben’ ile ‘Dünya’ arasındaki ilişkiyi kuran emek ve bilinçtir (Geist).

Hegel’e göre, Staocılık, şüphecilik, mutsuz bilinç biçimleri, her biri daha öncekinin yetersizliğinden, çelişkisinden, diyalektik hareketinden doğmuştur. Hegel, bu üç bilinç biçiminin diyalektik gelişimini şöyle ifade eder: Stoacılık felsefesinde öz-bilinç, basit bir özgürlüğe sahiptir, ama ötekini (gerçeği) dikkate almaz; bu çelişkiden şüpheci felsefe doğar; ama şüphecilik felsefesinde ise bir tarafta basit özgürlük bireyin bilincinde gerçekleşirken, diğer tarafta varoluşun öteki tarafı (gerçeklik) inkar edilir. Bu demektir ki, şüphecilik felsefesinde öz-bilinç ikileşir ya da iki yönlü olur. Şüphecilik yerini mutsuz bilince (dine) bırakır. Hegel’in mutsuz bilinç düşüncesinin, düşünürler tarafından çok farklı yorumlandığına dikkat çekmek isterim. Ama bu farklı yorumlar konumuzun dışında kalmaktadır.

Hegel’in bakış açısını daha iyi kavrayabilmek için, burada bir parantez açarak sevgi konusunda söylediği ilginç bir düşünceyi aktarmak yerinde olacaktır. Hegel’e göre sevgi, insanın kendine yabancılaşması, kendini dışsallaştırması ve kendini sevdiğinde kaybetmesidir. Bu olay karşılıklı olduğundan, sevgi, insanın kendini ikileştirmesi, çoğalması demektir. Dünyaya, hem kendi hem de sevdiğinin gözleriyle bakması anlamına gelir. Dolayısıyla Hegel’e göre sevgi bir bütünlüktür, iki kutbun daha üst bir düzeye yükselmesidir. Hegel’in karısı Maria, Hegel’e yazdığı bir mektuba ‘benim sevgim’ ‘senin sevgin’ sözcüklerini kullanır. Hegel cevap verir: Gerçekte tek bir sevgi var; bizim sevgimiz.  ‘Senin sevgin’ ve ‘benim sevgim’ bizim sevgimizin birbirinden ayrılmayan iki kutbudur. Burada parantezi kapatarak din konusunda Hegel’in görüşlerine kısaca göz atalım.

Hegel’in 18. yüzyıl Fransız Aydınlanmacılarının kaba mekanik materyalizminin din konusundaki görüşlerini ve onların çözümlerini kabul etmediği bilinmektedir. Dini, cahillikle, korkuyla vb. açıklayan Fransız düşünürlerine göre,  Aydınlanmanın ilerlemesiyle din otomatik olarak  gerileyecektir.  Hegel bu yaklaşımı eleştirmiştir.

Fransız Aydınlanma düşüncelerinden farklı olarak Alman Aydınlanması, din ve metafizik sorunuyla ilgilenir. Din ve metafizik ise, evrendeki bütünselliğin arkasındaki son ilkeyi arayan; yani ‘mutlak hakikat’i bulmayı amaçlayan bir çaba olarak algılanır. Alman Aydınlanması, dinsel olmayan laik bir metafizik tasarlar. Her din metafiziktir, ama her metafizik din değildir. Din, kutsal kitapları temel alarak evrensel bütünlüğün arkasında Tanrı olduğunu ileri sürmektedir. Tanrıya başvurmadan evrensel bütünlüğü açıklama çabası laik metafizik olarak tanımlanabilir.

Devam edecek...