“Anlamak, bendeki seni

yeniden keşfetmektir.”[1]

“Eline, beline, diline sahip ol.”

“Hararet nârdadır, sacda değîldîr/ Kerâmet baştadır, tâcda değîldîr/ Her ne ararsan kendînde ara/ Kudüs’te, Mekke’de, Hâc’da değildir.”

“Bizim nazarımızda kadın, erkek farkı yok, eksiklik noksanlık senin görüşlerinde.” “Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir.” “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen bizden değildir.” Vd’leriyle “olağan” denilen geleneksel iktidar ilişkilerini, varsayımları, alışkanlığını yapı söküme uğratan bu (ve benzeri) ifadeler sanki geçmişten değil de, henüz gelmemiş bir gelecekten söz etmektedir.

Bundan etkilenmemek de mümkün değilken; sözünü ettiğimiz Alevîlik’tir.

Yüzlerce yıllık bakı, inkâr, asimilasyon ardından Alevîlik meselesi yeniden gündem maddesi oldu. Tartışıldıkça da meselenin aslına vakıf olmayanların, bilmeyenlerin, araştırmayanların kafalarını karıştırdı. Ayrıca meseleyi istedikleri yöne çekmek isteyenler ve yönetenler için çok cazip bir spekülatif ortam oluş(turul)masının önü açıldı.

Tam da bu kesitte yayınlan ‘Sosyal Bilimler Perspektifinden Alevîler ve Alevîlik-1’[2] başlıklı sürece bilimsel bir müdahale olarak yayınlandı.

Konuya ilişkin olarak GADEV Alevî Akademisi Adına Vakıf Başkanı Celal Fırat, “İnsanlığın var olduğu günden beri bin bir emekle büyük bir yol kat ederek kendisini taşıdığı yüzyılımız, daha da büyük gelişmelerin eşiğindedir. XXI. yüzyılda sosyal, bilimsel, teknolojik, ekonomik ve politik gelişmeler o kadar hızlı akıyor ki bunları takip etmek bile zorlaşmaktadır. Bu gelişmelerle birlikte, önemli toplumsal olay ve değişimler yaşanmaktadır. Alevî toplumunun da tarihin bu önemli dönemecinde yaşananlardan etkilenmemesi düşünülemez,” (s.8) vurgusuyla ekliyor:

“GADEV Alevî Akademisi, Alevîlik ve Alevîlere dair konu ve sorunları tüm boyutlarıyla ve hakikât anlayışıyla, bilimsel perspektiften anlama ve açıklama çabasının bir ürünüdür.” (s.9.)

Bir “Sosyal Bilimler” çalışması niteliği taşıyan çalışma, “Gerçekte bu bilimlerin inşa biçimlerini de tartışan bir ‘eleştirel sosyal bilim geleneği’ olarak işlemiştir,” (s.13.) notuyla tanımlıyor kendisini.

* * * * *

Alevîliği “eleştirel sosyal bilim” meselesi olarak ele almak çok önemli.

Neil de Grasse Tyson’ın, “Bilimin güzel tarafı, ona inansanız da inanmasanız da gerçek olmasıdır”; Charles Darwin’in, “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir”; Loukianos’un, “Tarihçi özellikle her şeyden önce düşüncelerinde özgür olmalı! Ne korkmalı ne de kimseden bir beklentisi, çıkarı olmalı,”[3] uyarılarını “es” geçmeden elbette…

Bir de modern düşüncenin izlediği yolu “dünyanın büyüsünün yok edilmesi” olarak özetleyen Max Weber’in altını çizdiği üzere her teorik yorum gayretinin, hakikâti değerlendirmeye çalışırken, onu “farklılaştır”dığı ve her kavramsallaştırma faaliyetinin temelinde felsefi inançlar yattığı ve sosyal bilimlerin bazen unutturup, silerek, bastırarak var olduğu gibi…

“Sosyal bilimcilerin yaptığı tamamen bağımsız nesneleri gözlemlemek değildir; onlar üzerinde çalıştıkları insanları bizzat şekillendiriyorlar.”[4]

“Sosyal bilimler ortak-iyiyi tanımlar ve meşrulaştırır. Rıza ve itaati üretme rolünü üstlenir. İtaakâr birey bu şekilde üretilir.”[5]

O hâlde “Toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkilerin tarihsel dönüşümlerinin incelenmesi için bu ilişkilerin her çağda nasıl deneyimlendiğini, yaşandığını da anlamak gerekir”ken;[6] bu da sosyal bilimlerin politik bir bakış açısına mecbur olduğunu görmemizi gerektirir…

* * * * *

Alevîlik kavramı, özellikle XX’nci yüzyılda Kızılbaşlık sözcüğüyle (küçümseyici bir tonlaması vardı) yer değiştirdikten sonra yaygınlık kazanmaya başladı.

Alevîlik, İslâmî gruplar açısından heterodoks ya da senkretik olarak görülürken; Osmanlı ulemasına göre Alevîlik (diğer adıyla Kızılbaşlık) Osmanlı siyasal-dini düzenine başkaldırının adıydı. O yüzden politik olarak isyancı, dini olarak sapkın/ rafizî idi.

Alevîliği düşünürken Babaileri, Kalender Şahı, Börklüce’yi, Koçgiri’yi ve daha nice pratiklerin, siyasi ve felsefe boyutunu görmek gerekir; tabii Hallac-ı Mansur’u, Hace Bektaş’ı, Kaygusuz Abdal’ı, Şeyh Bedreddin’i de…

Tarihinde süreğen bir baskıya maruz bırakılan Alevî inancının ritüellerine baktığımızda, İslâm’daki ritüeller ile uzaktan yakından alâkâsı olmadığı görülür: “Kabir Azabı”, “Cennet-Cehennem”, “Mahşer İnancı”, vb. söylemler Alevîler için geçerli değildir.

“Enel hak” deyip, “namaz, oruç, kurban” gibi İslâmın kurallarına uymayan, “kul olma”yı kabul etmeyen Alevîlerin “Hakk” dedikleri “Evren”dir.

İnsana “Can” derler; üstün tutukları tek şey insandır.

Şükrü Aslan’ın, “Alevî geleneği; dinlemeye-anlamaya yatkın; yargılama, suçlama gibi edimlere de uzaktır. Kusuru yüzüne vurmaktansa, kendini ifade etmek için alan açmaya eğilimlidir. Klasik manada ‘düşman’ saydığı bir toplumsal grup ve cana kıymak gibi ‘kutsal’ hedefleri de yoktur. Irkçılığa karşıdır elbette, faşizme, insanın, canlılara zulmüne karşıdır,”[7] notunu düştüğü duruş açısından: Kanaat ve sabır ehli olmak… Hak ve adalet sahibi olmak, şerrin diliyle, yoluyla olmamak… Hâl dilini elden ve dilden bırakmamak… Paylaşıcı olmak, başa kakıcı olmamak… Gözünün gördüğüne görmedim, kulağın duymadığını duydum dememek… Rızasız ve habersiz iş yapmamak… Haksız kapısına varmamak, zalim kapısından adalet dilenmemek… Düşmanıyla dil sahibi ve yol sahibi olmamak... Yalan söylememek… Hünerle üretmek, hürmetle tüketmek… Bildiğine bilmiyorum dememek, bildiğini, öğrendiğini öğretmeyi zahmet saymamak… Yol dışından yola karşı yönelme olursa canı başı hak yoluna koymakta tereddüt etmemek… aslî özellikleridir.

* * * * *

GADEV Alevî Akademisi öncülüğünde yayımlanan ‘Sosyal Bilimler Perspektifinden Alevîler ve Alevîlik-1’ başlıklı yapıt meseleyi geniş bir spektrumda ele alırken Ufuk Erol’un, “Osmanlılar, Kızılbaş-Alevîler ve Safeviler” (s.21-30); Zeynep Oktay’ın, “Bir Bilim Sahasının Doğuşu: Alevîlik Çalışmaları’nın Metodolojisi Ne Olmalı?” (s.31-49); Çiğdem Boz’un, “Heterodoks İktisat ve Heterodoks Topluluklar: Alevîliğin Ekonomi Politiği” (s.237-261); Ercan Geçgin’in, “Toplumsal Değişim Dinamikleri Çerçevesinde Alevîliğin Değişen ve Dönüşen Sınırları” (s.62-86); Filiz Çelik’in, “Alevîliğe Psikososyal Perspektiften Yaklaşmak: Kerbela’dan Bugüne Toplumsal Travmalarda İnancı Yaşamak ve Yaşatmak” (s.225-236) başlıklı çalışmaları dikkat çekiyor.

Bir de “Alevîliğin ne olduğu üzerine bir değerlendirme bu yazının konusu değildir. Yine de Alevîliğin ‘ne olduğuna’ dair bir şey söylemek gerekirse belki de sadece pek çok farklı inançları kesen, kendine özgü bir inanç olduğunu söylemek uygun olur.” (s.56)

“Alevîlik ve etnisite ilişkisine baktığımızda Alevî kimliğinin… bir şemsiye işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Bugün de somut olarak gördüğümüz gibi Alevî kimliği içinde farklı diller konuşan, aynı zamanda teritoryal birlikleri olan çeşitli kimlikler bulunmaktadır,” (s.60) saptamalarıyla Şükrü Aslan’ın, “Kimlikler, İnançlar, Alevîlik ve Etnisite” (s.50-61) başlıklı çalışmasında altını çizdikleri…

* * * * *

Osmanlı Padişahı Yavuz Selim döneminin dini otoritesi şeyhülislâm Ebu Suud Efendi’nin, “Bu Kızılbaş taifesinin katli vaciptir. Bunların malı, kadınları Müslümanlara helaldir, Kızılbaş öldüren Müslüman cennete gidecektir, ölen Kızılbaşın yeri cehennemin ta dibidir,” fetvasındaki Alevîler tarihte egemenlerin çıplak şiddet maruz kalırken; yakın tarihte ise Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da, Gazi Mahallesi’nde katledilip, Madımak’ta yakılmışlardır; nefretin dilinin hor gördüğü, aşağıladığı kimlik ve en önemlisi de “badem bıyıklılar”ın boy hedefi; özetle de coğrafyamızın “Homo Sacer”leridir.

“Homo sacer”, Roma İmparatorluğu hukukunda, “dışlanmış ve herhangi biri tarafından öldürülebilen adam” anlamına gelirken; Sivas’ta o karanlık “dünya görüşü”yle ayaklandırılan güruh açısından, kendi dünyalarının dışında olduğuna inandıkları “laikler”, Alevîler, Madımak Oteli’nde toplanmışlardı. Dahası, o gün dağıtılan bildiride vurgulandığı gibi bu “dışlanmışlar”, “şehirde adeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmekteydiler”. Öyleyse bunlar öldürülebilirdi.

Pir Sultan Şenlikleri’ne katılmak için gelmiş sanatçıların, entelektüellerin kalmakta olduğu otel bu arzuyla ateşe verildi. Modern Türkiye’nin bu aydınlık insanlarından 33’ü o karanlığın içinde can verdi. Karanlığın “doğasında var”! Liberal geçinen ana akım siyasetçilerin ve basının (Çiller, Hürriyet) yangını çıkaran ve alkışlayanları değil de Aziz Nesin’i suçlaması da bugüne kadar gelen biat çizgisinin ilk örnekleriydi.

Bundan da önemlisi Sivas Madımak Oteli’nde 2 Temmuz 1993’te gerçekleştirilen ve aralarında aydınlarla sanatçıların da bulunduğu 33 kişinin yaşamını yitirdiği katliamın üstünden yıllar geçse de, adaleti sağlamaya dönük güçlü bir yargılama yapılmadı.

Katliamın ardından 35 kişi gözaltına alındı, sonrasında gözaltı sayısı 190’a kadar çıktı ancak 66 kişi serbest bırakıldı. Geri kalanlar Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 1 yıl boyunca yargılandı. Dava sonucunda 22 sanık 15’er yıl, 3 sanık 10’ar yıl, 54 sanık 3’er yıl, 6 sanık 2’şer yıl hapisle cezalandırıldı. Yargılananlardan 37’si ise beraat etti. 1997’de Yargıtay DGM kararını bozdu ve sanıklar yeniden yargılandı. 8 sanık, 1997’deki bozma kararı sonrasında firar ederek kayıplara karıştı.

1998’de onaylanan yeni kararda 33 sanık idam, 14 sanık ise 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldı. Son olarak Sivas Davası 2014 yılında zaman aşımına uğradı ve tüm dava kapatıldı.[8]

Tüm bunlar Alevîliğin bir sosyal bilim meselesi olduğu kadar ve hatta ötesinde politik mesele olduğunu hepimize muştuluyor!

Kolay mı? Düzenle barışık olmayan unsurlar barındıran Alevî inanç/kültürü, aynı zamanda “açılımcı” düzeneklerle iktidara bağlanıyor/ bağlanmaya çalışılıyor.

Alevîliğin üzerinde yürütülen politik bir mücadele var; bunun görülmesi gerekiyor. Bu mücadelede pasif tavır almak ya da tavırsızlık, siyasette bir hatayı temsil ediyor.

Alevîlilerin düzen siyasetine yamanması için, Alevîliğin enine boyuna tartışılması ve hakikâti hurafelerden ayırmak şart oluyor.

* * * * *

Bu da Alevîliğin İslâm ve Hz. Ali ile ilişkisini tartışmaya açmayı “olmazsa olmaz” kılıyor. Soru(n) sadece teolojik ve akademik bir araştırma konusu değil, aynı zamanda politik bir sorundur.

Alevîlerin günümüzde en çok tartışılan sorunu, Alevîliğin İslâmiyet karşısındaki konumunun, İslâmiyet’le olan ilişkisinin ne olduğudur.

Yaygın inanış ve sözlük anlamına göre, “Alevî, Hz. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse” demektir. Cem Vakfı’na göre, “Alevîlik - Bir Anadolu İslâm sentezi”yken; kimilerine göre de, “Alevîlik; Allah’ın birliğine Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Hz. Ali’nin veliliğine inanan İslâm’ın özgün bir yorumu” ya da “Alevîlik reel İslâm’ın muhalif bir söylemidir” veya “Alevîlik-Şiîliğin daha ılımlı Anadolu yorumu”dur.

Lakin Alevîlik Hz. Ali ve Hz. Muhammed birer mitik şahsiyetken; hakikât pek de onlarla alâkâlı gözükmemektedir.

Yani Alevîlikte en tartışma götürmez gerçek, “Ali”nin başat rolüdür. Gerçekten de Alevîlikte başat bir anlam taşıyan “Ali” kavramı, tüm Alevîlik tanımlamalarında ortak paydayı oluşturmakta, ancak yine tüm ayrılıklar da bu “Ali”nin ne, kim ve nasıl olduğu meselesinde düğümlenmektedir.

Alevîliğin Ali imgesi, Ali’de olmayan, Onu niteliksel olarak aşan özellikler taşır.

Özetle başat soru(n), Ali’nin anlamıyken; sormadan geçilemez: “Alevîliği nezdindeki Ali, gerçekte Muhammed’in kuzeni ve damadı Ali midir? Bu mümkün müdür?”

Buna verilecek olumlu bir yanıt da; “Alevîlik Ali’yi sevmekse, ben de Alevîyim” diyen Recep Tayip Erdoğan’ın Alevîliği kadardır!

Alevî teolojisi, yaratıcı (Hakk) ile yaratılan (Halk) arasındaki mutlak ayrım üzerinde şekillenen İslâmcı teolojinin tam aksine, tanrı, insan ve doğa birliği temelinde şekillenmiştir. Bu anlamda o yaratan ile yaratılan ayrımını ortadan kaldırmaktadır.

Ayrıca şunu da not etmeden geçmeyelim: Şiîlik, Alevîlik denen yolun içinde değil, tamamen dışındaki bir yoldur.

Alevîlik, Şiîlik gibi Ali’den, onun kimlik ve mücadelelerinden türemiş bir Alicilik değildir. Kendilerini zorla değiştiren Müslümanlığın içinden Ali’yi kendine yakın bulup, egemene karşı bir savunma mekanizması olarak sahiplenmiş özgün bir sentezdir.

Ancak bu sahiplenmede Ali’yi olduğu gibi kabullenmemiş, onu kendi otantik değerlerine göre ortaklaşmacı ve barışçıl olarak yeniden yaratmış ve işte bu yeni niteliğiyledir ki onu kendi tanrısal anlayışına isim yapmıştır.

Görülmesi gerek! Alevîliğin İslâm içinde heteredoks anlamı da, sonradan gerçekleşen, tarihsel toplumsal koşulların gereği bir farklılaşma değil, ayrı bir inanç olarak kendini yaşaması olanağı elinden alınan bir inancın, mecburen İslâmiyet’in içine girip onun heteredoks bir kolu hâline gelmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

İslâm coğrafyasından Hindistan ve Çine kadar uzanan bütün inançların bir karışım ve sentezidir. Alevîlikte tarih içinde etkilendiği Hint, Arap, doğu dinleri, Anadolu’nun eski dinleri, Hıristiyanlık ve göçebe aşiretlerinin bazı dini öğelerini kabullenmiş, bunları kendi içinde ve özüne bağlı kalarak eritmiştir. Bu özellik Sünnî çoğunluk tarafından sapkınlık olarak görülmüş ve beraberinde bazen çok kanlı olan çatışmaları beraberinde getirmiştir.

O, pek çok dinin, inanışın sentezi olan, kendine özgü evrensel bir yaşam felsefesidir.

1 Mart 2023 15:26:41, İstanbul.

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergi, No:261, Nisan 2023…

[1] Zygmunt Bauman, Hermenötik ve Sosyal Bilimler-Anlama’ya Dair Yaklaşımlar, çev: Hüseyin Oruç: Ayrıntı Yay., 2017, s.46.

[2] Sosyal Bilimler Perspektifinden Alevîler ve Alevîlik-1, Editörler: Şükrü Aslan-Çiğdem Boz-Cemal Salman, Ütopya Yayınevi, Ocak 2023.

[3] Loukianos, Tarih Nasıl Yazılmalı?-Yalansever, çev: Emre Poyraz, Pinhan Yay., 2021.

[4] Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2017, s.315.

[5] Philip Smith-Alexander Riley, Kültürel Kurama Giriş, çev: İbrahim Gündoğdu -Selime Güzelsarı: Dipnot Yay., 2016.

[6] Maurice Godelier, Toplumsal Yaşamın Temelleri, çev: Ayris Taban, Heretik Yay., 2022.

[7] Şükrü Aslan,  “Alevîler ve Akademileri”, Birgün, 25 Ocak 2023, s.6.

[8] Hüseyin Şimşek, “Madımak’ta Cezasızlık Yarayı 28 Yıldır Kanatıyor”, Birgün, 2 Temmuz 2021, s.14.