Türk devletinin siyasal yapısının doğru anlaşılması için geçmişine kısaca göz atmak faydalı olur. Türk devleti kurulduğu tarih olan 1923’ten, 1950 yılına kadar tek parti diktatörlüğü olarak varlığını sürdürmüştür. Bu süreçte özellikle Kürt halkının özgürlük uğruna geliştirdiği direniş ve isyanlar, katliamlarla bastırılmıştır. Dersim ve Zilan derelerinde Kürt ve Alevi kanıyla akıtılmıştır. Aynı şekilde Tek Şef Atatürk’e ve Milli Şef İ. İnönü’ne karşı, geliştirilen her türlü muhalefet, kanla bastırılmıştır. Yapılan bu katliamlar ve izlenen katliamcı politikalar, dönemin özgünlükleri adına, kâh gericiliğe, kâh feodalizme, kâh komünizme karşı mücadele diyerek izah edilmeye, makul ve meşru gösterilmeye çalışılmıştır.

1950- 1960 arasında ise, DP’nin A. Menderes- C. Bayar ikilisinin hâkim olduğu bir diktatörlük yaşanmıştır. Kemalizm’e tepki olarak ve dinci/ırkçı gericiliği öne çıkartan bu diktatörlüğün karakteristik özelliği, halklara uygulanan faşist zorbalığın el değiştirmesi olmuştur. Bu dönem izlenen tek partinin ikili diktatörlüğü de bir dizi yalanla masumlaştırılmaya/ haklı gösterilmeye çalışılmıştır.

Ancak bu süreç devlet içindeki klikler arasındaki çatışmaları da şiddetlendirmiştir. 1950 yılına kadar aralıksız iktidarda olan ve bu gücünü esas olarak koruyan, klasik Kemalist cunta, rakibi olan Menderes/Bayar ekibini bir darbeyle devirerek hükümeti ele geçirmiştir.

1960- 1970 yıllarında genel olarak yaşanan gelişmelerin de etkisiyle Kürt ve Türkiye halklarının hak talepleri ve bunun için mücadeleleri yükselmiştir. Buna bağlı olarak Türkiye halklarının demokratik kazanımları genişlemiş ve yeni mücadele dinamikleri ortaya çıkmıştır. Ortaya konan direnişler Türkiye halklarının umudunu artırırken Türk devlet yetkililerinin de korkusunu büyütüyordu. Sonrası bilinmektedir. 1971 darbesi bu demokratik muhalefet odaklarını, idamlarla, bastırmaya işkencelerle çalışmıştır.

Bu süreçte Türk devleti, ilk defa, yetersiz de olsa, gerçek anlamda ve devrimci ilkelerle örgütlenmiş bir muhalefetle karşılaşmıştır. Böyle olduğu içindir ki bu muhalefetin örgütleyicileri, kısa süre içinde yeniden mücadeleye başlamışlar ve demokratik/devrimci faaliyetleri örgütlemek için yeniden harekete geçmişlerdir.

Bunun sonunca da hem Kürt halkı hem de Türkiye demokrasi güçleri, yaygın ve etkili bir siyasal sosyal mücadeleye başladılar. Türk devletinin siyasal varoluşu içinde bu düzeyde bir örgütlü mücadele ilk defa yaşanıyordu. Bu mücadelenin yarattığı basınç, Türk devletini 1980 darbesini yapmaya götürdü.

Görüldüğü gibi Türk devletinin tarihinde her toplumsal gelişme, ya bir katliamla veya bir darbeyle bastırılmaya çalışılmıştır. Kısa aralıklarla yaşanan sınırlı demokratik ortamlar, Türk devletinin değişimi veya lütfu değil, toplumsal mücadelenin yarattığı kazanımlar olarak yaşanmıştır. Ancak her defasında Türk devleti, yeniden dini gerici ve ırkçı fabrika ayarlarına dönmüştür.

Bu kısa notlardan da görüleceği gibi, Türk devleti, hangi parti hükümette olursa olsun, her zaman aynı ırkçı/dinci politik çizgi tarafında yönetilmiştir. Devleti yöneten klikler arasındaki farklar, dinin ve ırkçılığın nasıl kullanılacağına dair olan farklılıklardır. CHP’nin de iktidarda olduğu dönemlerde, aynı politik çizgiyi, kararlılıkla izlediğini, yukarıda görmüştük. Türk devletinin hâkim politik çizgisi hep aynı olmuştur.

Bugün de aynı durum, çok önemli farklılıklarla da olsa, yaşanmaktadır.

Erdoğan, hükümeti ele geçirdiğinden beri, devletin bütün organlarına hâkim olmaya çalışan bir tutum izlemiştir. Bunun için ilk başlarda, demokratik görüntüler vermiş, devletin diğer fraksiyonlarıyla uyumlu davranmaya çalışmıştır. Ancak sürdürdüğü bu hileli politika Kürt özgürlük hareketinin ortaya koyduğu pratikle boşa çıkınca, gerçek yüzü olan katliamcı ve savaşçı politikalara yönelmiştir. Böylece AKP, Türk devletinin gerçek ideolojik-politik çizgisini gizleme gereği duymadan, sürdürmeye başlamış oldu. Bu durum AKP ile MHP’nin buluşma zeminini oluşturmuştur. Dolayısıyla bugün yaşanan AKP/MHP yakınlaşması ne bir tesadüftür ve ne de beklenmedik bir politik çizgi değişikliğidir.

Türk devleti her zorlandığı durumda önce, demokratik davranıyor gibi bir görüntü veriyor, böylece zaman kazanıyor, süreci kendi lehine döndürmeye çalışıyor. Ancak bu yolla fırsatı lehine çevirdiğinde ise katliamcı yüzünü ortaya koymaktan bir an bile tereddüt göstermemektedir. (Bugün katliamcı politikalara yönelmesi ise durumu lehine çevirdiğinden dolayı değil, artık başka türlü varlığını sürdürememesindendir.)

AKP’nin MHP ile ittifakı olarak sunulan gerçeklik, Türk devletinin katliamcı, soykırımcı, savaşçı fabrika ayarlarına dönmesinden başka bir şey değildir.

Bugün olan şey AKP-MHP ittifakı değil, AKP’nin MHP tarafından daha açıktan savunulan Türk devletinin temel ideolojik ve siyasal zeminine bağlılığını ortaya koymasıdır. Bu durum 12. Eylül döneminden de aynen böyle tecelli etmişti. 1980 darbesinden sonra Alpaslan Türkeş “biz hapisteyiz ama fikirlerimiz iktidarda” derken yanlış söylemiyordu. Kenan Evren cuntasının, iktidar olduğu dönem boyunca, ırkçılığı ve dinsel gericiliği yönetim aracı olarak kullanmış olmasının nedeni budur.

Aslında bu durumun yadırganacak bir yanı yoktur. Demokratik olmayan bir devletin varlığını sürdürebilmesi ancak ırkçı, gerici “zor”la mümkün olabilir. Kitlelerin sözünü söylemeye, hak talep etmeye yöneldiği her durumda, bunun engellenmesinin koşulları ancak “zor” yöntemiyle mümkün olabilir. “Zoru” meşrulaştırmanın ideolojik zemini ise dini gericilik ve ırkçılıktır. Toplumsal demokratik muhalefetin “dini ortada kaldırmak” veya “toprakları bölmek” istediğini ileri sürmek ve buradan doğan tepkilerle toplumsal muhalefeti bastırmaya çalışmak en etkili ve en kolay yöntem olagelmiştir. Bu argümanlar, aynı zamanda, bu kanlı siyaset ve uygulamaların meşruiyeti için de işlevli olmaktadırlar.

Türk devletinin bu katliamcı ve riyakâr özelliği yeterince teşhir edilemediği için uzunca bir süre aldatıcı olabilmiştir. Ancak kırk yıldır sürdürülen Kürt özgürlük mücadelesi, birçok gerçeğin açığa çıkmasını sağladığı gibi, Türk devletinin katliamcı ve riyakâr yüzünün de geniş kitleler tarafında anlaşılmasını sağlamıştır.

İşte bu gerçeklilik, Türk devletinin varlığını dayandırdığı ve sürdürebildiği önemli yalanlardan birisidir. Bu yalan deşifre edildiği için Türk devletinin hiçbir meşruiyet dayanağı kalmamıştır. Tam da bu nedenle, Türk devleti iflah olmayacak, kaybedecek, halklar kazanacaktır.