Günümüz toplumunda kadın, yalnızca biyolojik bir varlık değil; toplumsal, ideolojik ve kültürel bir üretim alanıdır. Kapitalist sistem, kadının emeğini yalnızca ekonomik anlamda değil, toplumsal düzenin devamı için de kullanır. Kadın; aileyi kurar, duygusal istikrarı sağlar, çocuk yetiştirir, yani toplumu yeniden üretir. Ancak bu üretim biçimi “doğal görev” olarak sunulur; böylece kadının emeği kutsanır ama görünmez kılınır.

Aile kurumu, Marksist açıdan yalnızca bir sevgi birliği değil; ataerkil sistemle sermayenin ortak mekanizmasıdır. Kadının aile içindeki konumu, hem ataerkil düzenin hem de kapitalist sistemin çıkarına hizmet eder. Kadın duygusal yükü taşır; erkek ise kamusal alanda üretim gücü olarak konumlanır. Bu iş bölümü “doğal” gibi gösterilse de tarihsel ve ideolojik bir inşadır.

Modern kadın, iki dünyanın çelişkisi içinde yaşar. Kamusal alanda özgürleşmiş gibi görünür; özel alanda ise geleneksel rollerin baskısı altındadır. Bir yanda üretken, güçlü, bireysel bir kimlik; diğer yanda duygusal, fedakâr, sessiz bir rol... Oysa kamusal alan da ataerkil sistemin yeniden üretildiği bir sahnedir. Kadın, orada da bedeninden davranışına, ses tonundan görünümüne kadar sürekli denetlenir. Bu ikilik, Marx’ın “yabancılaşma” kavramının toplumsal karşılığıdır: Kadın, kendi emeğine, bedenine, hatta duygularına yabancılaşır. Toplum ondan “özgür olmasını” ister ama bu özgürlüğün sınırlarını yine kendisi çizer.

Kadın, toplumsal ideolojinin taşıyıcısıdır. Ahlak, gelenek, aile onuru, sevgi, şefkat gibi kavramlar kadının üzerinden tanımlanır. Toplum, kendi sürekliliğini bu kavramlar aracılığıyla korur. Bu nedenle kadın hem yüceltilir hem de sınırlandırılır. Onu kutsayan sistem, aynı zamanda onu kontrol eden sistemdir.

Bugünün toplumu, kadın-erkek eşitliğini yasal olarak tanısa da toplumsal ilişkilerde hâlâ derin bir eşitsizlik hüküm sürmektedir. Kadın kamusal alanda görünür oldukça, özel alandaki yükü de artmaktadır. Çünkü sistem “eşitlik” söylemini kullanarak emeği ikiye bölmüştür: Kadın artık hem ekonomik üretimde hem de duygusal yeniden üretimde sorumludur. Bu durum, özgürleşmenin değil; sömürünün rafine hâlidir.

Marksist bakış açısından kadının özgürleşmesi, bireysel başarı ya da kişisel bilinçle sınırlı değildir. Gerçek özgürlük, üretim ilişkilerinin ve toplumsal kurumların dönüşümüyle mümkündür. Kadının bedensel, zihinsel ve duygusal emeği değer olarak tanınmadıkça eşitlik, yalnızca bir söylem olarak kalacaktır. Dolayısıyla kadın kurtuluşu, yalnızca kadın hareketinin değil; toplumsal yapının bütünsel devriminin bir parçasıdır.

Kadın sömürüsünün ortadan kalkması, yalnızca kadınların değil; erkeklerin de bilinç dönüşümüne bağlıdır. Çünkü ataerkil sistem, erkekleri ayrıcalıklı kılarken aynı zamanda onları da sistemin araçlarına dönüştürür. Bu nedenle kadın–erkek ayrımı üzerinden değil; emek–sermaye çelişkisi üzerinden ortak bir mücadele hattı kurulmalıdır. Gerçek eşitlik, cinsiyetlerin birbirine karşı değil; yan yana durduğu bir toplumsal düzenle mümkündür. Kadın özgürleşmesi, erkek bilincinin dönüşümünü de içerdiği anda sömürü zinciri kırılmaya başlar.

Aslında bugün “kadın sorunu” diye anılan şey, kadının değil; erkek egemen (ataerkil) zihniyetin sorunudur. Kadın, sistemin kurallarına uyduğu ölçüde kabul görür; itaat ettiği sürece “saygın”, sorguladığı anda “tehdit” sayılır. Bu durum, yalnızca erkekler tarafından değil; ataerkil düzenin içselleştirilmiş kodlarıyla hareket eden kadınlar tarafından da sürdürülür. Gerçek dönüşüm, kadının bu kodları reddetmesiyle başlar: İtaat eden kadından sorgulayan, dönüştüren, kendi varoluşunu tanımlayan kadına geçişle... Ancak bu dönüşüm yalnızca kadınlara yüklenemez. Ataerkil zihniyetin çözülmesi, erkeklerin kendi ayrıcalıklarını fark edip onları sorgulamasıyla mümkündür. Erkek, bu çözülmenin öncülüğünü yaptığında hem ataerkil sistemi hem de kendi zihinsel zincirlerini kırmış olur.

Sonuç olarak kadın, bugün hâlâ toplumun “vicdanı” olarak görülmektedir. Oysa o, toplumun bilinci olmalıdır: Sistemin devamını değil, dönüşümünü sağlayan güç... Yani Marksist anlamda tarihin pasif nesnesi değil; yeni toplumsal öznenin ta kendisi.