Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye ile ilgili 90 milyonluk tazminat kararını açıklayınca 15 yıl önce 6 Mayıs 1999 tarihinde Özgür Politika Gazetesi’nde olayla ilgili yayınladığımız bir söyleşi geldi aklıma.

Önce AHİM kararı:

„AİHM, Kıbrıs Rum yönetiminin 22 Kasım 1994'deki başvurusu nedeniyle açılan davada, Türkiye'nin 1974 Kıbrıs Barış Harekatı'ndan dolayı 90 milyon euro tutarında manevi tazminat ödemesine karar verdi. Mahkeme söz konusu tazminatın üç ay içinde Rum yönetimine ödenmesine hükmetti.Karara göre, tazminatın 30 milyon eurosu harekat sonrası kaybolanların ailelerine, geri kalan 60 milyon eurosu ise Kuzey Kıbrıs'taki Karpaz Yarımadası'nda kalan Rumlara verilecek.Dava, Rum yönetimi tarafından 1974'teki harekattan sonra bin 491 Rum vatandaşının kaybolduğu ve 211 Rum vatandaşının da yerlerinden edildiği gerekçesiyle açılmıştı. „ (Hürriyet 12.05.2014)

Söyleşinin kısa öyküsü:

Genç bir gazeteci arkadaşımız (İsminin açıklanmasını o zaman da istememişti) bizi arayarak Kıbrıs olaylarıyla ilgili bir tanığın kendisine bazı açıklamalar yaptığını ama bunları yazılı hale getirmekten korktuğunu belirtince o tanıkla biz görüşmek istedik.

Tanık Neu-İsenburg’daki gazete büromuza geldi. „Öldürülmekten korkuyorum“ diyerek isminin açıklanmaması koşuluyla tanık olduğu olayları açıklamaya hazır olduğunu, vicdan azabından kurtulmak istediğini belirtti. Kendisine söz verdik ve aşağıda okuyacağınız söyleşiyi gerçekleştirdik.

Bu söyleşi Türkiye’deki gazete tarafından da yayınlanınca hakkımızda bir dava açıldı, ama her nedense o dava sürdürülmedi, bizim ifademiz veya savunmamız istenmedi, dava bir sonuca bağlanmadı ve üzeri küllendi.

VE TANIK KONUŞTU: "ESİRLERİ GÖRDÜM!’’

Mehmet Doğan - A. Kadir Konuk / Özgür Politika Gazetesi - 6 Mayıs 1999

*Olaya nasıl tanık olduğunuzu bize anlatır mısınız? 

- 1969 tarihinde Adana’ya gitmiştim. Bir dönem geçici olarak sağda solda çalıştım. Daha sonra ABD’li bir petrol arama firmasında iş buldum.’ 

*ABD’li mi? 

- Bir taşeron firma da olabilir. Ama biz ABD’li diyorduk. İngiliz de olabilir. Turkse Shell’e bağlıydı. O firmada dozer operatörü olarak çalışmaya başladım. Firmanın adı anımsadığım kadarıyla INDUS’tu. O firmanın B-1 bölümde çalışıyordum. Petrol açmak için çalışılan kuyulara dağlardan yol yapıyorduk. Dört yıl o firmada çalıştım. O firma Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı(TPAO) isimli şirkete bağlı çalışıyordu. Adıyaman-Çatak’ta, Raman dağında petrol arama kuyuları vardı. 

Hatta o firma ilk kez Raman dağında petrolü bulan firmadır.1974 tarihinde Kıbrıs harekatı başladığında, yine o firmada kepçe ve dozer kullanıyordum. Aynı firmada bu işi yapan iki kişiydik. Biri ben, diğeri de Temel Çelik isimli Laz bir arkadaştı. Firmanın şantiyesi Adana’nın dışında, İmamoğlu’ndaydı. Zaman zaman Adana’ya gidiyorduk. Bir seferinde Kıbrıs’ta esir tutulan askerleri kamyona doldurup, Adana’ya getirmişlerdi. Çoğu kadın, yaşlı ve çocuklardı. 

*Ama siz "esir askerler’’ diyorsunuz? 

- Aralarında esir askerlerde vardı. İyi anımsıyorum, çıkartmadan bir hafta kadar sonraydı. Hafta sonuydu. Adana’nın Karşıyaka semtine getirmişlerdi. Herkes koşup bakıyordu. Yüzlerce insan bunu gördü o zaman. Seyirciler kendi aralarında ‘Bunları satılığa çıkarmışlar’ diye konuşup, gülüyorlardı. 

Adana Numune Hastanesi’nin yanında da Sabancılar’a ait eski bir yağ fabrikası vardı, esirleri daha sonra o yağ fabrikasının ambarına koydular. Halk sürekli olarak esirlerden, onların Adana’ya getirilişlerinden konuşuyordu. 

Benim gördüğüm esirler 17 askeri cemseye doldurulmuşlardı. Her cemsede en az 60-70 Kişi vardı. Genelde kadınlar, çocuklar ve yaşlılar vardı. Genç erkekleri görmek çok mümkün değildi. Onları nereye götürüyorlar, ne yapacaklar, kendi kendimize soruyorduk. 

*Sonra onlara ne oldu, biliyor musunuz? 

- Aradan bir aydan fazla zaman geçmişti. Yine Laz Temel Çelik’le çalışıyordum. Bu Temel Çelik Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Yörük köylerinden birinden evlenmişti. Yeni evlenmişti ama 45 yaşlarında vardı. O da benim gibi dozer kullanıyordu. 

O zaman firmanın şantiyesi Adana’nın Kozan ilçesinin İmamoğlu nahiyesindeydi. Bizim başımızda ‘kulaksız’ lakabıyla çağrılan bir Amerika’lı şantiye şefi vardı. 

Bir kulağı olmadığından onu ‘kulaksız’ ismiyle çağırıyorlardı. Bizlere o iş veriyordu. Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Onun dışında da şantiyeye yabancılar gelip gidiyorlardı. 

Bir akşam bize; ‘TIR’lar yanaşacak, dozeri yükleyin başka bir yere taşınacağız’ dedi. Bize daha önce Raman Dağı’na gideceğimiz söylenmişti. Oraya gideceğimizi sanıyorduk. Bir adet 155’lik kepçe, bir de D-9 dozeri yükledik TIR’lara. Yakıtlarını doldurduk. Gece Adana’ya gittik. Adana’nın girişinde, sonra ‘itadası’ diye isimlendirildiğini öğrendiğim yere gittik. Bize orada Seyhan Nehri’nin kenarında bulunan bahçede su taşımalarına karşı set yapılacağını söylediler. 

*Set mi? Daha önce bu tür işler yapmış mıydınız? 

- Biz bahçe sahibinin kulaksıza rüşvet verip, gizlice bahçesinde set yaptırdığını düşündük. Çünkü bazen böyle işler yaptığımız oluyordu. Aynı gece nehir kenarında, bahçenin nehire yakın kısmında 80 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde ve 3,40 metre derinliğinde bir temel açtık. 

*Bu temeli neden açtığınızı size kimse söylemedi mi? 

- Hayır. Sadece bize böyle bir temel açmamız söylendi. 

*Bu temelin yerini tam olarak hatırlıyor musunuz? 

- Hatırlıyorum. Seyhan nehrinin yanında, bir portakal bahçesinin içindeydi. Oraya ‘itidasi’ dediklerini duydum. Temeli kazdığımız yerin karşısında, Seyhan Nehri’nin öteki tarafında Ömer Sabancı’nın eski yağ fabrikası görünüyordu. O gece Temel Çelik’le ben, iki makineyle çalıştığımız halde temeli tam bitiremedik. Ertesi gün öğlene doğru bitirdik işi. Toprağın bir kısmını da nehrin kenarına set gibi yığdık. 

Çalıştığımız bahçenin için de bir kulübe vardı, adamlar öğlen yemeği için geldiklerinde ‘Yarın da buradasınız’ diyerek bu kulübede kalacağımızı söyledi. 

Akşam oldu. Sigaram bitmişti hem sigara almak için hem de çevreyi dolaşmak için çıktım. Bahçelerin kenarlarında tek tük evler vardı. Epeyce bir yol yürüdükten sonra inşaatı yeni bitmiş bir bina gördüm. 

Ön tarafında balkonları vardı, resmi bir binaya benziyordu. Boyası yeni yapılıyordu. İçeri girdim. İçerisinde büyük bir salon vardı. Sinemaya benziyordu bu salon. İçeride boyacılar çalışıyordu. Onlarla biraz sohbet ettim. Binanın yeni yapılan halkevi olduğunu söylediler. Hasan ismindeki bir bekçi vardı orada. Kanalı kazdığımız bahçenin İsmet isimli bir MHP’li ye ait olduğunu söylediler. Daha sonra sigara alıp, makinelerin olduğu yere döndüm. 

Gece yattık. Gece saat 01.00’den sonra sesler duyarak uyandık. Kamyon sesine benziyordu sesler. Kanal için taş getirdiklerini sandık. O arada kapı çalındı. Kapıyı açtığımızda Amerikalı Kulaksız’la bir binbaşı birde yüzbaşı içeriye girdiler. Önce bize bazı öğütlerde bulundular. 

*Nasıl öğütler? 

- Bir insanın önce vatanına, milletine hizmet etmesi gerektiğini, bunun kutsal bir görev olduğunu, insanların vatanları için ölmelerinin Tanrı katında şehitlik için yeterli olduğunu söylediler. Kıbrıs’ta yaşanan olayları uzun uzun anlatıyorlardı. Bizimle konuşan Binbaşı ismini söylemeden, Kıbrıs’tan geldiğini, her şeyi yakından görüp bildiğini ve orada Türk askerlerine yapılanlara hiçbir Türk’ün sesiz kalamayacağını söylüyordu. Sürekli Rumlara ağır şekilde küfrediyordu. Ayrıca o gece gördüklerimizi, kimseye söylememiz için bizi sıkı sıkı uyarıp, tehdit etti. 

Arada bir ‘bu bir esir sorunudur’ diyordu. Bu sözleri duyunca kamyonla getirilenlerin, kimler olduğunu daha iyi öğrendik. 

Yapılanın vatan için yapıldığını, ölenlerin Kıbrıs’ta Türkleri öldürdüğünü söylediler gelenler. Hainlerden bize fayda gelmeyeceğini, Çanakkale savaşında, İzmir’de Rumların yaptıklarını anlatıyordu. Artık bu işe bizim de karıştığımızı, ne kadar uğraşırsak da kendimizi temize çıkaramayacağımızı söyledikten sonra, ayrıca bize ilerde çok yardımcı olacaklarını söyledi. Sizi Amerika’ya göndereceğiz, dedi. Türkiye’den kurtulursunuz, yeni bir hayata başlarsınız dedi. Bize bir de yemin ettirdiler. 

CESETLER KANLI TORBALARIN İÇİNDEYDİ 

*Nasıl bir yemin? 

- Namus, şeref, din, iman üzerine bir yemindi. Sonra hep birlikte dışarı çıktık. Kanalın başına gittik. Biz gittiğimizde askeri reolar kanalın başından ayrılmışlardı. Kanalın yanında ve nehrin, bahçenin kenarlarında, uzakta bir kaç asker nöbet tutuyorlardı. 

Kanalın başına geldiğimizde askeri torbaların içine konulmuş cesetleri gördük. Torbaların üzeri kanlıydı ve ağızları bağlıydı. 

*Torbaların için de cesetlerin olduğunu nasıl anladınız? Başka bir şey olamaz mıydı? 

- "Torbaların duruşundan bile bunu anlayabilirsiniz. Biz köylü insanlarız, torbaların biçiminden bile içindekini seçmekte zorlanmayız. Yumuşak mı, sert mi, falan. Ayrıca torbanın üzerleri kanlıydı. Torbalar yanyana, üst üste dizilmiş. Hatta Temel Çelik kanala kumu doldururken kepçenin tırnağı çuvalın birine değiyor ve yuvarlanıyor. Temel bana çuval yuvarlandıktan sonra kımıldadığını, içindekinin sanki ölmediğini hissettiğini söyledi. Gördükleri için yemin ediyordu.’’ 

*Torbaların hepsini mi koydunuz kanala? 

- "Hepsini. Rastgele iteledik kepçeyle, dozerle... Sonra Temelle birlikte kanalı doldurmaya başladık. Benim dozerimde Binbaşı, Temelin yanında da yüzbaşı duruyordu. Binbaşı telaşlıydı, sürekli olarak acele etmemizi söylüyordu. Bizde o korku telaşla kanalı dolduruyorduk. Dozerin ışığında kanalı ve torbaları görüyorduk. 

Binbaşı bir ara kendi kendine konuşurcasına ‘Burası beş sene almaz su alır götürür’ dedi. Kazdığımız yer Seyhan nehrinin hemen yanıydı ve bataklıktı. Biz kanalı doldurduk ve üzerini iyice örttük. Üç üçbuçuk saatte kanalı düzettik. Kanalın içinde çok fazla ceset olduğundan toprak arttı. Binbaşı bize toprağı iyice bastırmamızı söyledi. Biz de öyle yaptık, arta kalan toprağı da nehrin yanında set varmış gibi göstermek için yığdık. Aynı gece dozerleri TIR’lara yükledik, oradan ayrıldık ve çalıştığımız şantiyeye döndük. 

KONUŞURSANIZ 775 KİŞİ NASIL GÖMÜLDÜYSE, SİZİ DE ÖYLE YAPARIZ! 

*Bu olaydan sonra ne yaptınız? 

- Öğleden sonra şantiyeye vardığımızda bizi şantiyeye sokmadılar. Kulaksız bizi oradan doğruca Adana’ya getirdi ve Adana’da Kalekapısı denilen yerde Palo ismindeki bir otele yerleştirdi. O otelde şirket oda kiralamıştı. Bizi o odalara yerleştirdiler. Otele geldiğimizde lobide Binbaşı ve yüzbaşı bizi bekliyorlardı. Doğru bir odaya gittik. Yüzbaşı ve Binbaşı usulünce yine bizi tehdit ettiler. Ağzımızdan bir şey kaçırmamamızı, eğer olay duyulursa bizimde o cesetler gibi olmaktan kurtulamayacağımızı, sadece bizlerin değil, ailelerimizin de onlar gibi yok edileceğini, soyumuzun tüketileceğini söylediler. Hatta Binbaşı; ‘775 kişi nasıl gömülmüşse, ağzınızdan bir laf çıkarsa, sizlerle beraber sülalenizde aynı şekilde gömülür’ dedi. Bize kimseye söylemeyeceğiz şeklinde şeref, namus üzerine yemin ettirdiler. Ağzımızı sıkı tutmamızı söylediler. 

*Peki siz ne yaptınız bu durumda? 

- Ne yapacaktık? Elbette yemin ettik. Korkumuzdan söyledikleri her şeye evet diyorduk. Sonradan subayların yanına bir adam geldi. Bu adamın isminin Edip Tanrıkulu olduğunu öğrendik. Binbaşı artık benden ve Temel Çelik’ten Edip Tanrıkulu’nun sorumlu olduğunu, bir şeye ihtiyacımız olduğunda onu arayıp, ondan temin edeceğimizi söyledi. 

Edip Tanrıkulu da bize, Kuzey Irak’a götürüleceğimizi, çalıştığımız firmanın bir kolunun orada olduğunu ve orada çalıştıktan sonra, oradan da Amerika’ya gönderileceğimizi söyledi. Bizlerin Kuzey Irak’ta rahatlıkla alınabileceklerimizi söyledi. Amerika’da mal, mülk ne istersek verileceğini, yeni bir hayata başlayabileceğimizi de söyledi. Bize bu vaatlerde bulunduktan sonra, ikimize de epeyce para vererek her birimize 17’şer gün izin verildi, gezmemiz, eğlenmemiz, hiç bir şeyi kafamıza takmamız söylendi, biz de Edip Tanrıkulu’nun denetiminde gezmeye başladık. Edip bir gün bizi Adana’nın Karataş ilçesine gezmeye gidiyoruz diyerek götürdü. Ama bu gidişin bilinçli bir gidiş olduğunu anlamıştım. Orada bir Albay’ın Çiftliğine gittik. 

*Olaydan kaç gün sonraydı? 

- O olaydan beş gün sonra ayrılıp Edip’le birlikte gittik Karataş’a. Çiftlikte Mardin’li Mehmet adında bir kahya vardı. Orada ben Temel Çelik, Edip ve Mardin’li Mehmet vardık. Binbaşı ve Edip geceleri gidip, sabahları geri geliyorlardı. Korkuyordum, Temel daha beter bir durumdaydı. Bizi öldürebileceklerini düşünüyorduk. 

Zaten orada kaldığımız sürede bizi ortadan kaldırabilmek için iki kere girişimde bulundular. 

*Nasıl oldu bu girişimler? 

- O çiftliğin arka tarafından nehir geçiyordu. Bir kere bizi ava çıkardılar. Nehrin kenarından avlanırken, ‘daha ileri gidin, daha ileri gidin’ diyerek bizi bataklığın derinliklerinde boğmak istediler. Bunu sezdik, hissettik. O zaman bir girişimde bulunamadılar. İkinci seferinde Albayın çiftliği içindeki arazinin bir bölümünü bataklık olduğunu söylediler. Oranın kurutulması için, orayı traktör ve kepçelerle sürmemizi istediler. Bataklık gerçekten de kötü görünüyordu, korkunçtu. İnsan bir kez batsa bir daha çıkamazdı. Bizi oraya sürmeye zorladılar, sürmeye başladık. Ama Temel Çelik’in kullandığı traktör kepçe bir anda bataklığa saplandı ve batmaya başladı. Onu kendi traktörüme bağlayarak zor çekip kurtardım. Çiftliğin sahibi albay bizi uzaktan seyredip gülüyordu. Bir gece Mardin’li Mehmet bize ‘bunlardan kurtulun, yoksa bunlar sizin başınızı yiyecek’ dedi. Bu sözden sonra daha fazla şüphelenmeye ve korkmaya başladık.’’ 

*Peki nasıl ayrıldınız oradan? 

- Bir kaç gün sonra izin günümüz doldu. Çalıştığım firmanın şantiyesine gittim. Beni orada yeniden işe almadılar ve başka bir firmaya gönderdiler. O firma da beni Malatya’ya su kuyusu açmak için gönderdi. 

İki ay kaldıktan sonra Adana’ya geri döndüm. Şantiyeye gittiğimde Kulaksız’ı buldum, o bana eski firmamda işime kesin son verildiğini söyledi ve ‘Git Edip Tanrıkulu’nu bul’ dedi. Ben de gidip onu aradım, ama ben bulamadım. Sonrada Demir Çelik Fabrikası’nın çalışmak için İskenderun’a gittim. 

Orada çalışırken Temel Çelik’e bir mektup yazdım, gelip yanımda çalışsın diye. Ama Temel’in yerine bir kaç gün sonra Edip Tanrıkulu geldi yanıma. Adresimi Temel’den aldığını söyledi. Yanında çalıştığım müteahhitle bir şeyler konuştu, o konuşmadan sonra müteahhit bana daha iyi davranmaya başladı. 

Daha sonra Edip gitti. Birkaç gün sonra inşaatın duvarlarına devrimci sloganlar yazıldı ve polis orada çalışanların hapsini karakola götürdü. Aynı gece Edip karakola gelip beni oradan çıkardı. Nasıl haber aldı bilmiyorum ben onu aramamıştım. 

*"Edip’’ onun gerçek adı mıydı? 

- "Bilmiyorum, bize kendini öyle tanıtmıştı. Onu nerde, ne zaman arasam o isimle arayıp buluyordum. İriyarı, sarışın biriydi. Kendisinin ordu malı olduğunu söylüyordu. Ne iş yaptığını sorduğumda, gülerek ‘ordunun sırları dışarıya verilmez’ diyordu. Ama içki masasında biraz sarhoş olunca bazen bir şeyler anlatıyordu. Bir keresinde Özel Hareket diye bir şeyden bahsetti. 

Ben o zaman bu tür şeylerle ilgilenmediğim için ne anlama geldiğini bilmiyordum. Sonra o sözleri hatırladığımda, onun ne iş yaptığını anlar gibi oldum. Sürekli silahlı dolaşıyordu. Bir jipi vardı. Jipin içinde de bir otomatik silahı sürekli taşıyordu. Bir keresinden onunla İskendurun’dan Adana’ya giderken yolda polis kontrolü oldu. Polislere resimli kimliğini gösterirken, kimliğin üzerimdeki askeri damgayı gözlerimle gördüm. Parlak renkli, madalyon şeklindeki bir damgaydı bu. Adamın doğumu 1938 olarak yazılmıştı. İsim yerine Edip Tanrıkulu yazıyordu. Polisler kimliği görünce hemen tavrını değiştirdiler. Hatta bir polis ona "resmi ya da özel bir görevden mi burada bulunuyorsunuz’’ diye nazikçe sordu. O da hem resmi, hem de özel bir görevle orada olduğunu söyledi. Sonraları yolda kontrol yapan polisle Adana-Osmaniye garajında karşılaştık. Beni hemen tanıdı, müthiş bir ilgi gösterdi. Bana ‘sende mi aynı kurumda çalışıyorsun’ diye sordu. Ben de Edip’i tanıdığımı söylemekle yetindim. Edip’le birlikte yiyip, içip, birlikte geziyorduk. Parasız kaldığımda bana yüklü paralar veriyorlardı. Çok sonraları esirler konusunu bir kez daha açtım ona. Bu adamları vurmasaydınız, bak sonradan anlaşma yapıldı, o esirleri geri verme durumu olurdu, dedim. O da, “öyle icap etti o zaman. Yukarıda emir geldi, öyle yapalım diye. Kıbrıs’ta vurulan askerlerimizin, şehitlerimizin kanı onların kinden daha kıymetli’’ dedi. Ölen esirlerin sadece o çukurdaki 775 kişi olmadığını, gerçekte toplamının 2500 kişiden fazla olduğunu söyledi. Bu konu açıldığında kendisini hep övüyordu. Ben askerdeyken de yanıma gelmişti, o olayı üstlerime söylediğini, bundan sonra ordu malı olarak askerde kaldığım taktirde neyin ne olduğunu daha iyi anlayabileceğimi söylemişti. 

*Onu aradığınız da hemen bulduğunuzu söylüyorsunuz. Nasıl buluyordunuz onu, nerelerde arıyordunuz? 


- Bana, bir şeye ihtiyacım olduğunda, çekinmeden ara, diyordu. Onu aradığımda Adana’daki 6. Kolordu’da buluyordum daha çok. 6. Kolordu’nun nizamiyesine gidiyor, oradaki nöbetçilerden onu soruyordum. Oradaysa bekletmeden haber veriyorlardı. O da az ilerideki Sabancı Ticaret Lisesi’nin kantinine götürüyordu. Daima sivil olarak geziyordu. Orada olmadığı zaman nöbetçiler not bırakmamı istiyorlardı. İki kez onu Kolorduda buldum, konuştum. Diğerlerinde o beni buldu. Hep yalnız dolaşıyordu.’’ 

*En son ne zaman gördünüz onu? 

- Olaydan sekiz ay sonraydı sanıyorum. Beni İskenderun’da bir otele götürdü. Daha önce gördüğüm Albay ve yüzbaşı da oraya gelmişlerdi. 20 gün o otelde kaldım. Hep birlikteydik. Bütün masrafları onlar karşılıyorlardı. Otelin sahibini hep ‘Antikacı’ diye çağırıyorlardı. Otel sahibinin geçek adını sorduğumda, ‘boşver’ dediler. Otel eski bir oteldi. Onlar otelden ayrıldıktan sonra otelin sahibi bana ‘Eğer Edip’i aramak istersen beni bul. Ben sana hemen onu bulurum’ dedi. Daha sonra oradan ayrılıp memlekete, oradanda askere gittim. Askerde Temel Çelik’e bir mektup yazdım. Adresi Çukobirlik yanı 125 numaraydı. 

- *Neden ona yazmak ihtiyacı duydun? 

- Merak etmiştim ne yapıyor diye. Ondan cevap alamadım, ama bir gün ziyaretçin var dediler, nizamiyeye gittiğimde Edip Tanrıkulu’nu gördüm. Oturup konuştuk, bana “senin üstlerinle konuştum sana rahat bir görev verecekler’’ dedi. 

Kademede makina tamircisi olarak çalışıyordum. O beni ziyaret ettikten sonra bana daha iyi davranmaya başladılar. Çok rahat izin alabiliyordum. Ayda bir kaç defa izin alıp dışarı çıkabiliyordum. Edip beni ikinci kez ziyarete geldiğinde bir teklifte bulundu. “Seni İstanbul-Tuzla jip fabrikasına kadrolu alalım, teskereyi al, ordu malı olarak kalırsın” dedi. Ben de kabul ettim. Bütün işlerimi yaptılar. Hatta bana orada yaşayabilmem için bir lojman bile verdiler. 

*Edip Tanrıkulu’nu en son ne zaman gördünüz? 

- İşten ayrılıp memlekete gitmiştim. Bazı ailevi olaylardan dolayı tekrar işe dönmedim. İşten ayrılırken bana bir mektup vermişlerdi. O mektubu Edip’e vermemi söylemişlerdi. Ben de onunla buluşup, mektubu verdim. O yanında kalmam için çok ısrar etti. Kabul etmedim. En son 1982 yılında onunla görüştüm. 

Aradan uzun bir zaman geçti. Bu arada benim sıkıntılarım artmıştı. Antikacı’nın yanına uğradım. Yurt dışına gitmek istiyordum. Edip “Ne zaman gitmek istersin, söyle, yardım ederim” demişti. Antikacı’ya Edip’i sorduğum zaman öldüğünü söyledi. Ben de ailesine baş sağlığına gitmek için adresi isteyince Antikacı “su testisi su yolunda kırılır. Halen aklın başına gelmedi mi. Neden onların arkasına takılıyorsun” dedi. Ben de oradan ayrıldım. 

RÜYALARINDA CESET GÖRÜYORDU 

*Temel Çelik ne oldu? 

- O geceden sonra, yani cesetleri gömdüğümüzden sonra Temel şantiyede çalışmaya devam etmişti. Edip bana onun bir çocuğunun olduğunu söylemişti. Temel Biraz saftı, olay onu çok etkilemişti. Rüyalarında hep cesetleri gördüğünü söylüyordu. Bazı geceler altına kaçırdığı bile oluyordu. Bağıra bağıra uyanıyordu şantiyede kaldığımız gecelerde. Sonra ne oldu bilemiyorum. 

*Yurt dışına ne zaman çıktınız? 

- 1989 yılında Almanya’ya gelip iltica ettim. 

*Olaydan bu yana hiç kimseye bir şey anlatmadığınızı söylüyorsunuz? Aradan 25 yıl geçtikten sonra neden anlatma gereği duydunuz? 

- Özellikle son zamanlarda anlatmak istiyordum. İnsanın üzerine sürekli bir yük gibi duruyor ölüler. Huzursuzdum, düşüncelere dalıyordum. Onları unutamıyordum. Her gece aklıma geliyorlardı. Sinirlerim bozuldu. Yıllarca psikolojik tedavi gördüm, hala tedavi görüyorum. Aslında 1986 yılından beri birilerine anlatmak istiyordum, ama hala onlardan korkuyorum. Ama bir gün birilerine anlatacağımı biliyordum. Bir kaç ay önce sizin gazetenizde Kıbrıs’la ilgili iki kişinin anılarını yayınlamıştınız. O yazıları okurken kendi yaşadıklarımı anımsadım yeniden. Kendime bu insan anlatacak cesareti kendinde bulup, her şeyi açıklıyorsa ‘ben bu sırları kendimle mezara kadar mı götüreceğim’ diye düşündüm. Neden her şeyi açıklamıyorum diye kendime sordum.. 

*Bize anlattıklarınızdan nasıl emin olabiliriz? Bu anlattıklarımızı uluslararası bir mahkemede anlatabilir misiniz? 

- İstediğiniz her şeyi anlatmaya hazırım. Bu anlattıklarımı her yerde anlatabilirim. Olanak sağlanırsa benim ve akrabalarımın can güvenliği garanti altına alınırsa, yer tespiti için Adana’ya bile giderim. Oradaki eski Halkevi binasını bulursan kolaylıkla mezarlığı tespit edebilirim. Ellerimle açarım o çukuru, o insanları ben çıkarırım gösterim size. „